Şahısları kutsama ya da indirgeme (2)

YORUM | AHMET KURUCAN 

Aynı başlığı taşıyan ilk yazımda Hz. Peygamberin (sas) bile kutsama meselesinin kurbanı olduğunu söylemiş ve bir fikir vermek adına bazı örnekler vermiştim. Daha detaylı bilgi edinmek isteyenler ehlinin malumu olan A’lâm, Şemâil, Delâil, Hasâis ve Hilye kitaplarına bakabilir. Şimdi din adamları, siyasi ya da ideoloji liderlere geçebilirim.

Mevzuyu şahsileştirmek istemiyorum ama şahıslara girmeden de böylesi bir meseleyi teorik düşünceler ekseninde ele almanız oldukça zor. Kaldı ki o zoru başarsanız bile, insanlar o düşüncelerin satır aralarından “şunu kast etti, ediyor” diyerek şahısları kendileri belirliyor. “Tamam belirlesin, demek ki teorik düzlemde dile getirilen görüşleri bir elbise gibi düşünecek olursak, o elbise o şahısların üzerine uymuş, ne var bunda?” diyebilirsiniz. Keşke böyle olsa ve burada kalsa. Ne böyle oluyor ne de burada kalıyor.

Böyle olmuyor; çünkü bu satırların yazarının aklından bile geçmeyen isimlere giydiriliyor o elbise. Burada da kalmıyor; çünkü fanatizmin zirvesinde yaşayan bazıları insanî, İslamî, hukukî, ahlakî hiçbir değer taşımayan üslup ve sözlerle saldırıda bulunuyor. Hem de gerçek kimliklerini gizleyerek, sığ sularda yüzerek. Ama ben her şeye rağmen başarabildiğim ölçüde şahıslardan bağımsız sıfatlar üzerinden hareket edecek ve daha önce yayınlanmış bir yazımdan da alıntılar yaparak ele almaya çalışacağım bu kutsama meselesini.

Müslüman zihni “din ve siyaset” ya da “din ve devlet” denildiğinde her iki tarafı temsil eden kişilere ayrıcalıklı bir yer verir kendi anlam dünyasında. Vakıanın raporu sayılabilecek bu tespit hem bir olgudur hem de bir algı. Söz konusu ayrıcalıklı yerin temel dayanağı, din ve devletin Müslümanın gündelik yaşamından devlet sistemine kadar ferdi ve toplumsal planda belirleyici ve etkileyici yeri olması nedeniyledir. Başka bir tabirle, din ve devlet, dün Müslümanın hayatının merkezinde yer alırdı. Din ve devletin ikiz kardeş olarak adlandırılmasının sebebi de bu zaten. Böyle olunca bu iki ana temel unsurun Yunus ifadesiyle ete kemiğe bürünmüş görünen somut yüzü olan insanlara, insan olmanın ötesinde bir değer vermenin şaşılacak bir yanı yok. Batısıyla doğusuyla, Müslümanıyla Müslüman olmayanıyla insanlık tarihi bunun şahidi. Bu açıdan dedim zaten insanın fıtratı, eşyanın tabiatı ve hayatın doğal akışına uygun diye. 

Üç ayrı açıdan tabii ve normal dediğimiz hususu şöyle de izah edebiliriz. Ahmet Yaşar Ocak bir kitabında Müslüman muhayyilesinde var olan bu yaklaşımı eski Türk siyasi geleneği, klasik İslam siyasi geleneği ve Bizans siyasi geleneğinin oluşturduğunu söyler. Oldukça isabetli olduğuna inandığım bu tespite göre, eski Türk siyasi geleneğinde hakimiyet ve iktidar ilahi ve semavi asla sahiptir, cihanşümul hakimiyet hedefi vardır ve töre denilen bir örfe dayalıdır. Nitekim hakimiyet ve iktidarın ve tabii ki buna sahip olan yönetici hanedanının semavi bir kökenden geldiği inancını Oğuz Kağan destanı başta olmak üzere birçok destanda görebiliriz. Han, Hakan ve Kağan’lar için “Tanrı gibi gökte doğmuş”, “Tanrı istediği ve güç verdiği için tahta oturmuş” sözleri bunun göstergesidir.

Klasik İslam siyasi geleneği ise Müslümanların 14 asırlık tarihsel tecrübelerinin toplamından oluşmaktadır. Hz. Peygamberin (sas) hem peygamber hem de devlet başkanı vasıflarına sahip olması, bir başka ifadeyle din ve devleti şahsında cem etmesi ve bunun üzerine yapılan teorik yorumlar ile pratiğe yansıyan şeyler hiç şüphesiz söz konusu zihniyetin oluşumunda başat rol oynar.

Bizans geleneğine gelince; bu genelde inşa edilen devlet kurumları, bunların işleyiş şekline ait modeller ile güçler birliği diyebileceğimiz otoritenin tek elde toplanmasını miras aldığımız gelenektir. Devlet bürokrasisi, saray teşkilatlanması ve tımar sistemi ilkine örnek iken, Bizans’a ait olduğu bilinen imparatorun “bölünmez mutlak otoriteye” sahip olması devlet anlayışında güçler birliği şeklinde tezahür etmiş ve her şey saray merkezli idare edilir hale gelmiştir.

Şimdi ister din adamları, tarikat şeyhleri isterse devlet idarecileri ve siyasi liderler ekseninde şu ana kadar yazdıklarımıza bir bütün olarak bakın, kutsamanın temel yapı taşlarının döşenmesinin ötesinde yürüme yollarının bile inşa edildiğini görürsünüz. Nitekim iki paragraf önce  aktardığımız Eski Türk geleneğinde Han, Hakan ve Kağan’lar için söylenen “Tanrı gibi gökte doğmuş”, “Tanrı istediği ve güç verdiği için tahta oturmuş” sözleri yeryüzünde Allah’ın gölgesi (Zillullah fi’l ard) ve Allah tarafından te’yid edilmiş (Müeyyed min indillah) cümleleri ile yoluna devam etmiştir. İşte tam da burası İslami geleneğin bugün verili durum olarak karşımızda duran zihniyeti meşrulaştırdığı ve pekiştirdiği yerdir. Evet, devlete yamanmış dini otorite, bu noktada hem kendisinin hem de devlet liderinin insanüstü özelliklere sahip olduğu durağına kadar varan meşrulaştırıcı ve kutsayıcı bir rol oynamıştır. Sonuç mu? Hiç şüphesiz ve ne yazık ki başarılı olmuştur.

Halbuki dini önder de olsa, siyasi lider de olsa karşımızda duran kişi insandır. Tek kelime ile insan. Allah’ın yaratılıştan kendilerine lütuf olarak verdiği ekstra özellikler veya kendilerinin yoğun emek sarf edip çalışarak elde ettiği vasıflar tabii ki bunları sıradan insanlardan farklı bir yere ve konuma taşır. Taşır ama bu demek değildir ki onlar insanüstü varlıklardır. İşte bu ayırım noktasında onları seven, sayan, tabii olan, taraftarı bulunan kişilere çok büyük bir görev düşmektedir. O da söz konusu kişilere insanüstü payeler verip putlaştırmak yerine onları insanlaştırmaktır.

Şunu unutmayalım; bu önder ve liderlere insanüstü değerler vererek, günaha giriyoruz. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, gerçekten günaha giriyoruz. Çünkü yapılan şeyin dini hiçbir temeli yok. Böyle davranılmasını gerektiren bir emir, bir tavsiye yok. Aksine, yapılmamasının gerektiğini ifade eden tonlarca beyan var. Bu beyanlar bir kenara, bazı İslam alimlerinin ‘ikinci peygamber’ nitelemesi yaptıkları aklımız var. 

İkincisi; putlaştırdığımız insana farkında olalım veya olmayalım zulüm ediyoruz. O istemediği halde, hatta istemediğini her fırsatta defalarca söylediği halde ağzımızı her açtığımızda “besmele” çeker gibi “o, o, o” diyoruz. Belki de “o” diyerek yaptığımız yanlışlara meşruiyet arıyoruz. 

Üçüncüsü; bizim -artık o her kimse- ona baktığımız gibi bakmayan, kabullendiğimiz gibi kabullenmeyen insanların, ondan istifade yollarını kapatıyoruz. Böyle düşünenlerin tepkisini dile getirirken kullandığı şu cümleye bakın: “Bu kadar da olmaz ki kardeşim! Peygamber mi bu? Haşa Allah mı bu?” İnsafla düşünün, haklı değiller mi?

Şununla bitireyim, bana göre “Bilge Kral” lakabını hakkıyla hak eden Merhum Aliya İzzetbegoviç’in Müslümanlığın İslami değerler çizgisinde yeniden inşasını ifade eden tarihi bir sözü vardır: “Islamization of Muslim people.” Manası “Müslümanların İslamlaştırılması.” Ben de bundan mülhem: “Humanization of Muslim scholars, religious, political and ideological leaders” diyorum. Yani “Müslüman din, ilim, siyaset ve ideoloji adamlarının insanileştirilmesi.” 

Pekâlâ bu yaklaşım dinî, siyasî ve ideolojik düzlemde çok farklı özellik ve kabiliyetlere sahip olan kişileri iyice sıradanlaştırma ya da aşağılama anlamına gelmez mi? Evet, haklısınız. Burada denge sağlanmak zorundadır. Onun için ilk yazımda meselenin iki boyutu var; kutsama ve indirgeme demiştim. Kutsamayı bitirdik, bir sonraki yazımda da indirgemeyi ele alacağım inşallah.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Çok güzel iki yazı.
    Konjonktürün eleştirel yaklaşımlara kapıları ardına kadar açtığı ve bir kısım arkadaşların “dövülecek abi aradıkları” bu ortamda, kötüye kullanılabileceğini düşünsem de, hakikatin ifadesi açısından çok önemli yazılar bunlar.
    “Bizim -artık o her kimse- ona baktığımız gibi bakmayan, kabullendiğimiz gibi kabullenmeyen insanların, ondan istifade yollarını kapatıyoruz” açıklamanız da çok dikkat etmemiz gereken bir husus. Sadece şahıslar değil, eserler de giriyor bunun içine. (Hatta başlı başına bütün bir Kuran-ı Kerim…)
    Bir küçük hatıra:
    Yer, Orta Asyanın bir ülkesi. Belki 20 yıl kadar önce…
    Hizmet hareketini kendilerinden saymayan, fizik okuyan güzel kardeşlerimizden genç bir oğlan, aynı üniversitede biyoloji bölümünde kafasının çok iyi çalışyığını öğrendiği ateist bir kıza, eserleri tanıtma arzusu duyar. (sağdan yanaşma, soldan yanaşma gibi konulara girmiyorum). Bu isteğini kıza açar ve üniversite kantininde çay içmeye davet eder. Anlattığı: “Çayları aldık, masaya oturduk, açtım kitapları başladım okumaya. Kız daha ilk olarak duyuyor. Tabii olarak çok iyi anlamaz diye bir taraftan da açıklıyorum. 5-10 dk sonra kız dönüp: “ay qardaş, ne olur izah eleme, sen izah eleyende manasını körleyirsen (anlamını darlatıyorsun)” dedi.”
    Bazen biz de kendimize göre yaptığımız değerlendirmelerle, ışık tutacağımız yerde perde olabiliyoruz. Allah bizi affetsin.
    İnşallah istikameti hatırlatmak için yazdığınız bu yazılar da aynı hatamızın kurbanı olmaz…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin