Yorum | Kemal Ay
Son KHK’lar marifetiyle birçok önemli devlet kurumu doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlanmış oldu. 16 Nisan referandumunda ortaya çıkan ve ‘atı alanın Üsküdar’ı geçtiği’ sonuçlara göre beklenen bir şeydi. Ancak bu ‘uyum yasalarının’ KHK eliyle değil de Meclis’te tartışılarak yapılması gerekirdi. Türkiye’de son yıllarda hiçbir şey ‘olması gerektiği gibi’ gitmediği için, bunda şaşılacak bir durum yok. Erdoğan, bir şekilde gücü eline aldı ve o güç kendi kendini bitirinceye kadar bırakmaya niyetli değil.
Vatandaşın da önemli bir kısmı bunu savunuyor belli ki. Devletin ‘tek bir merkezden yönetilmesi’ gerektiği gibi baya yanlış bir ön kabul var. Ancak bu şekilde ‘bağımsız’ olunurmuş. Peki ya bağımsızlığın garantisi olan o ‘tek merkez’ bizatihi başkalarının çıkarları için hareket ederse ne olacak? Ne olacağı üç aşağı beş yukarı belli: Sistemin iflası.
FETRET’E GİDEN YOL
Osmanlı tarihinin en tuhaf zaman dilimlerinden birisi Fetret Devri’dir. Osmanlı demek doğrudan Padişah demek olduğu için Timur’la giriştiği Ankara Savaşı’nda esir düşen Yıldırım Bayezit’ten sonra karışıklık hüküm sürmüştü. Ölmüş olsa, yerine oğullarından birinin Padişah olması beklenebilirdi belki ama ‘esir düşmek’ işleri sarpa sardırdı. Ne yapılması gerektiği bilinemediği yani devletin bir ‘geleneği’ olmadığı için ayrılıklar yaşandı. Kardeşler sorunu düpedüz savaşarak çözmeye girişti.
Merkezde tek bir figürün var olması ve her şeyin de ona bağlanması Osmanlı’nın idari açıdan en büyük problemlerinden biriydi. Padişah dışında bir meşruiyet kaynağı olmadığı için isyan eden Yeniçeriler bile her defasında bir başka Padişah’ı tahta çıkarmak zorunda kalmışlardı. Gerçi Yeniçeriler’in isyanları da genelde bürokratik meselelerle ve kendi çıkarları ile ilgili olduğu için onlara ‘evet’ diyecek herhangi biri Padişah olabilirdi. Çetin Altan, yine de bu Padişah azletmelerin öyle göründüğü gibi ‘basit’ olmadığını, aslında her defasında Osmanlı’nın yıkılıp yeniden kurulduğunu yazmıştı.
Öte yandan Osmanlı’nın o kadar farklı kültürden insanı yönetebilmesinin sırrı da, İstanbul’un II. Mahmud dönemine kadar sembolik bir başkent olarak kalmasıydı. Diğer vilayetler ve bölgeler, özerkti. Belirli beklentileri karşıladıkları sürece ‘merkeze’ fazla bir bağımlılıkları yoktu. Modernleşmeyle birlikte gelen ‘merkezleşme’ tansiyonu da arttırdı.
‘KRAL ÖLDÜ, YAŞASIN YENİ KRAL!’ DİYEBİLMEK İÇİN
Benzer sıkıntıları Avrupa’da krallar da yaşamıştı. Uluslaşmanın bugünkü gibi olmadığı Ortaçağ ve sonrasında ‘otorite’ demek Hanedan demekti. Ancak hanedanlar her zaman ‘uygun’ bir varis üretemeyebilirdi. Bu sebeple de değişik formüller bulmak gerekti. Avrupa halklarının birbirlerine ‘Kral’ ihraç etmeleri bu çözümlerden biriydi mesela. Yunanistan da Osmanlı’dan ayrılıp kendi ülkesini kurduğunda ‘soylu’ birini bulamadığı için Almanya’dan bir prens ihraç etmişti. Bu formül ilginç bir gelişmeye yol açtı: Varis olabilecek konumdaki prensler güçlendi. Soylular sadece toprak zengini değil aynı zamanda otoritenin bir parçası hâline geldiler. Ancak ‘özerk’ aktörlerdi. Yani bir bakıma ‘mutlak iktidar’ ister istemez paylaşılıyordu ve iktidarın ‘parçalanması’ yani mutlak gücü tek bir kişinin ele geçirememesi zaman içinde ‘demokratikleşmenin’ de yolunu açmıştı.
(Elbette, coğrafi keşifler ve kolonizasyon sonrası yaşanan zenginleşme, bugünkü demokrasinin temeli olarak görülebilecek ‘yukarı doğru eşitliğin sağlanmasını’ da getirdi. Otoriter yönetimlerde ise ‘yukarısı’ yalnızlaşırken, ‘aşağı doğru eşitlik’ sağlanır.)
Bu ‘parçalı iktidar’ modeli aslında devletlerin bekâsı için çok daha makul bir sistem. Roma’nın Cumhuriyet döneminde bağımsız senatörlerin varlığı, sistemin bütünü açısından bir çeşit ‘denetim’ mekanizması sağlıyordu. Bu da hırslı ya da vahşi emelleri olanların iktidarda keyfine göre işlem yapmasını engelliyordu. İmparatorluklar çağından önceki dönemleri inceleyen Avrupalılar, 1940’lardaki Nazi Almanya’sı deneyimini de yaşayınca iktidarın ‘tek elde’ toplanmasının ‘güçlü görünen ama aşırı kırılgan’ bir yapı doğurduğunu gördüler. Zira Avrupa diktatörlükleri ‘görünenin’ aksine daha büyük kaosa ve sorunlara gebeydi.
ABD VE İNGİLTERE’DEN İSTİHBARAT DERSLERİ
ABD ve İngiltere’deki bu ‘parçalı, denetimli’ yapının en önemli örneğini istihbarat bürokrasisinde görmek mümkün. Birinci Dünya Savaşı sırasında oluşturulan İngiltere’nin MI6 ve MI5 teşkilatları, daha sonra birbirini denetleyen yapılara dönüşmüş. MI6, tıpkı ABD’deki CIA gibi yurt dışı operasyonlardan sorumluyken, MI5 yurt içindeki casusluk hareketlerini ve istihbaratı takip etmekle görevli. MI5’ın bir görevi de, MI6 gibi istihbarat kurumlarına ‘bekçilik’ yapmak. Buralarda oluşabilecek zaafları görmek. Bu örgütler Parlamento’ya hesap verir şekilde çalışıyor. Zira İngiltere’de ‘devlet’ her şeyden önce Parlamento etrafında örgütlenmiş. Milletvekilleri, hemen her konuda ciddi şekilde sorumlu ve denetleyici kılınmış.
ABD’de de istihbarat örgütlerinin birbiri üzerindeki denetimi önemlidir. En çok bildiğimiz CIA ve FBI’ın yanı sıra çeşitli istihbarat oluşumları mevcut. Ulusal Güvenlik Ajansı ve Homeland Security gibi daha üst bürokratik yapılar bulunuyor. Bu yapılar uzunca süre birbiriyle ‘rekabet’ hâlinde tutulmuştu ancak 2001’deki 11 Eylül saldırılarından sonra Bush yönetimi istihbaratı ‘tek elde’ toplamaya çalıştı. Bu da en çok eleştirilen kararlarından birisi oldu çünkü koordinasyondan fazlası talep ediliyordu. Bush, çabuk karar alabilmek ve popülist biçimde halka ‘güçlü Amerika’ cakası satabilmek için istihbarat bürokrasisini hayli yıprattı. Sonuç? Afganistan ve Irak’ta yaşanan fiyaskolar, ABD’de artan radikalleşme ve bugünkü Suriye meselesine kadar uzanan bir dizi facia.
TEK’ÇİLİK SİSTEMİ ZAYIFLATIR
Bugün Türkiye’de Saray etrafında örgülenmeye çalışılan bu ‘tek merkez’ sistemi de bütün o ‘güçlü Türkiye’ anlatılarına rağmen alabildiğine zayıf ve kırılgan. Parlamento iğdiş edildi, kurumlar yıpratıldı. Gerçekten de sistemden Erdoğan’ı çektiğinizde ‘kaos’ çıkmaması işten bile değil. Böyle bir sistemde ‘yozlaşma’ kaçınılmaz ancak ‘yozlaşma’ en hafifi sistemsel problemlerin. Satrançtan örnek vermek gerekirse Şah dışındaki bütün diğer kabiliyetli taşları elimine edip sadece piyonlarla oynamaya benziyor. Oyunu kazanmak neredeyse imkânsız ancak savunma ihtimalleri de daralıyor. Rakibi geçtim, piyon görünenlerin bile bu zayıflık karşısında iştahı kabaracaktır…