YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
İstanbul seçiminin ardından Türkiye toplumunda bir bahar havası oluştu. Ekrem İmamoğlu’nun ciddi bir oy farkı ile seçimi kazanması, geniş kesimlerin Erdoğan döneminin sonunun başlangıcı olarak değerlendiriliyor. Haklıdır bu değerlendirme. Erdoğan’ın ve AKP’nin 2002 yılından beri süren iktidarı, ciddi bir darbe almış, erime sürecine girmiştir. Halkın önemli bir bölümünün desteğini kaybetmiştir.
Buna karşılık CHP’li Ekrem İmamoğlu’nun aldığı oy oranı (%54+) önemsenmelidir. CHP yükseliştedir. Bu değerlendirmeler herkesin üzerinde mutabık olduğu gerçekleri yansıtıyor. Ancak biraz daha derinlemesine analiz edildiğinde, tablonun pek de öyle olmadığı görülecektir. Görmeyi istediklerimizi değil, olanı görmek önemli.
Gönül ister ki bu süreç bir demokratikleşmeye ve normalleşmeye kapıyı aralasın, Türkiye hukuk devletine ve anayasal sistemine geri dönsün. Bu temenni ve dileklerin gerçekleşmesini kim istemez? Ancak siyasi analizler, temenni ve dileklerden farklı bir işleve sahiptir. Olan durumu artılarıyla olduğu kadar eksileriyle de ortaya koymak gerekiyor ki, sürecin nereye varacağına yönelik olasılıkları detaylı olarak ortaya koyabilelim.
Bu seçimlerin sonuçlarına iki perspektiften yaklaşılabilir:
Perspektif-1
Bu perspektife göre bugün yaşanan insan hakları sorunları geçici bir anomalidir. Sistemi tıkayan ve anayasal düzeni keyfi olarak engelleyen Erdoğan, AKP ve ona destek olan MHP’dir. Erdoğan ve MHP, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan güvenlik sorunları nedeniyle Olağanüstü Hal ilan etmiş, bu çerçevede başvurdukları bazı tedbirleri anayasal sistemden sapmalar göstermiş, Erdoğan bu durumu gücünü genişletmek için bir fırsata çevirerek otoriter bir başkanlık sistemi kurmuştur. Dolayısıyla sorun Erdoğan ve onun siyasi ortağı olan MHP’dir. Bu iki siyasi güç merkezi eğer demokratik yollarla mağlup edilebilirse, Türkiye yeniden normalleşme sürecine girecektir ve anayasal hukuk devletine geri dönülecektir. Bu sayede takibata uğratılan geniş halk kesimleri özgürlüklerine kavuşacaktır. Hapishanedeki tutuklular ve gözaltındaki mağdurlar ile KHK’larla kamudan ihraç edilenler aklanacak, özgürlüklerine ve işlerine kavuşacaklardır. Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanı seçilmesi, Saray rejimi için sonun başlangıcıdır. Bu süreç bir demokratik dinamiktir. Çünkü İmamoğlu ve CHP-İYİ Parti koalisyonu ile HDP’nin dışarıdan bu koalisyona destek vermesi, demokratik bir blok oluşturmaktadır. Bu demokratik blok oy oranını karşısındaki anti-demokratik blok olan Cumhur İttifakını yenebilecek seviyeye çıkardığını İstanbul seçimleriyle göstermiştir. Dolayısıyla ya bir erken başkanlık seçimi olacak, ya da erken seçim olmasa bile dört yıl sonraki normal seçimlerle beraber Erdoğan ve MHP iktidarını kaybedecek, Türkiye demokrasiye dönecektir.
Perspektif-2
Bu perspektife göre bugün Türkiye’deki temel sorunun tek nedeni Erdoğan ve MHP değildir. Erdoğan ve MHP’nin dışında bugünkü rejimin etkili bir askeri-bürokratik ayağı vardır. Bu itibarla Türkiye rejimi sadece Erdoğan’ın ve onun siyasi ortağı MHP’nin oy kaybetmesiyle değişemez. Çünkü bugünkü rejim sadece bir geçici-fiili durum değildir. Kurumsallaşmakta olan ve kendi diskurunu topluma endoktrine etmeyi geniş oranda başarmış, siyaseti bu diskura göre şekillendirmiş bir yapı söz konusudur. Bu yapı, majör siyasi konularda tüm partilere belirli politika tercihlerini kabul ettirmiş durumdadır. İç siyaset ve dış siyaset bu politika tercihleri ekseninde şekillenmekte. En yalın haliyle iç siyasette 15 Temmuz sonrası araçsallaştırılan “FETÖ” anlatısı ve onun üzerinden yürütülmüş-yürütülmekte olan çok geniş kapsamlı hukuksuz bir takibat, dış siyasette ise – iç siyasetteki hukuksuzluğu olanaklı kılabilmek için – Batılı demokratik normlardan koğuşu sağlayacak bir yön değişimi, tüm siyasi partilerce genel kabul görmektedir. Türkiye bu doğrultuda NATO-AB eksenli Batı yönelimi dış politikasından sapmış, Rusya-Avrasya istikametine yönelmiştir. AKP, MHP, CHP, İYİ Parti ve HDP, rejimin bu ana politika tercihlerini içselleştirmiş durumda. Dahası, bu rejimin bir diğer politika tercihi de Kürt sorununa ilişkin olan tutumudur. Bu tutuma göre, Kürtlerin kültürel-siyasal azınlık haklarının benimsenmesine yönelik tüm girişimler bölücülük ve terör olarak kategorize edilmektedir. Dahası, Suriye ve Irak’ta oluşan devletimsi yapılar düşman olarak algılanmakta, bunların her ne pahasına olursa olsun engellenmesi politikası benimsenmiş durumdadır. Bu son iki olgu ciddi bir anomalidir. Çünkü özellikle Çözüm Süreci’nin mimarı AKP’nin 17 Aralık sonrası bir anda tutum değiştirerek en şahin militarist politikalara doğru yüz seksen derecelik keskin bir dönüş yapması, en azından akademik olarak bunun neden gerçekleştiğini sormayı gerekli kılıyor. Bir diğer anomali, 15 Temmuz ve sonuçlarıdır. 15 Temmuz sonrası TSK’da gerçekleştirilen çok geniş tasfiye operasyonu ve akabinde medyaya gelen TSK hiyerarşisindeki değişmeler de akademik olarak bu gelişmelerin sorumlusunun kim olduğu sorusunun sorulmasını gerektiriyor. Bu tasfiye Erdoğan ve ekibi tarafından mı planlandı ve gerçekleştirildi, yoksa TSK içindeki bir grup bu planlamada ve uygulamada rol mü aldı? Bu soruların yanıtlanması, belli ampirik verilerle desteklenerek yorumlanmalıdır. Bu yorumlar asla komplo teorileri değildir.
Ben birinci perspektifin hiçbir şekilde gerçekçi olmadığını düşünenlerdenim. Süreç Erdoğan’ın ve MHP’nin eridiğini gösterdi mi? Evet! Peki, bu erime normalleşmeyi otomatikman beraberinde getirecek bir süreci başlatır mı? Belki. Ve bu belki en iyi ihtimaldir. Büyük olasılıkla başlatmaz. Çünkü siyaset söylemlerdir. CHP ve İYİ Parti söylemlerinde bugünkü mevcut rejimin diskurunu sorgulamamakta ve eleştirmemektedir. Bu iki partinin insan hakları konusundaki ilgisi son derece sınırlıdır. CHP, İYİ Parti’ye oranla daha ilgili göründe de, ilgi alanı daha çok sol kesimin insan hakları mağdurlarına yoğunlaşmaktadır. CHP ve tabanı için “Cemaat” ile ilintili olduğu ileri sürülen hiçbir siyasi tutuklu, gündeminde değildir. Sezgin Tanrıkulu gibi tekil siyasetçiler, CHP ana akım yönelimine tekabül etmemektedir. CHP bilakis “FETÖ” söylemini hararetle desteklemekte, Türkiye’deki her musibeti – AKP iktidarı da dâhil olmak üzere – Cemaat’e bağlamaktadır. CHP “FETÖ” söylemini en az Erdoğan ve MHP kadar benimsemiştir. İmamoğlu da adı geçen söylemi kullanıyor. Dahası HDP ve Selahattin Demirtaş da aynı diskuru benimsemiş durumdadır. Bu durumda “Erdoğan gitse ne değişecek” sorusunu sormayacak mıyız?
İkinci perspektife gelince; 15 Temmuz sonrasında TSK’da olanların rejimle alakalı boyutunu görmezden mi gelelim? Erdoğan TSK’yı eğer tümüyle kontrol ediyorsa bile, Erdoğan gittikten sonra TSK yeni gelen bir başkana-partiye itaat edecek midir? Ki kanımca Erdoğan TSK’yı tek başına kontrol altına alabilecek enstrümanlara sahip değildir. 17 Aralıktan sonra kademeli olarak “Silahlı Kuvvetler’e kompas kuruldu!” retoriği üzerinden Ergenekoncu-Balyozcu-Sarıkız’cı vs. darbe planlarından mahkumiyet almış kadrolar rehabilite edildi, aklandı ve büyük oranda aktif görevlere getirildi. Bu kadrolardan bir tanesi bile 15 Temmuz’da tasfiye edilmedi. Bunun nedenini sormayalım mı? Bunu sormak komplo teorisi değil, analitik metodun gereğidir! Dahası, bu bahsedilen subayların önemli bölümü 15 Temmuz sonrası TSK’da çok stratejik görevlere getirilmişlerdir. Bunu es mi geçelim? Dahası Rusya yanlısı politikaların ülkede genel dış ve güvenlik politikalarına egemen olduğu gerçeğini, bunu bu bahsedilen TSK tasfiyesinden sonra gerçekleşmesinin çok düşündürücü olduğunu görmeyelim mi? CHP ve İYİ Parti artı Saadet Partisi tüm bu anomalileri konu etmiyor. Onlara göre bunlar çok olağan şeyler. Acaba öyle mi? Bunlar olağan mıdır? Türkiye’nin ana güvenlik politikasını oluşturan NATO ittifakı ile yaşanan kopuş ve buhranı muhalefetin ne hikmetse ağız birliği etmişçesine “görmemesi” bir anomali değil midir?
Sonuç
Rejim muhalefeti de kapsıyor. Ve rejim Erdoğan ve MHP ittifakından daha fazla bir şey! Bu tür anti demokratik otoriter rejimlerde silahlı kuvvetleri (asker-polis) kim denetimi altına alabiliyorsa rejimin diskurunu ve karakteristiğini de o belirler. Bu gün itibarıyla Erdoğan iktidardan giderse demokrasi gelir tezini güçlendiren hiçbir siyasal veri yok. Mesela “her şey çok güzel olacak!” cümlesi bir veri değil. Ne güzel olacak? Nasıl?
Şu sorular sorulmadan ve yanıtları açıkça ortaya konmadan rejim değişikliği ve bugünkü muhalefet arasında korelasyon kurmanın Polyannacılık olduğu kanaatindeyim: Erdoğan’ın alternatifi olan partilerin
1- İnsan hakları politikalarına ilişkin pozisyonları nedir?
2- Hapisteki tüm siyasi mahkûmların durumuna ilişkin pozisyonları nedir?
3- KHK’lıların durumlarına ilişkin pozisyonları nedir?
4- NATO üyeliği ve AB yönelimine ilişkin pozisyonları nedir?
Rejimin gerçek yönetenleri 15 Temmuz sonrası tümüyle yıpranmış partilerin yerine acaba hangi partiyi kuracak, gelecekte ileri sürmek için hangi politik aktörün temelini atacak diye merak ederken, bünyesinde önemli sayıda derin devlet hesabına çalışması muhtemel kişilerin de olduğu İyi Partiyi kurdu. Sizin de yazınızda belirttiğiniz gibi, bugün birçok ülke NATO’ya girmek için can atarken NATO’dan vazgeçmeyi göze alan bir politika benimsenmesi, tarihte Türkiye’ye ve öncülü Osmanlı’ya en fazla zarar veren, belki de hiç barışamadığımız Rusya’ya ve dahi İran’a yanaşılması, 15 Temmuz garabetini saymıyorum bile, tüm bunları sorgulamayalım mı? Bunlara komplo teorisi diyenlere Allah akıl fikir versin.
Mehmet Hocam, önceki yazı ve konuşmalarınızda Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçime girmeyeceği, seçimlerin göstermelik olduğu gibi analizleri çokça ve vurgulu şekilde yapıyordunuz. Bu teziniz çöktü, bu konuda ne düşünüyorsunuz?