Sen bu harekete mensup olamazsın!

YORUM | AHMET KURUCAN

Avrupa ülkelerinden birinde cereyan eden iki hadiseyi kaleme alacağım bu yazıda. İki hadise de ülkemizin kaderine hükmeden bir takım hırsızlar, yolsuzlar, zalimler tarafından mülteci konumuna düşürülen iki ayrı kişiye ait.

Daha dün, ülkesinde kendi insanına sahip olduğu maddi ve manevi imkanları ile faydalı olmak için elinden gelen her türlü gayreti hem de insanüstü bir çabayla gösteren, sonra da bir gecede özgürlüğü dahil her şeyi elinden alınan iki insan bu.

Uzun bir müddet hapis, hapis sonrası Demokles’in kılıcı gibi başında bekleyen ve kendi deyimleri ile siyasetin köpeği olmuş istinaf, yargıtay, anayasa mahkemesi ile hukuk düzeni ve güvenlik güçlerinin zorlamaları karşısında cennet memleketim dedikleri ülkelerinde yaşamaya imkân kalmayınca hicret etmişler. Nereye mi? Acı ama gerçek sayıları 57 olarak ifade edilen İslam ülkelerine değil, insanca yaşama standartlarına ulaşabileceği, temel insan hakları ve özgürlüklerine sahip olacaklarına inandıkları Batı ülkelerinden birine.

İyi yapmışlar. Hiç pişman değiller. Dini inançlarını Türkiye’den daha özgürce bir ortamda yaşayabiliyorlar. Ahlaki değerlerini daha rahat hayata taşıyabiliyorlar. Hukuki sistemde kendilerine insan olarak yer buluyorlar. Hem de mülteci olmalarına rağmen.

Nedense Mekke zalimlerinin zulümleri karşısında bir Hristiyan ülkesi olan Habeşistan’a göç eden sahabeler aklıma geldi şimdi. Tarih tekerrür mü ediyor dersiniz?

Evet, tekerrür ediyor. Hem de asırlardır. Ne acı ki bu hicreti yaşayanların da onlara bunu yaşatanların da dini kimlikleri aynı; Müslüman. Tek bir farkla zulmedenler Mekke kafirleri, müşrikleri, münafıkları ve zalimleri değil. Pekâlâ kafir, müşrik, münafık değilse kim onlar? Dedim yukarıda Müslüman diye. O zaman şu soruyu sorabilirsiniz: bu nasıl Müslümanlık? İslam ve zulüm nasıl yan yana gelebilir? Ben sükût edeyim, cevabını siz verin. Evet, gerçekten çok acı.

Neyse girişi fazla uzattım. Şimdi döneyim yaşanmış bu iki hadiseye. Mülteci ofisinde memur ile mülakat yapıyor arkadaşımız. Şu 10 yıllık süre içinde bunu yapan binlerce kişiden biri olarak. Memur dosyaya vakıf. Nasıl olmasın ki o kadar çok Hizmet hareketine mensup kişi ile mülakat yapmış ki!

Bir ara şu soruyu soruyor: “Buradaki Hizmet mensupları ile konuşuyor ve görüşüyor musunuz?” Arkadaşımız mülakata girip çıkanların hiçbirisinden böyle bir soru sorulduğunu duymamış. Onun için duraklamış. Bıçak sırtında hissetmiş kendini. Çünkü müracaatı kabul edilmediği takdirde temyiz hakkı olmakla birlikte Türkiye’ye geri döndürülme süreci başlayacak. Onun için tereddüt ediyor. Ne evet ne de hayır diyebiliyor o üç-beş saat gibi süren üç-beş saniyelik düşünme süreci içinde. Ve bu soruya şöyle bir soru ile cevap veriyor: “Görüşmememiz mi lazım?” Memur anında arkadaşımızı rahatlatıcı cevabı veriyor: “Bilakis görüşmeniz lazım. Biz sizin terörist olmadığınızı, barışçıl bir harekete mensup olduğunuzu biliyoruz. Hayır, tam aksine görüşmeniz, birlikteliğinizi devam ettirmeniz lazım.”

Şimdi kalemimi salsam neler neler yazacağım ama kendimi tutuyor ve bunun değerlendirmesini size bırakıyorum.

İkinci hadise yine bir başka iltica mülakatından. Hayatın tabii akışı içinde üniversite eğitimi almayan lise mezunu bir insan. Hizmet hareketinde gönüllü olarak bulunmuş. Bir taraftan kendi iaşesi için gece gündüz çalışırken diğer taraftan Hizmet hareketinin içinde elinden geldiğince insanlığa maddi manevi katkılar sağlamış Türkiye hayatında.

Ama “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz!” deyimine hak verdirircesine o da zalimlerin amansız ve imansız takibinin muhatabı olmuş. O da rejimin terörist yaftası ile yaftalanmış. O da çoluk çocuğunu, anne babasını, yakın-uzak akrabalarını, işini gücünü, maddi birikimlerini ve hatıralarını geride bırakarak ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Dikkat edin ülkesini terk etmiş demiyorum, terk etmeye zorlanmış. 

İltica mülakatı günü gelmiş. Memur eğitim seviyesi itibariyle karşısındaki insan profilinin o ana kadar gördüğü profilden farklı olduğunu görmüş. İlk sorusu bunun üzerine olmuş. Dediği şey şu: “Sen üniversite mezunu değilsin. Hizmet hareketi ise bir eğitim hareketi. Sen nasıl bu hareketin mensubusun?”

Doğrudur. Bu harekete mensup üniversite mezunu olmayan binler-yüz binler vardı, hala var ve inşallah var olmaya da devam edecek. Bu biraz Türkiye sosyolojisini bilmekle mümkün ama mülakat memuru dediğim gibi o ana kadar önüne gelen dosyalardan ve mülakat yaptığı kişilerden hareketle bu değerlendirmeyi yapıyor ve o soruyu soruyor. Arkadaşımız mülakatı geçiyor verdiği cevaplarla ama başından da kaynar sular dökülüyor. Memurun o sorusunu kendi yüzüne aksedilmiş bir tokat olarak görüyor. Üniversite eğitimi almak konusunda teşvikkâr bir beyan olarak değerlendiriyor o soruyu ve vira bismillah diyor. Önce üniversite eğitimi alacak seviyede İngilizce diline asılıyor, ardından üniversite eğitimini tamamlıyor ve yakınlarda da masterını bitirmiş seçmiş olduğu alanda. Helal olsun ona.

Yaşanmış iki hadiseden bahsettim sizlere. Film sektöründeki ifadesiyle “true story/yaşanmış gerçek hikâye.” Neden bunu söyledim. Zira dünyanın dört bir yanında son 10 yıldır böylesi öyle hadiseler yaşanıyor ki ümit ederim çok yakın bir gelecekte “true story” kaydıyla bu hadiseleri merkeze koyan çok sayıda filmler vizyona girecek. Kitaplar, tezler yazılacak. Siyaset ve hukuk tarihi başta nice ilmi disiplinlerde ders kitaplarına konu olacak. Müzeler kurulacak. 

Bütün bunların yaşanmasına sebebiyet verenlerin kimileri yaptıkları zulümlere pişman olacak, özür ve helallık dileyecek, kimileri yaptıkları ile gurur duyacak ve hayatına öyle devam edecek, kimileri adil mahkemelerde yaptıklarının hesabını verecek, kimileri vermeden ahirete göçecek ve hak-hukuk-adalet eksenindeki hesaplaşma ahirete kalacak. Hesaplaşma Allah’ın huzurunda ahirette gerçekleşecek ve 15 Temmuz sonrası yazdığım ilk yazıda ironik bir dille dediğim gibi ahiret çok şenlikli olacak.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

26 YORUMLAR

  1. “Ne acı ki bu hicreti yaşayanların da onlara bunu yaşatanların da dini kimlikleri aynı; Müslüman. Tek bir farkla zulmedenler Mekke kafirleri, müşrikleri, münafıkları ve zalimleri değil. Pekâlâ kafir, müşrik, münafık değilse kim onlar? Dedim yukarıda Müslüman diye. O zaman şu soruyu sorabilirsiniz: bu nasıl Müslümanlık? İslam ve zulüm nasıl yan yana gelebilir? Ben sükût edeyim, cevabını siz verin.”

    Yine insanların zihinlerini bulandiracak, koskocaman çelişkilerle dolu ifadeler. Yine en başından düğmeleri yanlış ilikleme.

    Ne olur bir kere olsun şunu açıkça yazma cesaretini gösterseniz? Bu şekilde kavramları karıştırmaktaki doğru ile yanlışı karıştırmaktaki amacınız ne?
    Tayyip Erdoğan’ı müslüman görmek ile Abdullah İbn-i Sel’ul’ü müslüman görmek arasında nasıl bir fark var sizce?

    Sizden alıntıladigim şu satirlarda yazan “kâfir, müşrik, münafık” kavramlarını siz neye göre, hangi kaynaklara göre ve ne şekilde tanımlıyorsunuz? Bunları açıkça yazmak yerine neden insanlarin kafalarını karıştıracak şekilde size bırakıyorum deyip siyriliveriyorsunuz işin içinden? İnsanlar size saygı gösteriyor, alim muamelesi yapıyor. Yakışıyor mu bu?

    Recep Tayyip Erdoğan buz gibi bir münafık kâfirdir. Nedenini açıklayayım.

    Kâfir kelimesi mümin kelimesinin zıddı olup küfür işleyen anlamında genel bir kavramdır ve tüm gayrimuslimleri kapsar. Munafik, müşrik, ateist, deist veya Ehli Kitap gibi tüm gayrimuslimler bu çatı kategoriye girer. Bunların içinden Ehl-i Kitabın Allah’ın(CC) adını anarak kestiği hayvanın yenmesi ve kadınları ile evlenilebilmesi gibi istisnai ruhsatlar kâfir kavramının ne olduğunu değiştirmez. Bakara suresi 105. ayet Ehli Kitabın da kâfir kategorisinde yer aldığını genel kapsamiyla ifade etmiştir. Al-i İmran 112. ve 113. ayetlerde bu konu daha da detaylandirilmis, Ehli Kitabın Rasulullah(sav)’a ulaşıp da iman etmeyenleri kâfir, iman edenleri (Abdullah İbn-i Selam(ra) ve Necasi(ra) gibileri) mümin kategorisinde değerlendirilmiştir. Bu iki ayeti Sahabe-i Kiram’in Abdullah İbn-i Abbas(ra) ve Abdullah İbn-i Mesud(ra) gibi iki büyük tefsir alimi bu şekilde tefsir etmişken insanların bu ayetleri başka yerlere çekmeye farklı anlamlar yüklemeye hakları da yoktur, hadleri de değildir.

    Recep Tayyip Erdoğan kendi ağzıyla Kur’an ve İslam’ın güncellenmesi gerektiğini beyan etmiştir. Sapkın ve cehalete bulanmış İslam anlayışı ile bunu normal görebilir, lakin bu bizatihi Kur’an’a aykırıdır. Zira Allah(CC) katında tek din İslamdir (Al-i İmran – 19) ve İbrahim(as) dahil tüm peygamberlerin dini de İslamdir (Al-i İmran – 67). Allah’ın(CC) Adem(as)’dan Rasulullah(sav)’e kadar bir tane dini vardır ve o din “İslam”dir. Her peygamber Allah’ın(CC) tahrif edilen dinini düzeltmek ve insanları sadece Allah’a(CC) ibadet etmeye davet etmek üzere gönderilmiştir. Her peygamberle nazil olan şeriat(kurallar bütünü) Allah’ın(CC) dinini batillardan arındıran bir güncelleme olmuştur ve bu durum Rasulullah(sav) ile son bulmuş (Ahzab suresi-40) ve İslam dini kemale ermiştir. (Maide suresi-3) Hasılı son güncelleme zaten yapılmıştır ve yeni bir güncelleme yapılmasının da mümkün olmadığı Kur’an ayetleri ile sabittir.

    Bu hakikatlere rağmen sonraki dönemlerde yine bir çok guncelleme hareketi çıkmış, Rafiziler ayetlerin eksik olduğunu iddia etmis, zamanla onlardan ayrılan Batinilik hareketi ve bu anlayıştan doğan Bahailer ayrı bir din oluşturmuş, İslami Hintlilerin dinleri ile karıştıran bazı Gurular ise Sih dinini oluşturmuşlardir.

    Hasılı “Kur’an’ı güncelleme çabaları” ilk ve yeni bir durum olmayıp Museylemeden beri defaatle vuku bulmuş, her seferinde taraftar da toplamış, İslami terminoloji ile “bir küfür mücadelesi”nden başka bir şey değildir.

    Bu noktada bazı insanların zihinlerini bulandırdigi için içtihat kavramına değinmekte de yarar olabilir. İçtihat insanların hayatta karşılaştığı somut olaylar hakkında yapılabilir. Bu hakikat tüm Devr-i Risalet döneminde ve Sahabe döneminde yapılan uygulamalarla sabittir. Gaybın son habercisinin Rasulullah (sav) olduğuna iman etmiş bir insan için gaybi alana giren soyut kavramlar hakkında içtihat diye bir şey söz konusu olamaz. İlk olarak Emeviler döneminde Yunan felsefesinin ve Aristo mantığınin İslam’a bulaştırılması ile Kur’an’ın mahlukiyeti veya Allah’ın isim ve sıfatları konularında çıkan tartışmalar Mutezile sayesinde içtihat kavramını bulandirmayi başarmıştır. Halbuki akıl kavramının sınırlarının olduğunu ifade etmek açısından Ali(ra)’in yaklaşımı son derece harikadır:
    “Eğer din kişilerin mantığına göre olsaydı, buna ruhsat verilseydi, ben, mestlerin üstüne değil altına meshederdim. Ama Resûlüllah (sav) giydiği mestlerin üzerini meshetmiştir, biz kişisel mantığımıza değil, Resûlüllah’a (sav) uyarız ve O’na uymakla emrolunmuşuzdur.” (Ebu Davud, Tahare 63, h.no: 162)

    Bir hususta açık bir nass varken içtihat edilemez veya gaybi bir konu hakkında mantık ile çıkarım yapılamaz. Bunların hicbirisi içtihat olmayıp mutezile ile bulaşan saptirmalardan başka bir şey değildir.

    Bergamann’in sonsuzluk paradoksu, Fraktal teoremi veya daha da basiti Kuantum fiziği gibi kavramları inceleyip sınırları zorlanmamış ve sınırları olduğu fark edilememiş akılların kalkıp da İslam konusunda Kur’an ve Sünnet’te hiçbir delil olmayan hususlarda yaptıkları atıp tutmaları, heva ve heves olarak değil de sevap kazandiran bir içtihat olarak görmelerini benim aciz aklım almıyor maalesef. Bu nasıl bir özgüvendir, anlamış değilim. O kadar kibir ve enaniyetten dem vurup da aklın acziyetini görmezden gelebilmek nedir, şahsen ben kavrayamiyorum.

    Sadece bu delil bile Tayyip Erdoğan’ın küfrüne dalalet olarak yeterli olsa bile yaptığı diğer uygulamaları, Bakara Suresi ile alay ederek kâfir olan adamını taltif etmesi, kendisine “haşa” Allah gibi adam, Son peygamber, Allah’ın tüm sıfatlarını taşıyan adam gibi yakıştırmaları yapan taraftarlarına da hiçbir düzeltme, nasihat, tavsiye, ceza gibi müdahalede bulunmamış olması, buna rağmen sureti haktan bilinmesi Tayyip Erdoğan’ı İslami terminoloji açısından apaçık “münafık bir kâfir” yapar.

    Kendisine tabi olan Cübbeli Ahmet gibi yanmaz kefen satan, uçak sallanırken Allah’a(CC) dua ederken hiçbir sonuç alamayıp da yetiş ya gavs deyince sallantinin durmasını Allah’tan(CC) başkasının tesir ve etkisine bağlayıp Allah’tan(CC) başkasından medet ummayi meşrulaştıran “müşrik kâfirleri” sakalları ve cübbeleri var diye namaz kılıp Kur’an okuyorlar diye halen mümin ve müslim olarak nitelemek ve Mekke musriklerinden farklı kategoride ele almak en basit tabiriyle cehaletten başka bir şey değildir. Zira Mekke musrikleri de Allah’a(CC) iman etme konusunda hiç tereddüt yaşamamışlardir. Zaten şirk kosabilmek için Allah’a(CC) iman etmek gerekir ki ortaklar uydurulabilsin. Bu husus Ankebut Suresi-61’de de son derece açıktır. Müşrik kavramı mutlaka en büyük yaratıcı olarak Allah’a(CC) iman etmeyi, buna rağmen ona oğullar, kizlar, veya ortaklar iddia ederek tekligini bozmayı, ve Allah’ı(CC) bırakıp başkalarından medet ummayi barındırır. Nuh Suresi-23 de geçen putlar ile Mekke’lilerin Lat Uzza Menatlari konsept olarak tamamen aynı olup bu husus Taberi Tefsiri ve Buhari başta olmak üzere birçok kaynakta çok detaylı şekilde izah edilmiştir. Lat Uzza Menat gibi putlar Mekke ahalisinde eski devirde yaşamış saygın ve önde gelen insanların heykellerinden öte şeyler olmayıp insanlar zamanla o saygın insanlarin ruhaniyatlarindan medet ummaya başlamış, onları kendileri ile Allah(CC) arasinda aracılar olarak görmüşlerdir.

    Kavramları karıştırınca ancak insanların zihinleri karışır. Recep Tayyip Erdoğan, Haccac gibi Yezid gibi zalimlerden bir zalim olduğu için değil, İslam’ı kendi hevasina ve hevesine göre uydurmaya çalıştığı için kâfirdir. Onu ve avanelerini müslüman olarak görmek çok büyük bir çelişkidir.

    Herhangi bir kitabı okumadan önce o kitabın dilini ve alfabesini bilmek gerekir. Önce abece öğrenmek sonra hecelemek sonra okumak sonra anlamak gelir ve bu mücadele bir iki günde sonuç vermez, yıllar alir. Bu metafor hayatın tüm alanı için kullanılabilir. Allah(CC) ile aldatilmamak için her bir insanın bir “birey olarak” dinini bizatihi kendisinin öğrenmeye çabalaması bu hususta emek vermesi gerekir. Zira cennet öyle herkese heva ve hevese göre dagitilacak kolay ve ucuz bir şey değildir. Bu konuda ibret almak için İbrahim Suresi-21. ve Mümin Suresi-47. ayetler en güzel delillerdir.

    • Bazi insanlar egitim dönemlerinde iyi ezber yapmislarsa, konusmayi da cok seviyorlarsa, gereksiz bir özgüvene sahip olabiliyorlar. Hele hele bu konuda uyarilmak söyle dursun, sürekli pohpohlaniyorlarsa, “Ben bu islerden iyi anliyorum, ekmek yeme kolayliginda hallediyorum” gibi bir kanaate kapilabiliyorlar.
      Yazarimiz belli ki zamaninda iyi ezber yapmis, eh agzi iyi laf yapiyor diyemesem de, konusmayi cok seviyor, hatta yazarken bile aslinda konusuyor. Kendisini seven takipcileri de tarif etmeye gerek yok. Dolayisiyla böyle bir sonuc kacinilmaz maalesef.
      Allah iz´an versin ne diyelim artik.

    • Ahmet Kurucan’ı cesur olmamakla suçlamışsınız ama siz bence haddinden fazla “cesur”sunuz, ahiretinizi tehlikeye atacak kadar, tabii buna cesaret denirse. İslam Tarihinde birbirini tekfir etmeler müslümanlara çok zarar vermiştir. Erdoğan’ı günahım kadar sevmesem de verdiğiniz örnekler onu şu an kâfir etmeniz için yeterli değil çünkü tevbe edip etmediğini bilmiyorsunuz. Ayetle dalga geçen kişinin de tevbe edip etmediğini bilmiyorsunuz. Belki de tevbe ettikten sonra onu taltif etti. Tamamen zan üzerine insanları tekfir ediyorsunuz. Erdoğan ya da bir başkası, bu, kim için yapılırsa yapılsın tehlikelidir. Hele ki müslümanların birbirini tekfir etmek için bahane aradığı günümüz fitne çağında.

      Ve tekfir etmeyi geçtim, bir de münafık ilan ediyorsunuz. Münafıklığı nasıl tespit ediyorsunuz acaba? Niyet okuyarak mı? Münafık kişinin kendisi bile münafıklığının farkında değildir ama siz çözmüşsünüz sanırım kimin münafık olduğunu, kimin olmadığını. İslam’da birisini münafık ilan etme diye bir şey mi var? Peygamberimiz bile münafıkları ancak O’na bildirildiği için bilmiştir ve bazı sahabelere de o münafıkların ismini söylemiştir. Ama o topluma da baktığımızda kimse kimseyi münafık ilan etmemiştir. Sizin ne haddinize de birisi için “Buz gibi münafık bir kafir”dir diyorsunuz.

      Başka yazılara yaptığınız yorumları da gördüm, aşırı bağnaz, yobaz ve “dini en iyi ben bilirim”ci bir tavrınız, kibirli söylemleriniz var. İlk önce kendinize çeki düzen verin, sonra başkalarını tekfir etmeye geçebilirsiniz.

      Cesaretmiş…

    • ”Recep Tayyip Erdoğan buz gibi bir münafık kâfirdir.”
      Sizin müslüman olarak, RTE nın da son nefesinin kafir olacağının bir garantisi var mı?

      ”Zira cennet öyle herkese heva ve hevese göre dagitilacak kolay ve ucuz bir şey değildir.”
      Senin mi dağıtıyorsun katları, arsaları Cennet’ten..

      ”Bunların hicbirisi içtihat olmayıp mutezile ile bulaşan saptirmalardan başka bir şey değildir.”
      Mutezile sapık mı? Nasıl ölçtün?

      • “Hiç kimse, başka bir kişiye fasık (yoldan çıkmış sapmış) diye söz atamaz, kafir diyemez. Eğer fasık dediği kimse fasık, kafir dediği kimse de kafir değilse, bu sıfatlar muhakkak onları söyleyen kimseye döner.”

        Sizce Erdogan ve sebekesi, Hizmet mensuplarini bütün bir Türk toplumuna firak-i dalle olarak tanitarak yukaridaki hadisin muhatabi olmamis midir: Bence olmustur. Diger taraftan konuya illa dini acidan bakmak gerekmiyor. Popülist siyasiler modern dünyanin münafiklaridir ve Erdogan da bir popülisttir. Erdogan Islam dairesinde hareket etmiyor, Islam namina hareket ediyor. Bunu ortaokul cagindaki cocuklar bile biliyor. 
        Bi soru sorayim, ben sükut edeyim, cevabini siz verin: Erdogan, sartlar gerektirse LGBTQ tayfasi ile birlikte ittifak kurar mi kurmaz mi?

        Fakat konumuz bunlar degil bizim. Konu Ahmet Kurucan´in Müslümanlarin hali pür melali üzerinden sürekli olarak vermek istedigi mesajdir.

        Bu mesaj ne olabilir? Aklima gelen secenekler sunlar:
        -Ahmet Kurucan, bizim de bu Müslümanlar gibi olmamizdan korkmaktadir ve onlari bize hayattan birer örnek, ibret olarak göstermektedir,

        -Ahmet Kurucan, Müslümanlarin su devirde en ilkel insan türünü temsil ettigini kesfetmis ve bundan haberdar olmadigimizdan yola cikarak sürekli olarak “Müslüman”i “Müslüman”dan korumak istemektedir.

        -Ahmet Kurucan, derin bir travma yasamaktadir ve bu travma sonucu sürekli olarak “Müslümanlar nasil olur da melekten farksiz olamaz?” gibi bir düsünceye yenik düsmüstür,

        -Ahmet Kurucan, derin veya herhangi bir travma yasamamistir ve fakat travmasi olan bir kitle olusunca “Iste simdi tam zamani” demistir.

        -Ahmet Kurucan, gayrimüslim olmanin düsündügümüz kadar talihsiz bir secim olmadigini düsünmektedir. Ve fakat bunu dogrudan söylemesi tepki cekeceginden dolayli olarak sürekli olarak “Müslüman”a vurgu yapmakta ve dolayli olarak gayrimüslim olmayi masumize etmektedir. Nitekim bu yüzden yayinladigi yazisi hala bitememektedir. Kah gölge yazar esliginde kah gereksiz mi gereksiz teknik aciklamalarin yaninda yine gereksiz mi gereksiz konusma dili ile Hizmet insanina pek de yeni olmayan oryantalist bir “Müslüman Imaji” cizmektedir. 

        Ahmet Kurucan´in asil amaci nedir tam olarak bilinmez, nitekim kendisi de fetva verir gibi bir dil kullanmasina ragmen neredeyse hicbir konuya netlik getirememektedir. Sizce amaci ne olabilir buradan paylasabilirsiniz. Ancak düsüncenizi olusturmadan önce su sorularin cevaplarini da bulmaniz iyi olur diye düsünüyorum:

        -Ahmet Kurucan´in yazilarini okuyanlarin hemen hepsi Müslümanlarin gadrine ugramis insanlar ve bu insanlar namaz kilmanin, zekat vermenin bi seyler icin yeterli olmadigini bilen veya cok iyi ögrenen insanlar. Durum böyleyken Ahmet Kurucan neden okurunu cahil yerine koyar gibi bu konuyu tekrar edip duruyor?

        -Gadre ugrayan bir toplulugun onlari ayakta, mefkuresini canli tutacak öncülere ihtiyaci varken, Ahmet Kurucan neden sürekli olarak bu kitleyi bir magduriyet edebiyatina maruz birakiyor? Kendisi böyle bir söylemin insanlari daha da pasif bir hale sokacagini veya deizmin, ateizmin kucagina atacagini görmüyor mu? Hala su an aci ceken, intihari düsünen insanlar var ve bu insanlarin baska türlü yazilara ihtiyaci var? 

        -Ahmet Kurucan sayet bir travma yasiyorsa, bunun yazilarina yansiyacagini, dolayisiyla insanlari kötü etkileyecegini görmüyor mu, görüyorsa travmasi olan bir insan olarak neden yazmaya ara vermiyor?

        -Ahmet Kurucanin isine geldiginde yazilarinda “Fethullah Gülen” ismini gerine gerine kullaniyor ve fakat kendisini cürütecek bircok yazida onu adeta ya yok sayiyor ya da gölge yazarlik bahanesiyle anonimize ediyor. Neden? Niye? Niycün?

        -Hizmetin önde gelen ilahiyatcilari icinde bu gibi konularda Ahmet Kurucan´dan farkli düsünenlerin oldugunu tahmin etmek zor degil. Ihtimaldir ki, Hizmet fikir ayriligina düsmüs görüntüsü vermemek icin seslerini cikarmiyorlar veyahut da okura yansiyacak sekilde cikarmiyorlar. Dolayisiyla Hizmet´in önde gelen alimlerine ait polemik yazilarini veya reddiyelerini duymadan bir nevi Ahmet Kurucan taraftari gibi davranmak acaba neyin isaretidir? 

        Ahmet Kurucan sahaya cikmis, tek basina bos kaleye gol cekiyor ve bunu alkisliyorsunuz? Bunu nasil acikliyorsunuz?

        • Raci bey, 15 paragrafınIN TAMAMINDA yeni bir fikir yok. Kuru gürültü.. Niyet okuma.. İçerik yok.. Düşünce yok.. Sadece yaftalama ve ön yargı.. Adam yazısını tamamladı ve gayette doyurucu.. Yorumların çoğu da onu destekliyor.. Adamı, düşüncelerini paylaştığı için bu şekilde ötekileştirmeye hakkın YOOK!

          • Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az. Ben anlayana, anlamak isteyene yaziyorum.

        • Anlatmayı becermek için önce anlatacak bir fikrin olmalı Raci bey.. Kendinde itiraf etmişsin ki, anlatacak bir şeyin yok.. Ancak yaftalarsın insanı madde madde.. Sanki hüküm sahibi gibi. üst perdeden.. Herkes haddini bilmeli.. Anlamak isteyene..

    • Recep Tayyip Erdoğan’ın ürettiği sistemin sonucu olarak yanıbaşındaki arkadaşına kendi “can”ını kurtarmak adına iftira atanlar, ve bunda hiçbir mahzur görmeyenler bile kâfir olarak nitelendirilirken ( https://herkul.org/bamteli/bamteli-kazanma-kusagindayken-korku-iftira-ve-giybet/ ) Recep Tayyip Erdoğan’ın halen mümin ve müslüman olduğuna itikat etmek yaman bir çelişki değilse nedir?

      Kendi karılarını, kızlarını, mallarını, helal görerek kendilerine kâfir hukuku uygulayan, elinde her türlü iktidar imkanı olmasına rağmen, her dilediği değişikliği yapma gücü olmasına rağmen, sırf belli hesaplarla her gün aşikar şekilde Allah’ın(CC) ve Rasulullah’ın(sav) açık hükümlerine karşı hüküm, fiil ve davranışları alanen yapmaya devam eden, attığı her adımı Allah(CC) uğruna, İslam adına değil de öz menfaati uğruna hesaplar yaparak attığı buz gibi orta yerde duran bir adamı, yaptıkları zulümlerin kaynağı ne olabilir acaba diye sorgulamadan, İslam’a verdiği zararları hiç araştırmadan, halen mümin ve müslim kategorisinde değerlendirmeye çalışmak, sonrasında da kendisine iyilik yapan “Batı” topluluklarını bu zalim adam ve ona tabii olan güruhtan daha “iyi insanlar” oldukları için cennetle müjdeleme çabasına girmek nasıl bir anlayıştır, kavrayamıyorum.

      Bir insan dese ki devir fitne devridir, ben fitne hadislerine tutunurum, hicbir konu hakkında hiçbir söz etmem, evime oturur tıpkı Rasulullah(sav)’in tarif ettiği şekilde ecelimi beklerim, bu doğru tercihlerden bir tercih olmuş olur zira çok sağlam bir dayanağı vardır.
      ( Konu ile ilgili buradaki linkte güzel bir derleme mevcut: https://sorularlaislamiyet.com/hadis-i-serifte-yakinda-buyuk-fitneler-olacak-o-fitnelerde-yerinde-oturanlar-ayaktakilerden-0 )

      Lakin saf akıl kavramının sorgulanmasını hadi bir kenara bırakalım, Hz. Ali(ra)’ ye rağmen dini şahsi mantık süzgeci ile anlamaya ve kavramaya çalışan insanların kâfir, müşrik, münafık gibi kavramları sınıflandıramaması pek de beklenmedik bir sonuç olmasa gerek.

      Dini anlamak için ayetleri, hadisleri, cereyan eden olayları, yaşandıkları coğrafya, içinde bulunulan zaman dilimi ve tarihteki kronolojik sıralaması ile birlikte bağlamından koparmadan 5N+1K’sı ile en ince detaylarına kadar araştırmadan, sadece ulaşabildiği bilgi parçalarını kendi zihninde şahsi mantığının yardımıyla birleştirerek din anlayışına sahip olmak insanı nasıl bir sonuca ulaştırır bilemiyorum.

      Münafık kavramını ve onlara yaklaşım tarzı, çok sayıda ayet ve hadis ile izah edilmiş, alametleri ortaya konulmuş olmakla birlikte bu konu ile alakalı en çarpıcı ve somut örnek Abdullah İbn-i Übey İbn-i Sel’ul vakasıdır.

      İbn-i Sel’ul hicretin dokuzuncu yılı Şevval ayının sonlarına doğru (şubat ortaları 631) hastalandı; yirmi gün süren bu hastalıktan sonra da öldü. Oğlu Abdullah İbn-i Abdullah (ra), babasını kefenlemek için Rasulullah’tan(sav) gömleğini istedi, cenaze namazını kıldırmasını da rica etti. Bu vefat öncesinde Mustalik Gazvesinden dönülmesi sonrasında Hz. Ömer(ra), İbn-i Selûl’ün öldürülmesi için Resûl-i Ekrem’in(sav) emir vermesini istemiş, fakat Peygamber(sav), “Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor” tarzında bir ithama mâruz kalmak istemediğini beyan ederek bu teklifi kabul etmemişti. Ancak Hz. Peygamber’in(sav) bu kararını henüz duymamış olan Abdullah İbn-i Abdullah (ra) Peygamber’e(sav) giderek, eğer babası öldürülecekse, daha sonra intikam hissine kapılarak bir mümini öldürmemek için, bu görevi bizzat kendisinin ifa etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber(sav) buna izin vermedi ve ona babasıyla iyi geçinmesini tavsiye etti. İbn-i Sel’ul vefat edince Abdullah İbn-i Abdullah’in (ra) isteği üzerine Rasulullah(sav) gömleğini verdi, fakat namazını kıldırmak için harekete geçtiği sırada Hz. Ömer’in(ra) ısrarlı itirazlarıyla karşılaştı. Ömer(ra), Tevbe sûresinin sekseninci âyetine dayanarak münafıkların affı için dua edilemeyeceğini ileri sürüyordu. Buna rağmen Rasulullah (sav) İbn-i Sel’ul’ün cenazesini kıldırdı. Nihayet aynı sûrenin nâzil olan seksen dördüncü âyeti, Ömer(ra)’ı tasdik etti ve münafıklara dua etmeyi, kabirlerini ziyaret etmeyi kesinlikle yasakladı.

      İbn-i Sel’ul’ün yaklaşık dokuz yıllık süren münafık yaşamında bir çok olay ve hadise yaşanmış olsa da bu konudaki hükümler Devr-i Risalet ‘in hitama ermesine iki yıl kadar bir süre kala kesinlik kazanmış oldu.

      Münafıklarla ilgili konulara bakınca birçok hadisede Ömer(ra)’in yaklaşımları görülmektedir. Nitekim Nisa suresinin 65. ayetinin nüzul sebebi bağlamıda rivayet olunan vakıalardan birisi de İbn-i Kesir tefsirinde yer almakta olup son derece çarpıcıdır.

      Birisi yahudi diğeri müslüman olan iki adam, bir konuda Rasulullah’a(sav) gelip aralarında hükmetmesini istediler. Rasulullah’ın(sav) verdiği hükmün aleyhinde olduğunu gören kişi, “Bizi Ömer’e gönder, o aramızda hükmetsin.” dedi. Resulullah(sav) da “Tamam, haydi ona gidin.” diye buyurdu.

      Hz. Ömer’in(ra) yanına vardıklarında, hüküm lehinde verilmiş olan Yahudi “Ya Ömer! Muhammed (sav) aslında aramızda hükmünü verdi. Fakat bu arkadaşım -hüküm aleyhinde olduğu için- sana gelmemizi istedi ve Muhammed(sav) de izin verdi.” deyince, Ömer(ra), -diğer adama da bunu doğrulattıktan sonra- “Bekleyin, şimdi aranızda hükmü vereceğim.” dedi. Gidip kılıcını alıp geldi ve Resulullah’ın hükmünü kabul etmeyen müslüman adamı öldürdü.

      Yahudi gidip durumu Rasulullah’a(sav) haber verince Rasulullah(sav): “Ömer’in mümin bir insanı öldürmeye cüret ettiğini tahmin etmiyorum.” dedi.

      Nisa suresi 65. ayet:
      فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا
      Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip, verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.

      • Her ne kadar bazı yorumcular burada bana hakaretler etse, iftiralar atsa, yazdıklarımı çarpıtsa da, 37 yıllık yaşamımın onlarca yılını milattan önceki dönemden kalma Aristo mantığının bir üst level’ine taşıyamamış, onca yıl bilimle uğraşırken skolastik bataklığa saplandığımı fark edememiş, akıl ve mantık kavramlarını eleştirip sorgulayamamış, yaşanan sürecin bir sonucu olarak belki de bu satırları okuyan bir çok kişi gibi binbir badireden geçip tabiri caizse sürüklenerek Almanya’ya gelebilmiş, buradaki sonradan Müslüman olan insanların İslam’a nasıl karar kıldıklarına şahit oldukça, onların Kur’an ve Sünnet’e bağlılıklarını gördükçe, (tıpkı bu videoda anlatıldığı gibi: https://youtu.be/Jus0vbOM1ow ) kendi İslam anlayışındaki çelişkileri sorgulamaya başlamış ve içinde bulunduğu cehalet bataklığının farkındalığına uyanmış bir “der Laie” veya “layman” olarak, konuyu en baştan abece düzeyinden ele alıp adım adım algoritmik sırayla mümkün olduğunca üç boyutlu olarak ele almaya gayret ederek kavramaya, ulasabildigim sonuçları da elimden geldiğince paylaşmaya çalışıyorum.

        Ben ne yarınımı bilebildiğim iddiasindayim, ne de imanla kabre girecegime emin olduğumu zannediyorum. Bir an sonrası bile belli olmayan bir zaman çizelgesinde gelecek denilen periyot gaybi alana girerken, gaybın anahtarı da sadece Allah’ın(CC) yanında iken ve gaybi Allah’tan(CC) başkası bilebilecek değilken (En’am süresi -59) ne yarın münafık olmayacağımı bilebilirim, ne de kimin nasıl ve ne üzerine ölebileceği, kimin tevbe edip etmediği, kimin iman ile kabre gidip cennete gidebileceği hakkında bir iddiada bulunabilirim. Yazdıklarımın hiçbir satırında böyle bir iddia yok, olmasından da Allah’a(CC) sığınırım. İman ve İslam üzere ölmeyenlerin cennetin kokusunu bile duyamayacakları Kur’an ve Sünnet ile sabit şüphe götürmez bir gerçek iken nefsim adına böyle bir akıbete düçar olmaktan Allah’a(CC) sığınırım. Her insanın da İman ve İslam üzere son nefesini vermesi için dua ederim.

        Bunun içindir ki geç yaşımda idrak ettiğim çelişkilerim sonucu farkına varmaya başladığım cehaletim üzerine yapmış olduğum okumalardan derlediklerimi paylaşmaya çalışıyorum, umulur ki istifa eden olur diye.

        Tayyip Erdoğan bugünün şartlarında munafik bir kâfirdir. Ölmeden önce tevbe eder, yaptığı yanlışları itiraf eder, itikadini düzeltir, Kur’an ve Sünnet’e dönüp ittiba ederse, yeniden müslüman olamayacağını şu an itibariyle kimse bilip de söyleyemez. Vahşi bin Harb(ra) gibi bir örnek varken kimse Allah’ın(CC) rahmetinden müstesna tutulacak değildir.

        وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
        Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.
        (3/Âl-i İmran Suresi, 129)

        Nefsimle birlikte herkesi davet ettiğim şeyse şudur ki, söylenen yazılan ne varsa elinize alın, enini boyunu en ince detayini iyice araştırın, bir konu hakkında gerekirse saatlerce günlerce okuyun, sonra Kur’an ve Sünnet terazisine vurun, Kur’an ve Sünnet’e uyanını alın, uymayanını kaldırıp atın. Allah(CC) ile aldatılmamak için Allah(CC) ve Rasulü’nü(sav) tanımak, her şeyi ilk önce Kur’an ve Sünnet’e götürmek, ben nasıl anlıyorsam değil, Rasulullah(sav) nasıl anladıysa, Sahabe’nin ve Tabiin’in alimleri (rac) nasıl anladılarsa doğru olan odur demek bağnazlıksa eğer, varsın öyle olsun. Daha matematiğin ve fiziğin çözülemeyen konularına, açmazlarına, bilinemezlerine, tanımlanamayanlarına kafa yorup, ele alıp da kavrayamamış, sınırlarını zorlamamış, neyi bilip neyi bilmekten aciz olduğunu idrak edememiş zihinler, söz konusu din olunca akıl ve mantık kavramlarını diğer şer’i unsurların önünde veya eşit derecede yanında bir unsur olarak görebiliyorlarsa, söyleyecek söz kalmamıştır.

        “Bundan sonra, şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed’in(sav) yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlardır. Sonradan çıkarılan her şey bidattir, her bidat sapıklıktır, her sapıklık da ateştedir.” (Sahih-i Müslim, Hadis no:867)

        وَبَرَزُوا لِلّٰهِ جَم۪يعًا فَقَالَ الضُّعَفٰٓؤُ۬ا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ اَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ قَالُوا لَوْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَهَدَيْنَاكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَجَزِعْنَٓا اَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَح۪يصٍ۟
        Hepsi beraber Allah’ın huzuruna çıkarlar. Mustazaflar (zayıf durumdaki birilerine tabii olmuş avam takımı), müstekbirlere (kendisine tabii olunan kibirli havas ehli) derler ki: “Biz (dünyada) sizin tebaanızdık. Şimdi siz, Allah’ın azabına karşı bizi koruyabilecek misiniz/bize bir faydanız olacak mı?” Diyecekler ki: “Şayet Allah bizi hidayet etmiş olsaydı, biz de sizi hidayet edebilirdik. (Artık bir önemi yok.) İster (bu azaba) sabredelim, ister dövünüp yakınalım farketmez, bizim için kaçış yoktur.”
        (İbrahîm Suresi – 21)

        وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۨ الْقَوْلَۚ يَقُولُ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَٓا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِن۪ينَ
        Kâfirler dediler ki: “Bu Kur’ân’a da onun öncesinde gelmiş (Kitaplara da) inanmayız.” Sen, o zalimleri Rablerinin huzurunda durdurulurken bir görseydin! Birbirlerine laf atarlar. Zayıf bırakılmış (mustazaflar), büyüklenen (müstekbirlere) derler ki: “Siz olmamış olsaydınız biz, müminler olurduk.”
        (Sebe’ Suresi -31)

        قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُٓوا اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَٓاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِم۪ينَ
        Müstekbirler, mustazaflara derler ki: “Hidayet size geldikten sonra, biz mi sizi ondan alıkoyduk? (Hayır, öyle değil!) Bilakis sizler, suçlu günahkârlardınız.”
        (Sebe’ Suresi – 32)

        وَقَالَ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اِذْ تَأْمُرُونَنَٓا اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ وَنَجْعَلَ لَهُٓ اَنْدَادًاۜ وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَۜ وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ ف۪ٓي اَعْنَاقِ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
        Mustazaflar, müstekbir olanlara derler ki: “Bilakis (işiniz gücünüz) gece gündüz hile (yapmaktı)… (Çünkü) siz, Allah’a karşı kâfir olmamızı ve O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz bize.” Azabı gördüklerinde (için için yanarak) pişmanlıklarını gizleyecekler. Biz, kâfirlerin boynuna zincirli halkalar geçirdik. (Ne yani) yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?
        (Sebe’ Suresi – 33)

        قَالَ ادْخُلُوا ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ فِي النَّارِۜ كُلَّمَا دَخَلَتْ اُمَّةٌ لَعَنَتْ اُخْتَهَاۜ حَتّٰٓى اِذَا ادَّارَكُوا ف۪يهَا جَم۪يعًاۙ قَالَتْ اُخْرٰيهُمْ لِاُو۫لٰيهُمْ رَبَّنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَضَلُّونَا فَاٰتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِنَ النَّارِۜ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلٰكِنْ لَا تَعْلَمُونَ
        (Allah:) “Sizden önce ateşe girmiş olan cin ve insan topluluklarıyla beraber siz de ateşe girin.” der. Her ümmet oraya girdiğinde, (kendi gibi sapık olan) kardeşini (ümmetleri) lanetler. Sonunda hepsi bir araya toplanınca, sonradan gelmiş olanlar önceden yaşamış olanlar için: “Rabbimiz! Bunlar bizi saptırdılar. Onlara ateşten kat kat azap ver.” der. (Allah) buyuracak ki: “Hepinize kat kat (azap) vardır. Fakat bilmiyorsunuz.”
        (A’râf Suresi – 38)

        وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا
        Diyecekler ki: “Rabbimiz! Bizler efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. (Onlar da) bizi (doğru yoldan) saptırdılar.”
        (Ahzâb Suresi – 67)

        رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْنًا كَب۪يرًا۟
        “Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onlara büyük bir lanetle lanet et.”
        (Ahzâb Suresi – 68)

        وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُبًّا لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًاۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
        (Tüm bu gerçekleri bilmelerine rağmen) insanlardan öylesi vardır ki; Allah’ın dışında birtakım varlıkları Allah’a denkler/ortaklar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise çok daha kuvvetlidir. O zalim olanlar azabı gördüklerinde kuvvetin tamamının Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın çetin bir azap sahibi olduğunu anlayacaklardır.
        (Bakara Suresi – 165)

        اِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ
        Kendisine tabi olunan (dinî ve siyasi liderler) tabi olanlardan teberrî edip uzaklaştıklarında ve azabı gördüklerinde aralarındaki (dostluk, akrabalık, ticari, dinî tüm) bağlar kopmuş olacaktır.
        (Bakara Suresi – 166)

        وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟
        Tabi olanlar diyecekler ki: “Keşke bir fırsatımız olsa da, onların bizden teberrî edip uzaklaştığı gibi biz de onlardan teberrî edip uzaklaşabilsek.” Bunun gibi Allah pişmanlık vesilesi olan amellerini onlara gösterecek! Ve onlar ateşten çıkacak değillerdir.
        (Bakara Suresi – 167)

  2. Soyle bir yanlisa dusmemek lazim: bizler Cenneti garantilemis insanlar degiliz. Bize zulmedenlerin cekme ihtimali olan cezalara odaklanip, ahirette gecer akce olan Tevhid uzere bir imani elde etmekten gafil olmayalim. Anlayanlar icin surda Hocaefendinin mevzuya isik tutacak bir vaazina link koyuyorum. Ilk 5 dakikasini dinleseniz anlarsiniz. Haşa! Allah’in isine karisma gibi bir kustahliga da dusmus olmayalim.
    https://youtu.be/Y5Q5_phi8X0

  3. H.İ.Z.M.E.T siz bir Türkçe…………

    a ve b harfleriyle tek bir anlamlı kelime yazılabiliyormuş, ab.

    a, b ve c harfleriyle 3.

    baba, aba, ab.

    a, b, c ve d harfleriyle 9.

    Babaca, acaba, baca, caba, baba, bad, aba, ada, ab.

    29 harfin 23 ünü düşünürsek, İçinde olmayan 6 harf de, H, İ, Z, M, E, T olsun.

    Ne yazarsak yazalım, ne kadar varyasyon olursa olsun, kesin olarak yazılamayacak tek bir kelime var ise, o da HİZMET kelimesidir.

    Ama bunun tabi sırf kelime bazında dahi bir bedeli var.

    Hizmet harflerini yok ediş ile birlikte, yazılamayan onlarca kelimeden de vazgeçilmiş oluyor.

    Mesela, hiçbir zaman insanlar “güzellik” kelimesini kullanamazlar, e harfi olmadığı için.

    düşünsenize, güzellk… ne kadar zorlama.. yok olmaya mahkum, e harfi olmadan.

    “iyilik” kelimesi tam bir facia olurdu ylk, çünkü i den mahrumlar. yarın kimsenin söylemeyeceğini taahhüt ederim.

    “vefa”,”sevgi”, “incelik”, “zarafet” bir çırpı da aklıma gelenler.

    En tuhafıma gideni, “memnuniyet” kelimesinin olmaması ayrıca.

    Geriye ne kalanlarla idare edecekleri ortada. Bilmiyorum. Muhakkak yeni kelimeler bulunur, 23 harfe göre yeni bir yaşanmışlık keşfedilir.

    Bir Araba Sevdası.. Recaizade Mahrum ekremin okunamaz artık, bırakın onu külliyet çöp olur artık geçmişe ait nice birikim.

    Köklerinin bir kısmını kaybetmiş, 29 unu 23 e düşürmüş bir dil, elbette eski tadını veremez. Yeni yollar bulacaklardır elbet. 23 harfle ne yazılırsa yazılsın, ne olursa olsun, biz bileceğiz o 29 harfle yazılan kitapların tadını.

    Bir felçli de yaşıyor bu hayatı tabi, melese yaşamaksa, pek birşey hatırlamayan Alzheimer de, pırıl pırıl heyecanlı meraklı gözleriyle hayatı doya doya yaşayan bir çocuk, gencecik bir adam da tabi. Mekanları aynılığı bizi yanıltmasın.

    Asıl üzücü olan, böyle olursa eğer sonraki nesillerin talihsizliği.

    Biz nasıl ki cenneti bilmiyorsak, sonraki nesillerde o eksik 6 harfin olmasıyla neleri kaçırdığın bilmeyecek.

    Hani diyorlar ya, Ay her yıl dünyadan 3.8 cm uzaklaşıyor diye. bundan binlerce yıl sonra, gökyüzündeki tutulmaya bakanlar o güzelim tadı kaçıracaklar. Güneş tutulurken yakınlığı nedeniyle tam olarak o güneşin boşluğunu dolduran Ay, artık dolduramayacak, artık kenarlardan göründüğü için, bildiğiniz o güneş tutulmasının eski halini hiçbir zaman bilemeyecek kişi gibi.

    ………………………………………………………………………………………………………………………….

    Medeniyetler tarihi dersini alan varsa bilir, ilk olarak insanlar, sembollerle iletişime başladı. Şimdi doğru yanlışına bakmadan olayın, faslı üzerinden gidelim olur mu.

    Öyleyse eğer, bir yönüyle doğruluk payı varsa, ilkel insanlar, aga, ugu, gugu diyeyim de siz anlayın, ilk başta işte bildiğiniz o güvercinlerin çıkardığı sesler gibi sesler çıkararak iletişime başlamışlar.

    Dilin evrimleşmesini anlatan filologlar, avlanmak için bir araya gelen insanların, konuşmaya ilk başlamalarına, hayatta kalma güdüsünün sebep olduğunu ve zorunluluklar olduğunu söylerler.

    Avda ell işareti ve ağızları ile ses çıkartarak, avı tuzağa senkronize içinde düşürmek için bir çeşit sembollerle iletişime geçerler imiş.

    Dediğim gibi, bunlar benim fikrim değil, medeniyetler tarihi dersinden aklımda kalanları alıntılıyorum. Suçu, günahı, cehaleti, yalnızlığı bunu yazan koca koca titr li Prof lara.

    Zaten faslı na bakalım noktasındayım ve devam edelim bence…

    Kadınlar da meyve topladıkları için, ki ilk eteğin buradan çıktığını söylerler, meyveleri kolay bir şekilde koymanın en güzel yolu etekte toplamak, birbirinden ayrı, biri avlanan diğeri de onları bekleyen iki grubun oluştuğu söylenir. Alın size avcı-toplayıcı grup.

    Akşam olunca da, bu iki grup, yani avlanan erkekler ile mevye toplayan kadınlar ateşin etrafında toplanır, o yaz gecelerinin romantikliği ve yıldızlar altında, başlarında eskiden avcı olan ama şimdi yaşlanmış büyüklerinin eşliğinde, ateşin etrafında dans ederlermiş. Derken gündüz yaptıkları işleri anlatma ihtiyacı hissedilir ve işte avdaki o agalar, gugular, hugular daha da genişletilerek anlatılmaya çalışılır, bizim bildiğmiz dili ortaya çıkarırmış bu süreç.

    Bildiğiniz agalı, ugulu, gugulu dönemler.

    Şaka gibi ama ince sesli harflerin çok ama çok az çıktığını, e ve i harfi mesela. daha çok kalın sesli ve sessiz harflerin birleşiminin kullanıldığını söylerler.

    Bildiğiniz ilkel insanlar da, tıpkı bugünün ilkel insanları gibi, hizmet, iyilik, güzellik, naiflik, naziklik, nezaket, zarafet vb pek çok şeyi söyleyemezmiş.

    Söyleyemezmiş söyleyememesine de, bu sadece tabiki bir sembol. Elbette onlarda, iyilik, güzellik, hisleri bugünkü gibi varmış.

    Tekrarlarsam,

    İlkel insan diyemese de, sevginin, iyiliğin, güzelliğin, vefanın adını ağzına almasa da onun ruhunu yaşıyor durumda imiş. İlkellik bir çeşit dilsel gelişim eksikliği, hissediş eksikliği değil imiş.

    Sevgiyi, merhameti, iyiliği, güzelliği biliyor gayet de tabi biliyorlarmış.
    …………………………………………………………………………………………….

    Tersine evrimi duydunuz mu bilmiyorum. Bir süre sonra bunun insanlarda yaşanacağını söyleyen bilim adamları oldu. Yapay zekanın gelişmesi, iOT cihazlarının yaşantımıza girmesiyle, görünür gelecekte, psikologumuzdan tutun iş yerinde arkadaşımıza bunlar olacak. Büyük bir teknolojik işsizliğin temeli şimdiden atılıyor da deniyor zaten.

    İşte böyle bir durumda, kendisi için herşeyi hesaplayan, yapan eden yapay zeka larla birlikte, pas tutup, tersine evrimi yaşamaya başlayacağı söyleniyor.

    Bu mümkün mü derseniz, gayette tabi mümkün derim. Örnek olarak da malesef günümüzü, ülkemizi veririm de.

    Dikkat ediyor musunuz, toplumun her tarafından kovulan Hizmet, dilden de kovulunca, ne iyilik, ne güzellik, ne vefa, ne merhamet, ne şefkat kelimeleri kullanılır oldu.

    Bir google analizi, istatistiki yapılsa, en çok geçen kelimeler diye, iyilik, güzellik, gibi insani güzel şelyerin artık anılmadığnıı da görürsünüz.

    Demek ki, Hizmet öyle sadece 6 harften oluşan bir kelime değil.

    Çekince geriye, yanında neler de gidiyor neler.

    Peki bunu yapanlar, ebed kalır mı..

    Toplum bir kere kalmaz inanmazsanız bir de siz bakın, h.i.z.m.e.t en az iki harfi eksik olarak ne kalırsa o kalır ya da.

    Ne Reis kalır, ne tarikatı, ne cemaati.

    Şaşıracaksınız herşey zıddıyla bilinir ama, ergenekonu dahi kalmaz.

    Geriye hemen hemen hiç birşey kalmaz.

    Hizmet deyip geçmeyin….

    İlginç ki, bu savı savunanlar için Türkiye güzel bir örnek.

    Nasıl ki güzel Türkçemizin alfabesinden H, İ, Z, M, E, T harfleri çıkınca, onlarla kullanılan nice güzel kelime de çıkıp, geriye görece daha ilkel bir hal kalıyor,

    Hizmetin şahsi manevi olarak Türkiye den çekilmesiyle de sanırım, harflerinden müteşekkül, iyilik, güzellik, vefa, güzellik vb çok güzel şeylerde gitmiş oluyor.

    Tersine evrimle ilgisi ne derseniz, şunu derim.

    İlkel insanda hissetme günümüzden farkı değildi, ki korku duygusu sevinç duygusu onlarda hiç aşağı değildi.

    En aç zamanda, bir avı yakalamanın gururu, getirdiğinde kabilenin o mutlu sevincini garantili bir işte çalışan, bir 657 ye tabi kişi yada nasıl anlayabilir ki.

    Hatta herşeyi gibi duyguları da taşkındı diyebiliriz.

    Kısaca, geçmişte, hizmet kelimesini söyleyemese de, ilkel insan, hizmet in ruhundan teşekkül eden, iyilik, güzellikleri biliyordu.

    Şimdi öyle değil. Hizmete dair ne varsa ülke de kazınmaya çalışıldığını biliyoruz.

    Su

  4. وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
    Gerçeği bildiğiniz hâlde hakkı batılla karıştırıp (bu suretle) hakkı gizlemeyin.
    (2/Bakara Suresi, 42)

  5. An itibari ile, RTE zahiren, diliyle, davranışla “ben müslümanım, kafir/münafık değilim” diyor. Kalbini hiç kimse bilemez. Zulmü ve günahları olda dahi beyanı bu.

    Eyüp Bey, siz neye dayanarak RTE nı KESİN bir kafir ve münafık olduğunu bilebiliyorsunuz?

    • İbn-i Sel’ul de diliyle “ben müslümanım” dedi, zahiren müslüman olarak görüldü, müslüman muamelesi gördü, cenazesi müslüman gibi defnedildi. Tevbe suresi 84. ayet sonrasında “ben müslümanim” diyen diğer münafıklar “müslüman muamelesi görmediler”.
      Hz. Ebubekir(ra) hilafeti döneminde “sadece ve sadece” “zekat vermeyi reddettikleri” için ben müslümanim diyen kabilelerle savaştı, onlardan ölenler cehenneme gitti, müslümanlardan ölenler şehit oldular.

      Kalbini mi yardın hadisesi savaş durumunda cereyan etmiş bir olaydır.(Buhârî, Diyât 2, Meğâzî 45; Müslim, Îmân 158-159. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre, 11)

      Bir insanın Kelime-i Tevhid ile dine girmesi başka bir şey, söz ve davranışlarıyla, yapıp ettikleriyle Kelime-i Tevhid’i muhafaza etmesi ve müslüman olarak kalması başka bir şey. Kavramları karıştırmayalım lütfen.

  6. Bir insan (RTE), zulmü ve günahı olsa bile, ben münafık/ kafir değil müslümanım diyorsa, kalbini de bilemeyeceğimize göre, yok sen an itibari ile MÜNAFIK veya KAFİRSİN nasıl denebilir?

    Eyüp beyden cevap bekliyorum..

  7. Hocam yukarıda yazdıklarımda RTE’nin neden kâfir ve münafık olduğunu gerekçeleri ile belirttim. Lütfen bir kere dahi olsa kâfir ve münafık kavramlarının tanımlarını araştırın. Bütün problemler kavramların gerçekte ne anlama geldiklerini ıskaladığımız zaman başlıyor.
    Lütfen bir kere olsun Rasulullah(sav) kavramları nasıl tanımlamış, Ashab-ı Kiram(rac) döneminde kavramlar nasıl anlaşılmış, biraz kendiniz araştırın lütfen. Benim veya bir başkasının ne dediğinin, ne yazdığının veya nasıl anladığının hiçbir önemi yok. Önemli olan Rasulullah(sav) nasıl anladı ve anlattı, onun Ashabı(rac) nasıl anladı ve anlattı, hayır üzere olacağı işaret edilen ilk üç nesil kavramları nasıl anladı ve anlattı meselesidir. (Cevâhîrul-Buharî, s. 230, (Kitabus-şehadat 9. 378. hadis); Sunenun-Neseî, VIII, 94; Sunenu İbn-i Mâce II, 137 (no 3957) 1346; (no: 4053-4054); Sahîhul-Buhârî, VIII, 94).

    İslam nedir, iman nedir, ihlas nedir, samimiyet nedir, salih amel nedir, iyilik nedir, içtihat nedir, karar vermek nedir, hüküm vermek nedir, kâfir nedir, müşrik nedir, münafık nedir gibi kavramların tanımlamaları eksik veya hatalı anlaşılınca bir sürü çelişki birbirini sıralıyor.
    Bir müslüman bu kavramları kendi akıl ve mantığı ile anlayamaz, mühim olan Rasulullah’ın(sav) nasıl anladığı ve anlattığıdır, Asr-ı Saadette’ki uygulamalardır. Bu sebeple Allah(CC) aşkına neye inandığınızı gidip araştırın, okuyun lütfen. Dininizi sahih kaynaklardan okuyarak öğrenin. Temel kaynakları es geçersek tutarsızlık yaşamak son derece normal bir durum.

    Bir insan La ilahe illallah deyince kurtulmuş olmaz. Ben Müslümanim demek ile müslüman olunmuş olmaz. Bir insan şehadet ile dine girer, o şehadet ile savaşta canını kurtarır, lakin bu onun sonrasında söz ve fiilleriyle müslüman kalacağını garanti etmez. Bir insan namaz kılınca, cihat edince İslam’ın farz ve sünnet dahil her gerekliliğini şeklen yerine getirince müslüman kalmış olmaz. Imanı bozacak küfür lafız veya fiillerinden uzak durmak gerekir.
    İbn-i Sel’ul yıllarca namaz kılmış, cihadlara gitmiş bir adamdır. Yaklaşık dokuz yıl. Şeklen müslümanlik adına her şeyi yapmıştır, lakin münafık bir kâfirdir. Tevbe Suresi 64, 65, 66. ayetlerin de İbn-i Sel’ul veya Rebia b. Sabit hakkında nazil oldukları rivayet edilmiştir.

    RTE’nin kendi küfrü ile ilgili bir sürü somut delil mevcut. 15 Temmuz sonrasında tövbe edin kabul edelim diyen bir adam, kendi ağzıyla Kur’an’ın güncellenmesi gerektiğinden bahseden bir adam dilerse Kabe’nin dibinde yaşasa, sonuç değişmez. Bunlar açık küfür sözleridir.
    Rasulullah’ın(sav) ve Ashabının(rac) uygulamalarına bakın lütfen.
    RTE işine geldiğinde faizi kabul edemeyiz, nass böyle emrediyor deyip de işine gelince faizi salıvermiş bir adam. Bir sözünden dönmesi bazen birkaç ay bile sürmeyen bir adam. Allah’ın(CC) ve Rasulü’nün(sav) hükümleri birilerinin kafalarına, heva ve heveslerine göre istedikleri gibi, işlerine geldiği gibi değiştirebilecekleri şeyler değildir. Bir insan suret olarak müslüman olarak görünüyor fakat Allah’ın(CC) hükümlerine “haşa” duruma göre ayarlanır “oynanır bir şey” muamelesi yapıyorsa bu adam münafık bir kâfir olur.
    Yukarıda yazdıklarımda da bir sürü detaylı açıklama yaptım. Linkler ve kaynaklar paylaştım.
    Bir iftiracının iftira atarken bunda bir mahzur görmeyince kâfir olacağına inanıp da halen RTE nasıl kâfir olur kısmını sorguluyorsanız lütfen biraz kavramların karşılıklarını araştırın. Allah(CC) ve Rasulullah(sav) aşkına açıp kitap okuyun, Kur’an ve Sünnet’e bakın, bana, ona buna değil.
    İbn-i Sel’ul dokuz yıllık sürede zahiren namazı cihadı terk etmedi, Rasulullah(sav)’in gömleği ile kefenlendi, bir müslüman gibi cenazesi kıldırıldı, hem de bizzat Rasulullah(sav) tarafından. Rasulullah(sav) cenazesinde dua etti. Sonuçta dinin kemale ermesine iki yıl kadar bir süre kala bu hususta Tevbe suresi 84. ayet nazil oldu ve kesin hüküm konuldu. Rasulullah(sav)’de bundan sonra münafık olduğu bilinen kimsenin cenazesini kıldırmadı.

    İbn-i Sel’ul’ün yaptıkları ile RTE’nin bir farkı varsa o münafığın taç giyip kral olmaya hazırlanıyorken bunu başaramamış olması, RTE’nin ise iktidarı ele geçirmiş olmasıdır.
    Lütfen yukarıda yazdığım yazılarda verdiğim kaynakları okuyun, Ehl-i Sünnet’e göre Kur’an’dan sonra en sahih kaynaklar olarak gösterilen, Sahiheyn olarak bilinen Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’den habersiz kalarak İslam anlaşılabilir mi bir daha düşünelim lütfen. Hiç olmazsa günümüze ulaşmış, yazılmış en eski tefsir olan Taberi tefsirine bir kere olsun bakalım. Zira İmam Taberi(ra)’nin o kadar güzel bir üslubu var ki ayetleri tefsir ederken önce Sahabe ve Tabiin dönemi âlimlerinin(rac) o ayeti nasıl tefsir ettiklerini yorumsuz bir şekilde iletmiş, sonrasında ben bu kanaatindeyim şeklinde belirterek kendi anlayışını ve tefsirini beyan etmiş. Bir insan İmam Taberi’nin şahsi görüşünü bile kritik edebilir diyelim hadi, lakin günümüzde yaşayan hiç kimse herhangi bir ayet veya hadisi Abdullah İbn-i Ömer(ra), Abdullah İbn-i Mesud(ra) veya Abdullah İbn-i Abbas(ra) gibi âlim Sahabelerden daha iyi anlayıp tefsir edebilecek değildir.
    Lütfen şunu unutmayalım, ismet sıfatına namzet son insan, hata ve günahlardan beri korunmuş son insan, gaybın en son habercisi Rasulullah’tır(sav). Bu nedenle her şeyi sırasıyla silsilesi ile ilk kaynaktan başlayarak okuyup anlamaya gayret etmek lazım ki tutarsızlık olmasın, kavramlar tam anlaşılsın, yerli yerine otursun.
    Ben elimden geldiğince RTE’nin küfürlerini, neden münafık olduğunu izah etmeye gayret ettim. Lütfen sizler kendiniz de araştırın.
    Tağut kavramı nedir onu da araştırın lütfen ve RTE bir Tağut mudur değil midir kendiniz karar verin.
    Vesselam.

  8. Bir insanın sadece Kelime-i Tevhid ile müslüman kalamayacağını anlamak için Hz. Ebubekir(ra) döneminde yaşanan hadiseler de son derece önemlidir. O dönemde ilk çıkan fitne zekat vermeyi reddeden kabileler olmuştur. Ebubekir(ra) bu kabilelere namazı kılmalarına, orucu tutmalarına, Kur’an’ı kabul etmelerine rağmen savaşmıştır. Hatta o dönemde Ömer(ra) ordunun zayıflığı nedeniyle hemen savaşmamak yönünde görüş bildirmiş olmasına rağmen Ebubekir-i Sıddık(ra) sadece zekat vermeye reddedenlerle savaşmış, sonrasında bu kabileler tevbe ederek yeniden müslüman olmuşlardır. Bu esnada Ebubekir(ra)’in sizin ölüleriniz cehenneme gitti bizimkiler ise şehit olduğu dediği de rivayet edilir. Dikkat edin, bu kabileler Museyleme gibi peygamberlik iddiasında bile bulunmuş değillerdi, tek yaptıkları zekat vermeyi reddetmek oldu, lakin İslamin kalan tüm şartlarını yerine getirmelerine rağmen kâfir oldular.
    İslam bir günde inmiş bir din değildir ve zaman içerisinde şekillenmistir. En temel usullerden birisi de bir konu hakkında en son inen vahiy veya Rasulullah(sav)’in en son yaptığı uygulama ne ise onun esas alınacağı şeklindedir.
    Kavramları temel usül ve sistematik ile zaman mekan ve kronolojik sıralaması ile tüm açılardan ele alarak, bağlamından koparmadan anlamaya çalışmak lazım ki tutarsızlıklar olmasın.

    • Eyüp hocam,
      Ebubekir, zekat vermeyenler ile, kafir oldukları için mi savaştı yoksa devlete zekat/vergi vermedikleri için mi savaştı acaba..

      ”bir konu hakkında en son inen vahiy veya Rasulullah(sav)’in en son yaptığı uygulama ne ise onun esas alınacağı..” öncekileri ne yapalım peki?

  9. “Bir müslüman bu kavramları kendi akıl ve mantığı ile anlayamaz, mühim olan Rasulullah’ın(sav) nasıl anladığı ve anlattığıdır, Asr-ı Saadette’ki uygulamalardır.“

    Tamam da hocam, bu kavramları başka neremiz ile anlayacağız?

    Allah bildirmeden, Peygamber bile dün zahire göre (ibni selül e) davranmış. Bize bugün kim zahirin batınını bildirecek hocam?

  10. Eyüp hocam,

    Maşallah akide uzmanısınız. RTE yi anladım, teşekkür ederim.

    Ben akıl ve mantık ile çözemiyorum da.. Acaba H. Akar, H.Fidan, İ. Kalın ve diğer kabine üyeleri kafir mi, münafık mı? Madem müslümanız demeleri kafi değil.. Onları da açıklayıverseniz de öğrensek bi zaten hocam..

    • Konu sadedden cikiyor. Bu saydiginiz isimler seytanin yeryüzündeki temsilcileridir. Kötüdürler. Simdi su soruya kendi icinizde bir cevap bulunuz: Sayet bu isimler Hiristiyan bi ülkenin basindaki kisiler olsaydilar ve biz de o ülkenin Müslüman vatandaslari olsaydik, sirf Müslüman oldugumuzdan dolayi zulme maruz kalsaydik, bunlar Hristiyan diye ezber mi yapacaktik? Bütün Hristiyanlari töhmet altinda mi birakacaktir.

      Müslümanin ne olmasi gerektigi belli. Müslümanin dereke ve dereceleri de belli. Bunlari hepimiz asagi yukari biliyoruz.

      Öyleyse bu “BUNLAR MÜSLÜMAN” vurgusunun bir sebebi olmali. Yazar, acik ve net olarak meramini ortaya koymali. Her yazinin bir iddiasi vardir ve iyi yazilar en basta o iddiayi ortaya atar ve ardindan delillendiriler. Yazarimizda delil de cok ama merami net degil.

  11. Vay be, nerden nereye.. önceden rehberlik der ve 4 mü 5 mi diye keyfiyet sorarlardı.. şimdi deccal, süfyan, şeytan temsilcisi, münafık ve kafir listeleri yapar oldular..

    Önceden yunus, mevlana.. denirdi. Şimdide tekfir eder oldular..

    Allah size istikamet versin ey eski ehli hizmet kardeşlerim..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin