YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Hiç kimseyi değiştiremeyiz. Ama kendimizi değiştirebiliriz. Makro politik veya sosyolojik hedefler peşinde koşmak, kişinin kendisini ihmal etmesiyle ve hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Oysa en önemli macera, kendimizi tanımak, daha iyi insan olmak, kendimizi gerçekleştirmektir. Toplumun parçası olmanın bedeli, sosyalizasyon (toplumsallaşma) sürecimizde çoğu zaman kim olduğumuzu unutmak oluyor. Bunlar, Şahin Alpay’ın “yeni dünya görüşünü” okurken aklıma gelenler.
“İnsanlığı ve içinde yaşadığımız toplumu topluluklar (sınıf, halk, millet, etnik grup, din, ümmet, mezhep vs.) temelinde anlamaya çalışmayı” anlamsız bulduğunu, tüm bu kategorilerden daha önemli olanın birey olduğunu bize anlatıyor. Kendine harika bir özeleştiri manifestosu yapıyor. Liberalliği tam olarak anlayamamış olduğunu, temel aktörün liberal dünya görüşünde birey olduğunu bildiğini sandığını, ama aslında bilmediğini anladığını söylüyor.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Diğer bir eleştirisi, toplumun insanı yonttuğuna dair olan liberal inancını yitirmiş olması! Realistlerin “insan insanın kurdudur” tespitinin doğruluğunu anladığını söylüyor. “Silivri’ye kadar…” diye başladığı cümle, bence bu günlerin tarihi yazılırken, insanların nasıl “kırıldıklarını” izah ederken sıklıkla alıntı yapılacak bir itiraf esasında kanımca. Çünkü Silivri’den önce ve Silivri’den sonra, Türkiye topraklarının uygarlık mücadelesi yön değiştirdi. Alpay, uygarlığın “kurtluğu denetim altına alma uğraşı” olduğunu söylüyor. Ama post-Silivri toplumunda artık kurtların savaşı kazandığını düşünüyor. Bunu açıkça yazmasa da, “…tekrar Silivri’ye takılmayayım…” demesi, mağlup bir komutanın ricat emri vermesiyle aynı şey, bir entelektüel için. Ricat! Silivri, Türkiye’nin modern zamanlardaki Gulag’ı oldu. Alpay, engin entelektüelliği ve komplekssiz ve zarif üslubuyla, bir döneme konan noktanın adını koyuyor. Silivri’ye takılmama dürtüsü, esasında Silivri’nin ve onu getiren rejimin en önemli yengisidir. Yani bu bir galibiyet, bir zafer, bir özgüvendir rejim için. İstediklerini Silivri’ye gönderme olanağına kavuştular. Anayasal ve yasal bağlayıcılıklardan kurtuldular. Denetlenebilir olma zafiyetini bertaraf ettiler. Ve muktedirleştikçe, daha fazla keyfi ve anayasasız yönetme özgüvenleri yerleşti. Alpay gibi, Mehmet Altan veya Nazlı Ilıcak da aynı pozisyona gerilemek mecburiyetinde kaldı. Gulag sonrası, toplumunu dönüştürmek anlamsız gelir. Soljenitsin, İkinci Dünya Savaşı’na katılan bir Sovyet askeriyken, cepheden yazdığı mektuplarda Stalin aleyhine düşünce beyan edince sistem tarafından devlet düşmanı ilan edilmiş ve Sibirya’daki Gulag’a, toplama ve çalışma kampına sürgüne gönderilmişti. Bu dönem yaşadıkları ve gördüğü muamele, onun toplumuyla bağlarını tümden koparmış, sonunda yurtdışına kaçarak iltica etmişti. Gulag sonrası, Sovyet muhalefeti içeriden sistemi dönüştürme hayalini bıraktı. Bugün Türkiye’de yaşadığımız süreç de beraberinde Silivri’yi ve toplumu kurtarma mücadelesini terk etmeyi beraberinde getirmekte.
Birey, kendini kurtarabilir. Birey bunu düşündüğü anda, Matrix’teki Neo’nun durumuna düşer. Neo, aslında makinelere elektrik üreten bir pil olduğunu anlamıştır, çok fena da olsa, gerçekliği muhteşem hedonist bir hayal dünyaya tercih eder. Cypher, aynı Neo gibi gerçeğin ne olduğunu öğrenmiş ve ondan çok daha uzun süre sanal dünyadan ayrı da kalmış olsa, yeniden o hayale geri dönmek ve gerçek dünyanın sefaletinden kurtulmak için ajan Smith ile anlaşır. Yeniden hayal dünyaya geri dönmek ve bildiklerini unutarak sanal hayatına devam etmek karşılığında, dostlarını sisteme satar. Alpay, uzun süre Neo gibi sistemle mücadele etti. Çevremizde on binlerce Cypher karakterli insan var. Bildiklerini bilmezden geliyor, bazen bilmediklerini biliyor gibi yapıp, tanıdıklarını veya tanımadıklarını sisteme teslim ediyorlar. Kendileri hedonist yaşamlarına devam ediyor. Sattıkları ise, Silivri’ye gönderiliyor veya sosyal soykırıma maruz bırakılıyor.
Matrix’te olmayan bir üçüncü şık, bugünkü Türkiye ortamında mevcut. O da, bireysel sınırlarınıza geri çekilmek. Sistemden çıkmak.
Şahin Alpay, tıpkı Nazlı Ilıcak ve Mehmet Altan gibi, sistemden çıkmaya karar verdi. Eskilerin inzivaya çekilmek diye bir kavramı vardı. Kişinin, dünya meselelerinden uzaklaşarak, bir tür meditasyona ve iç dünyaya dönüşe girişmesi! “Silivri’ye takılmayayım; aklanayım, pasaportumu alayım, Stockholm’e, Londra’ya, Karadağ’a, Kavala’ya gideyim…” özlemi, esasında umudu kestiği topraklardan çıkmak isteği değil mi? Soljenitsin gibi, Nazım Hikmet gibi, on binlerce zulümden kaçan insan gibi.
“Doğrusu Ahmet’i (Altan) anlamakta biraz güçlük çekiyorum” diyor. Yel değirmenlerine karşı mücadele eden Don Quixote’un mücadeleyi kazanma olasılığı yoktu. Ahmet Altan, toplumu dönüştürmek uğruna çok asil olduğundan asla şüphe duymadığım bir mücadele veriyor. Eminim ailesi, mesela kızı Sanem de, bununla gurur duyuyordur. Fakat hiçbir şey, Ahmet Altan’a suçsuz yere yattığı günleri geri getirmeyecek. Sanem’in babasız geçirdiği zamanı da! Bunu “Hunharca öldürülen büyük yazarımız Sabahattin Ali’ye yazık olmadı mı? ‘Sen yanmazsan, ben yanmazsam…’ deyip yıllarca zindanlarda çürümüş, çok sevdiği ülkesinden sürgün yaşayıp yaban ellerde gömülmüş büyük şairimiz Nazım Hikmet’e içim yanmasın mı?” ifadeleri de onaylamıyor mu? “Evet, toplumu, dünyayı daha adil, daha özgür kılmak soylu davalar, ama insan aynı zamanda kendi yaşamının değerini bilmemeli mi?” diyerek, makro hedefler peşinde, toplumu dönüştürmeye çalışan devrimcilerden, kendi iç evrenine ve entelektüel davasına odaklanan bir birey olmaya yönelik bir felsefeyi savunuyor, Alpay.
Ben haddim olmayarak çok saygı duyduğum Şahin Alpay’a bir noktada katılmıyorum. Esas dönüşümler, bireylerin kendilerini tanımak için daha enginlere yelken açmalarıyla gerçekleşir. Bu bağlamda liberal felsefenin bireyi topluma tercih etmesi, doğru bir seçimdir. Hepimiz sınırlı bir süre yaşayacağız; çünkü ölümlüyüz. Evet, ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz. Bugüne odaklanmalı, bugünü yaşamalıyız. Ama bazı değerlere ihtiyacımız var. Diğer insanlarla ilişki ve iletişim halindeyiz. Toplumu dönüştürmek belki devrimci ruhla, büyük bir hızla gerçekleşecek bir şey değildir. Belki de işe önce kendimizi tanımakla, sonra da değiştirmekle başlamalıyız. 1980’li yılların son bir-iki senesinde, lise bir öğrencisiyken, Serkan adlı bir arkadaşımla beraber Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’ndeki antrenmanımıza gitmiştik. Bir anda yanımıza yaklaşan bir üniversite öğrencisi, “siz kendinizi tanıyor musunuz?” diye sormuştu. Ergenlik çağının verdiği sığlıkla gülmüş, dalga geçmiştik. Oysa şimdi, bu sorunun aslında dünyanın en önemli sorusu olduğunu anlıyorum.
Hayatta birçok insanla tanışıyoruz. Onların kim olduklarını, ne düşündüklerini, nelere inandıklarını, neler yaptıklarını, nelerden hoşlanıp neleri sevmediklerini öğrenip duruyoruz. Ya kendimiz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Başkalarını dönüştürmeden ve “eğitmeden” önce, kendimize doğru yönelmemiz, kendi iç evrenimizin sonsuzluklarına yelken açmamız, “biz kimiz?” diye samimiyetle sormamız gerekmez mi? Yoksa, başkalarının bizim kim olduğumuza ilişkin jenerik-standart açıklamaları yetmeli mi?
Bir bakıma, her birimiz, bu evrende tek başınayız! Tek geldik, tek gideceğiz. Yol arkadaşlarımızın bir sanal hayal olmadığından emin miyiz? Ya her şey bir testse? Ya sadece biz varsak ve diğer her şey bir yanılsamadan ibaretse? Ya biz de Matrix’teki sanal evrende yaşıyorsak?
Ahmet Altan ve Şahin Alpay arasında bir tercih yapmak zorunda değilsiniz. Sabahattin Ali ile Alexandr Soljenitsin arasında tercih yapmak zorunda değilsiniz. Kimin haklı-kimin haksız olduğu konusunda yargıda bulunmak zorunda değilsiniz. Birilerine bir şey öğretmek zorunda değilsiniz. Ama kendinizi keşfetmek ve kendiniz olmak zorundasınız. Sizin kim olduğunuzu size söyleyenlere değil, kendinize inanmalısınız. Kendinize bir şeyler öğretmek, kendinizi geliştirmek, daha iyi insan olmak doğrultusunda hareket etmek zorundasınız.
Ben Şahin Alpay’a kendi adıma çok teşekkür ederim. Onun yüzlerce yazısını okudum, onun iç evreninin ışığından yararlandım. Bugün de “paradigma değişikliğine” sonsuz saygı duyuyorum. Ona yeni macerasında bol şans diliyorum. Sevdikleriyle mutlu günler, bol okumalı-yazmalı bir hayat, gezip görmeyi istediği yerleri görme şansına sahip olmasını da.
Şahin alpayı tanımam. Yazılarını da okumuşluğum yok. Tek bildiğim perinçek ile işçi partisini kurmuş olduğu. Ordan yola çıkarak ülkenin kaymağını yiyen kitleden olduğu tahminini yürütüyorum. Kaymaktan artık pay alamayınca hadi bana eyvallah demiş galiba 🙂
Aslında yazısının sonunda soylemis soyleyecegini. Anlayana tabiki. Bence dogru soylemis.