Sahilsiz ummanlar!

Esrarlı bir teras: Yuşa Tepesi (8)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Mûsâ “Rabbim!” dedi, 
“Gönlüme ferahlık ver.
İşimi bana kolaylaştır.
Dilimden düğümü çöz,
Ki sözümü iyi anlasınlar.”
(Taha, 25-28)

Bir önceki yazıda eksik kalan kısmı tamamlayıp kendi rotamızda devam edelim. Hatırlayacaksınız F. Gülen Hocaefendi Kehf 60’ı yorumlarken iki denizin birleşmesini bir metafor olarak görmüş ve aslında burada kast edilenin iki umman; Hz. Musa ve Hz. Hızır olduklarını vurgulamıştı. 

Aynı yerlerde başka bir şey daha keşfettim. 

Gülen, tıpkı bizim bugünlerde yaptığımız gibi Hz. Musa’yı takip ederken Yuşa peygamberin izine takılıyor. Aslında gayesi belli, Fahr-i Kainat’a giden bir yol arıyor. 

Ve buluyor da…

Hocaefendi, Tevrat’ın Arapça bir edisyonunu takip ediyormuş.

Ne demiştik, “Elbette Kur’an’da yaş/kuru her şey var ama önemli olan bulunma keyfiyeti ve onu görebilecek gözler!”

Bakınız görebilen göz, Tevrat’ta Hz. Muhammed (SAV)’i nasıl buluyor: 

“1944 senesinde Londra’da basılan Tevrat’ın Arapça tercümesinden bir âyet: “Allah insanlığa Sînâ’da teveccüh etti. Sâîr’de tecellî buyurdu. Fârân dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı.”

Yani Allah’ın (celle celâluhu) rahmeti ve insanlığa olan merhameti, ihsanı, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak’la mükâlemede bulunduğu Sînâ’da zâhir olmuştur. Bu rahmet, o devrede Hz. Musa’ya verilen nübüvvettir. Sâîr, Filistin’dir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vahiy yoluyla gelip Hz. İsa’yı ve çevresindekileri bürümüştür. Aynı zamanda Hz. Mesih, Rabb’in tecellîlerine mazhar büyük bir peygamberdir. Çokları tecellî ile zuhuru birbirine iltibas ettiklerinden bu meselede de karışıklığa düşmüşlerdir. Evet, onda tecellî eden nefha-i ilâhîdir. Fârân dağlarında ise, Cenâb-ı Hak, sırr-ı ehadiyet ve makam-ı ferdiyetle zuhur etmiştir. Fârân Mekke’dir. Çünkü Tevrat’ın başka bir yerinde, Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i Fârân’da bıraktığı anlatılmaktadır. Öyleyse, Tevrat’ta geçen Fârân’dan maksat Mekke’dir. Sırasıyla bu âyette üç nebiden bahsediliyor. Bunlardan birincisi Hz. Musa, ikincisi Hz. İsa (aleyhisselâm), üçüncüsü ise Son Peygamber, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).”

Ve bir yerde daha fark ediyor. Elbette bu seride sık sık andığımız Tesniye 18:18:

“Tevrat’tan ikinci âyet: Cenâb-ı Hak, Tevrat’ın bu âyetinde Hz. Musa’ya hitaben şöyle demektedir: “Onlar için (İsrailoğullarının) kardeşleri arasında senin gibi bir peygamber çıkaracağım, sözlerimi O’nun ağzına koyacağım ve O’na emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek.”

  1. âyet de bunu tamamlar mahiyettedir:

“Benim ismimle söyleyeceği sözlerine itaat etmeyenlerden bizzat Ben intikam alacağım.”

Bu âyetteki İsrailoğulları’nın kardeşi tabiriyle Hz. İsmail’in soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki, Hz. İsmail’in neslinden geldiği bilinen tek peygamber, Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. Ayrıca O da Hz. Musa (aleyhisselâm) gibi bir şeriatla gelecektir. Diğer taraftan, bu âyette gelecek peygamberin “ümmî” olacağı belirtilmektedir.

İtaat etmeyenlerden alınacak intikam ise, dine ait müeyyidât ve ukûbat olmak gerektir ki, bu da ancak İslâm dininde vardır.

Tevrat’ta zikri geçen bu peygamberin Hz. İsa ve Hz. Yûşa (aleyhimesselâm) olma ihtimalleri ise kat’iyen mümkün değildir. Zira bu peygamberler İsrailoğullarındandır. Ayrıca birçok meselede Hz. İsa (aleyhisselâm) yeni herhangi bir hüküm getirmemiş, sadece Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) ittiba etmiştir. Hz. Yûşa’nın ise Hz. Musa’ya benzemediği gün gibi âşikârdır. Çünkü o yeni bir şeriatla gelmemiştir. Hâlbuki “Doğrusu Biz size hakkınızda şahitlik edecek bir Peygamber gönderdik. Nasıl ki, Firavun’a da bir peygamber göndermiştik.” âyeti de Hz. Musa ile Efendimiz arasındaki benzerliği beyan etmektedir. Aslında daha ötesinde bir delile de ihtiyaç yoktur.” (Sonsuz Nur)

Bediüzzaman’dan belki onlarca örnek vermek de mümkün. Hazreti Pir, 19. Mektub’un, 16. İşaret’inin Birinci kısmının Üçüncü Hüccetini konumuza ayırmıştır. (Mektubat, s168)

Bu bahsi burada işin ehline bırakıp, biz Hz. Musa ile Hz. Yuşa’nın peşine takılalım. Bakalım bizi nereye ve kime götürecekler?

Hocaefendi, meseleye nedensellik açısından şöyle yaklaşıyor: 

“Hz. Musa, bir münacatında (bu arada hadis kaynaklarında Übey ibn-i Ka’b rivayet ediyor ki, Resulallah bunları bir hutbesinde anlatmıştır) kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Cenâb-ı Hakk’a sorar. Gayesi tefahur değil, sadece o kişiden istifade etmektir. (Meseleyi bu şekilde değerlendirmek, nebiye karşı saygılı davranma hususunda bana daha muvafık geliyor.) Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de ‘Mecmau’l-Bahreyn’e kadar gitmesini vahyeder. Hz. Musa da emre icabet ederek yanına fetâsını alır ve yola koyulur. Bu genç, tefsircilerin ittifakıyla Yuşa b. Nun’dur. Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar. Orada bir müddet istirahat edilir. Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur.”

Burada önemli bir vurgu yapıyor Gülen Hocaefendi: “Demek ki, bulundukları o yerde ayrı manevi bir atmosferin mevcudiyeti söz konusuydu. Orada Cenâb-ı Hak, apaçık Hay ismiyle mütecelli idi.”

Bakınız bilmem kaç yazıdır etrafında dolandığımız esas meseleye geliyoruz. Buraya dikkat lütfen: 

“Aslında Makam-ı Hızıriyet, bütünüyle canlılıktır. Aynı durum Hz. Cibril’de de vardır. Onun için kendisinin ve atının bastığı her yerin yeşerdiği ve geçtiği yolların yemyeşil olduğu kanaati çok yaygındır. Tabii ki bunlar, harikulâde ve tabiatüstü hâdiselerdir. İhtimal işte o atmosfer içine girince, Hay isminin fevkalâde tecellisiyle balık birden canlanır ve suya dalıverir. Âyette bahsi geçen ‘sahr-kaya’ nerededir? Bu kaya hangi kayadır? Hakkında kesin bilgi yoktur. Zaten böyle de olmalıdır. Zira meçhuliyet bütün bu vak’aların umumi karakteridir. Bazılarının bu kayayı Hz. Davud’un altına girip ibadet ettiği Mescid-i Aksa’da bulunan bir kaya olarak nakletmeleri ise kesin değildir. Bizce, bilinmeyen bir kaya olması umumi mânâya daha uygun düşmektedir.”

Demek ki neymiş, “Makamı Hızıriyet” diye bir şey varmış, efsunlu, esrarengiz ve girift bir makam. Bunu kenara not edelim, yolculuğu takibi bırakınca hemen buna yapışacağız çünkü. 

Hz. Musa ile Yuşa b. Nun bir müddet yürürler. Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hz. Musa’nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler. Yuşa, yanlarına kurutulmuş balık almıştır yemek olarak. Musa peygamber onu ister ama bir sıkıntı vardır. Yuşa söylemek zorunda kalır: “Efendim o balık bir önceki molada suya düştü ve canlanıp yüzüp gitti!”

Hz. Musa’da aniden şimşekler çakar!

“Toparlan hemen, bir önceki mola yerimize dönüyoruz, buluşma noktamız orasıydı. Bunu bana o anda söyleseydin!”

Kısa süre içinde balığın suya düştüğü kayalıkların oraya gelirler. Bir pir-i fani onları bekliyordur orada…

Nasıl Yüzüklerin Efendisi’nden daha heyecanlı değil mi?

Devam o halde…

Kur’an-ı Kerim, başta hikâyede merak unsurunu artırmak için olsa gerek, çok minik bilgi kırıntılarıyla kimliği konusunda pek açık vermiyor. Kur’an, bu kişiyi “Ledün ilmi” verilen “Alim Bir Kul” olarak niteliyor. 

Evet gördüğümüz üzere Kehf suresinde anlatılan büyük buluşma burada gerçekleşti. İki deniz buluştu!

Resulallah Efendimiz bir sohbetinde bu kişinin Hızır olduğunu açıkça ifade ediyor. 

Ebu Hureyre (ra) naklediyor: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Hızır`ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir. O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine oturmuştu. Deste, altında derhal yeşerdi.” (Kütübü Sitte, Fezail, 4345)

Said İbn Cübeyr’in naklindeki diyaloglar çok enteresandır: 

“Musa (a.s.) orada örtüsüne bürünmüş bir adam gördü ve ona selam verdi. Hızır Aleyhisselam ona: “Senin bu yerinde selam ne gezer!” “Ben Musa`yım.” “Beni İsrail`in Musa`sı mı?” “Evet” “Sen, Allah`ın sana öğrettiği bir ilmi bilmektesin ki ben onu bilmem. Ben de Allah`ın bana öğrettiği bir ilmi bilmekteyim ki, onu da sen bilemezsin.” “Allah`ın sana öğrettiği hakkı bana öğretmen şartıyla sana uymamı kabul eder misin?” “Sen benimle beraber olmak sabrını gösteremezsin. Mahiyet ve hikmetini bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin ki?” “İnşaallah sen beni çok sabırlı bulacaksın. Hem ben senin hiçbir emrine karşı gelmeyeceğim.” “Öyleyse gel. Ancak, madem bana tabi olacaksın, ben sana haber vermedikçe bana hiçbir şey sormayacaksın!” dedi. Hz. Musa (a.s.): “Tamam!” dedi. Hz. Musa ve Hz. hızır (a.s.) beraberce gittiler.” (Kütübü Sitte, Tefsir bölümü, 695)

Görüldüğü üzere buluşma bir anlaşma ile neticeleniyor ve tabiri caizse yeni maceralar başlıyor. 

Gerek müfessirler gerek İslam tarihçileri Hz. Hızır’ın kimliğine dair ipuçlarını bundan sonra yaşanacak olan üç olay üzerine inşa etmişlerdir.

Enteresan mevzular…

Burayı hızlı geçmek istemiyorum. Çünkü Ulu’l Azm peygamberlerden olan Hz. Musa’nın çok özel bir durumu vardı. Birincisi kavmini ikna etmesi, tüm peygamberlerden daha fazla efor gerektiriyordu. İkincisi Firavun gibi çok çok büyük bir zalime karşı mücadele ediyordu. Üçüncüsü bizzat kendisinin ifade ettiği “dilindeki düğüm-ukde” ve “konuşma güçlüğü” vardı. Allah-u Alem bu sebeplerden dolayı ona iki tane müthiş yardımcı verilmişti. Her biri birer peygamber potansiyeli (ki sonradan oldular) taşıyan Harun ve Yuşa. Biri kardeşi, diğeri yeğeni. Hz. Musa, pek çok peygamberden farklı olarak tebliğ ve mücadelesini bir ekip halinde yapıyordu. Mesela dönemin iki sahte peygamberi (Eldad ve Medad, ki apayrı bir yazı konusu) meselesi -tabiri caizse- tam bir takım oyunuydu! 

Epigrafa koyduğumuz ayetler Hz. Musa’nın iki temel sıkıntısına karşı Allah’tan talep ettiği yardım duası. Hemen anladığımız gibi biri “göğsümdeki sıkıntıyı gider”, diğeri “Dilimdeki düğümü çöz!”

Bu dizide daha önce de Hz. Musa’nın konuşma güçlüğü çektiğinden bahsetmiştik. 

Taberi gibi alimlere göre bu sıkıntı fiziksel bir deformasyon ya da eksiklikten değildi. Yani dilinin hasar görmüş olması ya da kekemelikle ilgisi yoktu. Sebebi şuydu: Hz. Musa 10 yıldan fazladır sürgün hayatı yaşamakta ve bir süre sarayda yaşayıp Kipticeyi konuşabilmiş olsa da ana dili İbranice idi ve kendisini tam ifade edememekten çekiniyordu. 

Ancak bu mesele üzerine yine de kafa yormak lazım bence. Çünkü yaklaşık 35-40 yıldır dinlediğim Gülen Hocaefendi her konuşmasına, sohbetine Hz. Musa duasıyla başlıyordu. 

“Şerh-i Sadr” denen bir operasyon var sevgili dostlar. 

İnşirah suresi namazlarda sıklıkla okuduğumuz surelerden. 

Şöyle düşünün… 40 yaşındasınız… Kavminiz tam bir sapkınlık içinde. Acımasızlık, haksızlık, içki, zina, günah gırla gidiyor. Bir mağaraya kapanıyorsunuz… Ve bir “Şey” ile karşılaşıyorsunuz. Size kendisini bir melek olarak tanıtıyor ve Allah’tan size bir mesaj getirdiğini söylüyor. Sizden başka kimse onu görmüyor… Üstüne üstlük peygamber seçildiğinizi ifade ediyor. 

Nasıl bir travma yaşarsınız?

Bundan daha büyük bir ağır depresyon sebebi olabilir mi?

İşte Cenab-ı Hak, peygamberine terapiyi bizzat yapıyor. “Şerh-i Sadr” diyor “Yani göğsü açıp genişletmek” Açın bakın panik atak semptom ve sonuçlarına aynı şeyi göreceksiniz. 

Aynı durum Hz. Musa için de geçerli. 

Ve evet yoksa bizim Yuşa Tepesi olarak bildiğimiz yerde aslında başka bir tılsım mı var?

Bu konu Hızıriyet makamı’nı incelendiğimizde epey açıklığa kavuşacaktır diye düşünmekteyim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin