“Yeni Faz” Kavramları (12)
“Kılıçlarınızı fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.” Divan-ı Harb-i Örfî, Hatime.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir, (dini ilimlerdir) aklın nuru, fünun-u medeniyedir (fen ilimleri). İkisinin imtizaciyle (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. O, iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder (kanatlanır). İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder (doğar).”
Bediüzzaman bu satırların yer aldığı kitabı 1911 yılında kaleme almıştı. Münazarat’ta geçen bu cümle Said Nursi’nin pek çok konuda olduğu gibi eğitim konusunda da talebeleri de dahil, pek kimse tarafından anlaşılmadığının ispatı niteliğindedir.
Klasik nur fraksiyonlarında tuhaf bir Medresetü’z-Zehra takıntısı vardır. Hatta bazıları binayı putlaştırma düzeyinde takıntı haline getirmişlerdir. Oysa Hz. Bediüzzaman’ın derdi bir bina inşa etmek değildir, başta İslam alemi olmak üzere Doğu toplumlarının kaderinin ancak eğitim kalkınması ile mümkün olabileceğini anlatmaktır. Bunun için saraya kadar gitmiş deli yaftası yemiş, harp divanında yargılanmıştır. Çok az da olsa bazı art niyetliler bu girişimi para-tura meselesine dayasalar da pek çok bahtsız Bediüzzaman sevdalısı Hz. Pir’in eğitim modelinden ziyade inşaat derdine düşmüştür.
Bugün Hizmet Hareketi’nin ilk dönemini incelerken meseleyi buradan ele alarak başlayacağız. Çünkü Fethullah Gülen’in temel serüveni, Said Nursi’nin vaktiyle zemin etüdü yaptığı arsaya bir inşa hareketidir. İsterseniz önce genel hatlarıyla Bediüzzaman’ın eğitim modeline bir göz atalım.
Bediüzzaman Said Nursi’nin eğitim modeli, esas itibarıyla İslam dünyasının gerilemesini, var olan eğitim kurumlarının yetersizliğine bağlayan ve bu durumu düzeltmek amacıyla geliştirilen bir yaklaşımdır. Bu model, “Medresetü’z-Zehra” adı verilen kapsamlı bir eğitim projesi üzerine kuruludur. Medresetü’z-Zehra, dini ilimlerle fen bilimlerinin birlikte okutulacağı, farklı dillerde eğitim verilecek bir eğitim kurumu olarak tasarlanmıştır. Bu proje, Müslüman dünyasındaki medrese, mektep ve tekke ayrımını ortadan kaldırarak, akıl, kalp ve ruhun bütünlüğünü sağlamayı amaçlamaktadır.
Medresetü’z-Zehra Modelinin Unsurları ve Elementleri
Birlikte Eğitim: Medresetü’z-Zehra, İslam dünyasında mevcut olan medrese, mektep ve tekke bölünmüşlüğünü sona erdirmeyi ve dini ilimlerle fen bilimlerini bir arada öğretmeyi hedefler. Bu model, kalp, akıl ve ruhun bir arada eğitilmesini vurgular.
Çok Dilli Eğitim: Medresetü’z-Zehra’da eğitim, üç dilde verilmek üzere tasarlanmıştır: Arapça, Kürtçe ve Türkçe. Arapça, İslami ilimlerin dili olarak vacip görülürken, Kürtçe anadil eğitiminin önemi vurgulanır, Türkçe ise devletin resmi dili olarak gerekli kabul edilir.
İlimlerin Kaynaşması: Bu model, dini ve pozitif ilimlerin birbirine rakip olmaktan ziyade, birbirini destekleyen unsurlar olarak ele alınması gerektiğini savunur. Said Nursi, bu kaynaşmanın Müslümanların dünya genelindeki sorunlarını çözmek için elzem olduğunu belirtir.
İlmi ve Kalbi Bütünlük: Medresetü’z-Zehra, akıl ve kalbin birlikte eğitilmesini savunur. Bu, öğrencilerin sadece bilgili değil, aynı zamanda manevi olarak da olgun bireyler olmalarını sağlar.
Medresetü’z-Zehra’nın Örnek Uygulaması
Medresetü’z-Zehra, Van’da kurulması planlanan bir üniversite olarak tasarlandı. Burası, sadece akademik bir merkez değil, aynı zamanda İslam dünyasının manevi ve entelektüel kalkınmasına katkı sağlayacak bir merkez olarak düşünülmüştür. Bu kurum, fen bilimleri ile dini ilimlerin birlikte okutulacağı ve aynı zamanda Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayacak bir eğitim yuvası olacaktı.
Ancak, Birinci Dünya Savaşı ve diğer siyasi engeller nedeniyle bu projenin gerçekleştirilmesi mümkün olamamıştır. Bununla birlikte, Nursi’nin talebeleri, onun bu idealini samimi olarak yaşatmaya çalışmışsa da biraz önce belirttiğimiz gibi, meselenin kabuğundan esas kısmına bir türlü inememiş maalesef.
İşte Gülen Hareketi’nin önemi burada başlıyor. Zira Hizmet Hareketi Nursi’nin teorideki projesini çok daha geniş ve katmanlı bir şekilde dünya çapında pratize etmeyi başarmıştır.
Bir model olarak detaylı incelediğimizde görülecektir ki, Bediüzzaman’ın eğitim modeli, Bediüzzaman Said Nursi’nin, İslam dünyasının geri kalmışlığına bir çözüm olarak sunduğu önemli bir girişimdir ve günümüzde de İslami eğitim modelleri için bir ilham kaynağı olarak görülmektedir.
Nursi’nin geleceğe dair projeksiyonunun açık kaynak olarak ilk görülebileceği yer 31 Mart Vakıasından sonra kurulan Divan-ı Harbi Örfi mahkemeleridir. Nursi, burada yargılanmış ve beraat etmiştir ancak, savunmalarında geleceğe dair projeksiyonu, eğitim modelinin ipuçları ve en önemlisi yaşadığı çağı aşkın bir öncünün fikirleri mevcuttur.
Daha sonra kitaplaştırılan bu savunma sadece bir savunma metni değil, aynı zamanda bir manifesto niteliğindedir. Bediüzzaman, eserde halkı bilinçlendirmek, İslam’ın özünü anlatmak ve şeriatın adalet ve hürriyet ilkeleriyle uyumlu olduğunu göstermek amacıyla geniş bir perspektif sunar. Bu eser, hem Bediüzzaman’ın fikirlerinin daha geniş kitlelere yayılmasına zemin hazırlamış hem de onun sonraki dönemlerde yazacağı eserlerin temellerini atmıştır.
Şunu söylersek yanlış olmaz sanırım: (tabiri caizse) Said Nursi mimardı, Fethullah Gülen ise mühendis. Elbette bunu iki alimin kesişim kümesini baz olarak söylüyorum. Yoksa, Gülen’in kendi fikir mimarisi bambaşkadır ama ilerleyen bölümlerde de ele almaya çalışacağımız gibi, bambaşka dinamikleri ve elementleri vardır. Nursi teorisyendi, Gülen ise pratisyen.
Tedristen telife…
Enteresandır, Nursi, kendi hayatını evrelere ayırırken şöyle bir cümle kullanır: “Resail-in Nur müellifi tedristen, te’lif vazifesine ve mücahidane seyahata başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üçyüz onaltı (1316) tarihindeki mühim bir inkılab-ı fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki; o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihtir. (Şualar : 699)
Eğer iki önemli insanı tek okumayla bütüncül okuyabilirsek tedristen telife uzanan zincirin, teliften vaaza, vaazdan pratiğe uzandığını göreceğiz. Şimdi Bediüzzaman’dan Gülen’e uzanan şahsen en önemli kavram olarak gördüğüm eğitim kelimesini köprüleştirerek bir okuma yapmalıyız.
Bediüzzaman’ın hayatının özellikle Van’daki bölümünde kendi eğitim modelini geliştirmek için ilahiyat ve pozitif bilimlere ait muazzam bir eğitim süreci yaşadığını biliyoruz. Nitekim Tarihçe-i Hayat’ta o kısım şöyle aktarılıyor:
“Bu asırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm’ın İslâm Dini hakkındaki şekk ve şübhelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür. Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalaası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ; Bir Coğrafya muallimini, mübahaseye girişmeden evvel, yirmidört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek suretiyle, ertesi gün Van Valisi merhum Tahir Paşa’nın konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı surette bir muaraza neticesinde beş gün zarfında Kimya-yı Gayr-ı Uzvî’yi (İnorganik Kimya) elde ederek, Kimya muallimiyle muarazaya girişir ve onu da ilzam eder. İşte pek genç yaşındaki mezkûr hârikulâdeliklere ve bahr-i umman halinde bir ilme mâlikiyetine şahid olan ehl-i ilim, Molla Said’e “Bedîüzzaman” lakabını vermiştir. Bedîüzzaman Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalaalar ve ilmî ve dinî tedris usûllerini görmek ile ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini nazar-ı itibare almakla kendisine mahsus bir usûl-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla isbat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.” (Tarihçe-i Hayat: 47)
Dikkat çekmek için tekrar edeyim: “kendisine mahsus bir usûl-ü tedris” icat etmek…
Yine aynı kitaptan enfes bir bölüm daha: “Bedîüzzaman küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği “Âlem-i İslâm’da büyük bir intibah ve inkişaf” emeliyle Ankara’ya gelmişti. Daha meşrutiyetin ilânından evvel, İstanbul’a gelmeden Şarkî Anadolu’da yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübahaseleri; ve İstanbul’da birdenbire meydana çıkarak, ülemayı hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telaşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılabın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes’uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti.” (Tarihçe-i Hayat : 144 )
Baş hastalık: Cehalet!
Yine Divan-ı Harbi Örfi’deki savunmasından -benim bayıldığım- bir bölüm:
“Merhum Sultan-ı Sâbık’a, (Sultan Abdümlhamid) ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasif Yıldız’ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar âlî olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket! Zekat-ül ömrü, ömr-ü sâni yolunda sarfeyle. Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ülema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahibleri hükmetsin.” Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.” (Tarihçe-i Hayat : 71)
Araya girmeden alt alta sıralayalım…
“Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç mündefi’ olur.” (Mektubat : 342)
“Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüş yerlerin, gayet ma’mur ve şenlikli ve neş’eli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymetdar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı, birer birer sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti.” (Lem’alar : 248)
Bu faslı çok uzatmayalım. Yarın Hocaefendi’nin tedrisat/eğitim ile ilgili bu know/how çalışmasını nasıl vaazlarla pratize ettiğine bakacağız.
Cenabı Allah Müslüman Türk Milletini seviyor ve muhafaza ediyor. Asırlardır, Ehlibeytin devletimize ve Milletimize mihmandarlık yapması bu sevginin en büyük manevi ve nurani nişanesidir. Cenabı Allah Milletimizi zayi etmeyecek ve asrın en büyük hizmetini yaptırarak, insanlık âleminin teveccühüne mazhar kılacaktır. Biiznillah 🤲🌹❤️😭🇹🇷
Çok zevk aldım valla kalemin zeval görmesin!..