YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazıları-6)
Bir sonraki yazımda ikinci sebep diyerek sekülerleşme trendi, hayat ve anlam arayışı, Tanrı-alem ilişkisi, mutluluk, özgürlük, Batı medeniyeti tecrübesini, deizm, agnostisizm ve ateizm gibi üst başlıklara ayırabileceğim konulara başlayacağım demiştim.
Öncelikle deist, ateist, panteist ve agnostik tavırların bir sonuç olduğunu düşünüyorum ve bu sonuçta rol oynayan ana faktörlerden en etkin olanlarından biri bana göre Tanrı’ya inanç alternatiflerinin gündemde olmasıdır. Daha önceki yazımda ifade ettiğim gibi Charles Taylor’un “Eskiden Tanrı’ya inanmamak imkânsız iken bugün inanmamak kolay, hatta kaçınılmaz,” sözünü aktarmıştım. Nitekim Tanrı’ya inanç ekseninde yapılan saha araştırma sonuçlarına baktığımızda bu sonucu matematiksel veriler halinde görmek mümkündür.
Bu verilerden birine göre Çin’de yüzde 67, Hollanda’da yüzde 50, Çekya’da yüzde 25, Güney Kore’de yüzde 23, Belçika’da yüzde 21, Fransa’da yüzde 21, İsveç’te yüzde 18, Danimarka’da yüzde 16, Slovenya’da yüzde 15, Almanya’da yüzde 14, Norveç’te yüzde 11 oranında nüfus kendisini ateist olarak tanımlamaktadır. Aynı çalışmalarda irreligion, nonreligious veya unaffiliated kavramları ile belirlenen kendini hiçbir dine veya inanç grubuna ait hissetmeyen bununla beraber inanç bağlamında durduğu yeri henüz belirleyemeyen insanların oranı yüzde 20’lerle ifade ediliyor.
Neden? İnsanlık teknik ve teknolojik gelişmeler neticesi almış olduğu mesafe sonucu Tanrı’ya ihtiyaç duymayacak bir kazanım mı elde etmiştir? Bu görüşü savunanlar var. Onlara göre hayatın idamesi için hayvancılık, ziraat, avcılık vb. şeylerin yapıldığı dönemlerde insanlar, üstesinden gelemedikleri, çaresiz kaldıkları, imkanlarının karşılaştığı sorunları aşmak için yetersiz olduğu yerde kendilerini bütün bu sorunları mutlak hakimiyeti, her şeye gücü yeten kudretiyle aşabilecek bir varlığa inanmak zorunda hissetmişlerdir. Mesela hayvanı hastalandığında onu iyi edecek bilgiden ve araçlardan mahrum olan insanlık bunu o mutlak güç dediği Tanrı’ya inançla aşmaya çalışmıştır. Bunun için O’ndan gelecek her türlü yardıma açık olduğunu gösteren dua, kurban vb. ritüellere baş vurmuştur. Ama şimdi zooloji, veterinerlik, farmakoloji, toksikoloji, viroloji, patoloji vb. isimlerle anılan bilim dallarındaki gelişmelerle hayvanının hastalıkları tedavi ettirebilmektedir.
Aynı şey tarlasındaki yağmura ihtiyacı olan çiftçi için söz konusudur. Yağmur duası başka hiçbir çarenin olmadığı bir yerde insanın müracaat ettiği bir ritüeldir. Ama şimdi insanlık ekinlerini muhtemel bir susuzluk ve yağmursuzluk durumunda sulayabilmek için normal su kuyuları, artezyen kuyuları, farklı su depolama yöntemleri, güneş enerjisi ile sulama sistemleri, sun’i yağmur yağdırma, susuz tarım yapabilme imkanları ile aşabilmektedir.
İki ayrı alandan verdiğimiz bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Özellikle insan sağlığı ve tıp alanındaki baş döndürücü gelişmeler burada mutlaka hatırlanması belki liste başı yapılması gereken bir örnektir. Bu görüşü savunan kişilerin izahlarına göre kadim dönemlerde Tanrı-alem ilişkisi adına ortaya konan söylemler ve argümanlar bu gelişmelerle günümüz insanının nezdinde geçerliliğini yitirmiş, veterinere giderek hayvanının derdine çare bulma, ilmi gelişmelerle suyu depolama hatta suya ihtiyaç duymayan tarım metotlarının varlığı doğal olarak Tanrı inancını hayatın dışına çıkarmıştır. Bu da doğal olarak inanma oranlarına tesir etmiştir.
Doğru mu bu yaklaşım? Karşıt argümanlarla nice tartışmaların yapıldığı bir konu bu. Oraya girecek değilim, isteyenler bu konuda oluşmuş literatüre bakar ve nihai kararını kendisi verir. Ama şurası tartışma götürmeyecek ölçüde kesin, sadece İslam değil diğer din ve inançlar da dahil, onların inanç esaslarını, ahlaki değerlerini, normatif alandaki düzenleyici kurallarını açıklamada kullanmış oldukları dil günümüz insanının konuştuğu ve anladığı dil olmadığı gibi öne sürdükleri argümanlar da kabullendiği argümanlar olmaktan uzak. Tanrı inancını örnek olarak aldığımız için oradan hareketle net bir sonuç cümlesi söyleyeyim: Kelam ilminde ortaya konan izahlar ve açıklamalarla bugün Allah inancını anlatamayız; ne neslimize ne kendimize ne de her kim olursa olsun muhataplarımıza.
Bu satırlar değerlendirilirken şu gerçek unutulmamalı, söz gelimi Kur’an’ın nazil olduğu, Peygamber Efendimizin hayatta bulunduğu dönemlerde din insan, aile, toplum ve devlet hayatının merkezinde idi. İslam düşünce ve medeniyet anlayışının kurucu metinlerinin kaleme alındığı, eleştirel ve yaratıcı düşüncenin alabildiğine canlı olduğu 4-5 asır içinde de değişen bir şey olmadı. Akla ne gelirse gelsin her bir şeyin açıklamasında din merkeze konuyor, o istikamette düşünceler geliştiriliyor, deliller sunuluyor, izahlar yapılıyordu. Aile yapılanmasından devlet düzenine kadar her şeyde din hakimdi. Haliyle muhatapların idrak, algı ve kabul seviyesine bağlı olarak kullanılan dil ve sunulan argümanlar da insanların hem zihin dünyalarında hem de günlük yaşamlarında karşılık bulurdu.
Aklıma gelen ilk misali vereyim. Kur’an Gaşiye suresi 17-20 ayetlerinde şöyle diyor muhatapları olan Hicaz coğrafyası insanına: “Peki onlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” Nüzul toplumunda yaşayan insanlar için hem ayetlerin literal lafızlarının ifade ettiği mana hem kullanılan dil hem de Allah’ın varlık ve birliğine delil olarak sunulan bu argümanlar yeterli idi. Ama ya şimdi?
Sakin yanlış anlaşılmasın, bu ayetler günümüz insanın bir şey ifade etmiyor demiyorum. Aksine taşımış olduğu mesajlar itibariyle çok şeyler ifade ediyor. Hatta bazı tefsirlerde yazıldığı üzere bu ayetlerden hareketle zoolojiden, astronomiye, jeolojiden tarih ilmine kadar birçok ilim dalı ile uğraşmanın gerekliliğine deliller de çıkartılabilir. Fakat benim vurgulamak istediğim şey bahsini ettiğim günümüz insanına hitap edecek tarzda yorumlar yapmaksızın bunları zahiri anlamları ile dile getirmek yeterli olmuyor, sadece buna bakaraktan insanlar Allah inancına koşmuyor, hatta bu söylemleri çağdışı olarak nitelendirerek dinden ve inançtan uzaklaşıyor. Eğer bu tespitime katılıyorsanız bizim acilen yapmamız gerek şeyin söylem dilinde ve sunulan delillerde maksada hitap edecek tarzda bir değişikliğe gitmemiz gerektiği görüşüne de katılırsınız.
Evet, bizler İlahi hitabın tabiatını keşfedip, onun yeniden farkına varıp mesajlarını günümüz insanının idrak seviyesine indirmenin ve izahını yapmanın yollarını bulmak mecburiyetindeyiz. Yoksa kelamdan fıkha hiçbir değişikliğe gitmeden nesilden nesile intikal eden söylem, argüman ve metodolojileri olduğu gibi kullandığımızda söz gelimi bazı kesimlerin seslendirdiği “Kur’an çöl kanunudur” türünden yakıştırmaları kendi çocuklarımızdan bile duyarız.
Devam edecek…