YORUM | M.NEDİM HAZAR
Saray kelimesinden oldum olası hazzetmem. Tarih boyunca kültür ve medeniyet farkı olmaksızın entrika ve kanın merkezidir saraylar. Kendine has bir ritüeli, yaşam tarzı ve ritmi vardır tarihten okuduğumuz sarayların.
Sahiplerinin iktidar ve gücünü temsil noktasında bir tür gösteriş ve caka mekanına dönüşen bu yapılar, pek çok muktedirin hazin sonunun tabii sahneleri de olmuştur kimi zaman. Bir yoruma göre Osmanlı’nın çöküşü Dolmabahçe Sarayı’nın inşasıyla başlamıştır.
Zor zamanda harcanan paralar bir yana (Yaklaşık 5 milyon altına mal olduğu ve bu miktarın bir kısmının borç olarak alındığı yazılır), sarayın varlığını sürdürebilmesi için muazzam bir israf ve tüketimin merkezi olmuş. Bizzat sarayı yaptıran sultan (Abdülmecid) burada sadece 6 ay kalabilmiş. Ve Abdülaziz’in hazin sonu, başka mahfillerde değil bizatihi Dolmabahçe koridorlarında kurgulanmıştır.
Bizdeki saray tartışmaları esnasında, kimileri göğsünü siper edip inşa edilen yapıyı savunurken (Enteresandır Türkiye’nin çok yakında imparatorluk olacağı için böyle yapıların ‘küçük’ bile olduğunu yazan kalemler çıktı!) kimileri de böylesi bir sarayın ihtiyaç olmadığını, hatta israf olduğunu söyleyerek eleştirdi.
Tam bu tartışmaların yaşandığı esnada, karşıma bir yazı çıktı. Cemal Tunçdemir’in kaleme aldığı yazı Amerikan Bülteni’nde yayınlandı. “Bir demokraside, devlet başkanlığı sarayında oturmanın faturası” başlıklı yazı dünyanın en popüler yapılarından olan “Beyaz Saray”ı farklı bir bakış açısıyla ele alıyordu. Tunçdemir mezkur yazısında, Reagan’a kadar uzanarak Beyaz Saray’ın içinden anekdotlar ile çok farklı bir başkanlık konutu tablosu çiziyordu. Yazıya göre Regan, başkan olduktan kısa bir süre sonra eşiyle beraber Beyaz Saray’da bir akşam yemeği yemiş ve ardından garsonun getirdiği hesap faturasıyla şaşkına dönmüş. Üstelik gelen sadece o akşamın yemek faturası değil, o güne kadar yenen bütün yemeklerin de tutarını içeriyormuş. Bu kadar da değil… Faturada Başkan ve eşinin ağırladıkları kişisel misafirlerin, bir aydır kullandıkları kuru temizleme hizmetinden, diş fırçası, diş macunu, temizlik ve parfümeri malzemelerine kadar bütün kişisel malzemelerin ücreti de miktarlarıyla beraber önlerine konulmuş.
Hilary Clinton’un kaleme aldığı “Hard Choices” kitabından da alıntılar yapan yazıda, Clinton çiftinin Beyaz Saray’dan ayrılırken beş parasız ve borç içinde olduklarından da bahsediliyor.
İşin özü şu; ABD Başkanları Beyaz Saray’a kira ödemiyor ama kira dışındaki her şey maaşlarından kesiliyor. Bu konut devlet başkanlarına tahsis edilmiş bir misafirhane olarak görülüyor ve tüm misafirler bütün masraflarını kendileri karşılamak durumunda kalıyor.
Şu kısım ilginç değil mi: Beyaz Saray’ın başkan ve ailesinin kaldıkları kısmındaki temizlikçi, garson ve hizmetçilerin çalıştıkları süredeki saat ücretini de başkan öder. Kısacası, kira ve elektrik faturası dışında kendileri için harcanan her kuruşu devlete ödemek zorundadırlar!
Bir de gerçek var. Biz ‘Saray’ diyoruz ama Amerikalılar buraya öyle demiyor elbette. Bu yapının ismi Türkçe’ye nedense yanlış çevriliyor. Orijinal ad “White House” yani “Beyaz Ev.” Yıllarca burada kahyalık yapmış Gary Walters’ın ifadesi ile; başkan ve ailesi bu evin 4 veya 8 yıllık kira sözleşmesine sahip kiracılarıdır. İstedikleri yemekler pişirilir, malzemeler ve ürünler istedikleri markalardan seçilir ama parasını Amerikan halkı değil, Başkan ve ailesi maaşlarından öder.
Michelle Obama burayı, ‘’çok iyi dekore edilmiş bir hapishane’’ olarak nitelemişti. İşin özü siyasileri kiracı olarak tanımlayan bu kültür, mekanın gerçek sahibini halk ve demokrasi olarak görüyor. Bu gerçeği bir hizmetçisinin, Baba George Bush’un eşi Barbara Bush’a şöyle söylemesiyle hatırlatıyor: ‘’Buraya her dört yılda bir başkanlar gelir gider… Biz kalıcıyız’’.
Saraylar bir süre sonra ihtişamın değil, debdebenin, gücün, zulmün, zorbalığın bakiyesinin harabesi etkisi yapıyor zihinlerde ve tuhaf bir hüzün veriyor görenlere.