Savaşta bir vaiz!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Üstad Said Nursi, mahkemede yargılanırken, İstanbul’a niçin geldiğini şöyle izah etmişti: 

“Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Ta ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.

Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadet’e geldim.” (DHÖ, s35)

Yaşadığı hayal kırıklığını ise şöyle ifade eder: 

“Ben Kürdistan’ın dağlarında büyümüş idim. Hilafet merkezini güzel olarak hayal ediyordum. İstanbul’a geldim ki, burada insanlar, kalplerinde birbirlerine karşı besledikleri nefret ile iyi giyinmiş birer vahşi halinde idiler. 

Anladım ki, hastalığın aslı bu ikiyüzlülüktedir. 

Bana deli dediler. Fakat ben acı hakikati gördüm ve anladım ki, İslamlar yaşadığımız devrin medeniyetinden geri, çok geri kalmış. 

O İslamiyet ki, hakiki medeniyeti tesis ve teşkil etmiş idi. Baktım ki bizim kötü ahlakımız sebebiyle darılmış, mazi tarafına doğru gidiyor. Sanki bizi zaman-ı saadete şikayet edecektir. Bu sükutun üç suçlusu var: İlmiye mensupları, Avrupa’yı anlamayanlar, Tekke mensupları …” (İçtimâi Reçeteler-I, s91)

Nur içinde yatsın sosyolog Şerif Mardin, 1. Dünya Savaşı’nın sadece haritaları değil, pek çok mühim insanın dünyaya bakış açısını da değiştirdiğini söyler. Mardin’e göre bunlardan biri de Bediüzzaman Said Nursi’dir.

“Bediüzzaman’ın İslam’ı yeniden canlandırma yolunda katlandığı acıların, hitap ettikleriyle birlikte, kendi “iç durum”larındaki değişikliklerin de sonucu olduğu açıktır. Batı Avrupa’nın etkilerinin Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuzu ile kendinde baş gösteren psikolojik karmaşa, takipçileri arasında gözlenen benzer rahatsızlıklara paralel gider. Göründüğü kadarıyla, böyleleri için Nurcu harekete bağlanma, bazı motivasyonlar ve psikolojik durumlar sonucu ortaya çıkmıştır. Hareketin dinamiğine ilişkin bir yorum, bu durumların da kavranılmasını gerekli kılar…” (Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s 31-32)

Başka bir yerde ise, “Said Nursi son derece dindar bir insandı. İslamcı, proto-milliyetçi düşünür Cemaleddin Afgani’nin tersine, İslamiyet’le ilgili ilk uygulamalarına başlarken edinmiş olduğu pragmatik tavrı sonunda terk etti.” der. (s33)

Bu yazı serisinde hep bahsettiğimiz kısmı Mardin, kitabında şöyle izah ediyor: 

“1880’li yılların Bitlis Gazetesi’nden alınan bir parça, Osmanlıların, bu bölgeler için ‘uygarlaştırıcı misyona’ sahip oldukları yolunda bir düşünce taşıdıklarını göstermektedir.” (s56)

Yine Mardin’e göre, Bediüzzaman’ın önce tüm halkı ikna edebilmek adına medyayı kullanmaya çabaladığını ancak, hayatının ikinci evresinde daha spesifik bir yöntemi tercih ettiğini ve bununla bir Nurcu hareketin doğduğunu söylüyor. Ve ne dramatiktir ki, ülkesi ve dini için endişelenen bir münevver, ikinci evresinde ülkesi ve dini kullananlar adına tehlikenin kendisi olarak görülmeye başlıyor. (s62)

Bugünün tamamını rahmetli Mardin’in kitabıyla harcamak istemem. Son bir alıntı ile, şimdilik Mardin’e veda edelim: 

“Said Nursi’ye göre, Osmanlıların silahlı gücünün iyi amaçlar için kullanılmasında Jön Türkler son fırsatı oluşturuyorlardı. Ama ordunun 1. Dünya Savaşı sırasında çözülmesiyle birlikte, bu fırsat da ortadan kaybolmuştu. Said Nursi, bundan sonra kendisi için yapılacak tek işin, yeni bir rol benimsemek olduğunu belirtmektedir: Bu, siyasi yapılanmalar aracılığıyla iş yapan Molla Said değil, cemaatin dini inancına hitab eden Molla Said olacaktır …” (s144)

Muhtemelen Hilafetin selametini dinin selameti açısından mühim buluyordu Nursi. Bu sebeple Jön Türklere mesafe ayarlı bir destek verip, yakınlık gösteriyordu. Necmeddin Şahinler, Bediüzzaman’ın 1915 yılında bir denizaltı ile Trablusgarb’a gittiğini yazıyor. (s153) Şahinler’in yazdığına göre, Nursi’yi oraya Jön Türkler göndermişti. İtalyanlar’a karşı direniş göstermeleri için Sünüsi’leri ikna etsin diye. 

Aynı yılın Ağustos’unda tekrar doğu cephesinde görüyoruz Nursi’yi. Yerel milislerin arasında çarpışmalara bizzat katılıyor. 

Bediüzzaman, Sultan Reşad’dan aldığı maddi destekle Van’a gelip (Artemit) Darülfünun’un temelini atmıştır ama müthiş bir felaket önsezisi de vardır. Talebelerine şöyle der: “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor” (TH, s62)

Cihan Harbi patlar vermiştir. 

Bediüzzaman 1914 Aralık ayında açılan Rus cephesinde III. Ordu vaizi olarak görev alır. Bu tayinde doğudaki manevi şöhreti kadar İttihat ve Terakki üst yönetimi ile hürriyet döneminde geliştirdiği yakınlık etkili olmuştur. 

Savaş boyunca yanında başka bir kahramanı daha görüyoruz: Molla Habib. Aslında Bediüzzaman için şartlar ne olursa olsun en önemlisi yazmaktır. Molla Habib’i yanında götürmesinin sebebi de kaleme aldığı İşarat-ül İ’caz’ın yazılmasının sekteye uğramamasıdır. 

Molla Habib’i kısaca tanıyacak olursak…

Bediüzzaman’ın Van’daki talebelerindendi ve ilk kâtibidir. Ta’likât isimli ilk risalelerden birini o kaleme almıştır. Pasinler Cephesinde Ruslara karşı savaşırken, Üstad Hazretleri, kendisine kâtiplik yapan Molla Habib’e ‘Defteri çıkar!’ diyerek at üstünde İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini yazdırır. Bu savaş sırasında yaşadığı bir hadiseyi Nursi şöyle anlatır:

“Eski Harb-i Umumîde Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fâsıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim:

“Molla Habib ne dersin? Ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.’ 

O da dedi: ‘Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim!’ 

İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü.

Hıfz-ı İlâhî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib’e dedim: ‘Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz’ dedim.” (Emirdağ Lah. S14)

Sarıkamış saldırısına katılan Bediüzzaman, yaptığı konuşmaların askere etki etmediğini görür. Ve ne yazık ki taarruzun başarısızlıkla neticelenmesi ve her iki ordunun eski sınırlarına çekilmesi üzerine Van’a döner. 

Van savunmasında talebesi Molla Habib şehid olmuştur. Van tahliye edilince, bu kez savunma hattı Bitlis’e kurulur. Bediüzzaman elbette oradadır da… 

Bitlis savunması esnasında ise, meşhur esir düşme hadisesi yaşanır.

Bu foto Nurcu çevrelerde büyük heyecan dalgası oluşturmuştu. Herkes kurşuna dizilme emriyle beraber namaza duran Bediüzzaman zannediyordu ama öyle olmadığı kısa sürede ortaya çıkacaktı!
Görselin 93 harbinde bir idam mangasının infazı esnasında çekildiği düşünülüyor. (Pomak News Agency)

Osmanlı Arşivleri hadiseyi şöyle aktarıyor: 

“Rus ve Ermeni ileri harekâtı sırasında halkın ileri gelenleri kendilerine katılan gönüllülerle savunma durumuna geçmişlerdi. Bu milis kuvvetlerinin en önemlileri Molla Said (Bediüzzaman Said-i Kürdi/ Nursi), Şeyh Muhammed Diyaeddin ve Kürt Musa’ya ait olan kuvvetlerdi. Van Gölü’nün batısında Bulanık ve çevresinde Ermenilerle güçlendirilmiş Rus birliklerini Kürt Musa ve Şeyh Muhammed Diyaeddin; Van Gölü’nün güneyinde ise Said-i Kürdi karşılamıştı. Şeyh Muhammed Diyaeddin, Ruslara karşı mücadele ederken, yakınında patlayan bir top mermisinden kopan şarapnel parçası ile kolunu kaybetmişti.” (BOA, 52/200, 18 Cemaziyelevvel 1333)

Üstad’ın kardeşinin torunu Seyda Ünlükul, bir panelde soy isimlerinin nasıl kendilerine dayatıldığını aktarırken ilginç bir vakayı da hatırlatır: 

“Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Ruslardan cesaret alan Ermenilerin saldırıları üzerine (Dedem Abdulmecid Ünlükul) abisi Bediüzzaman’ın idaresinde savaşa katıldı. Bu savaşta Bediüzzaman Hazretleri yaralı olarak Ruslara esir düşerken, yeğeni Ubeyd şehit oldu. Bilindiği gibi Van ve çevresi Rusların eline geçti. Şehir harabe haline geldiği gibi uzun süre eğitim gördükleri medreseleri de bu tahribattan nasibini aldı.” (Bir tecdid hareketi olarak Risale-i Nur Paneli 2015)

Köşedaşım sevgili Yüksel Nizamoğlu’nun da yazısında bahsettiğine göre (bknz) Bitlis 3 Mart 1916’da Rusların işgaline uğradığı dikkate alınırsa Üstad’ın da bu sırada esir düştüğü tahmin edilebilir. Bitlis’ten alınan Üstad önce Van’a, oradan Culfa ve Tiflis üzerinden Rusya’ya götürülmüştür…

Bir sonraki yazıda esaret günlerini ve mekanlarını ele alacağız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin