Sadakat imanın tezahürüdür

YORUM | FAİK CAN

Sadakat Allah ile bir mukavele, bir sözleşme ve bir iç yemindir. Onun pratiğe dönüşmüş hali ise neye söz verilmişse onu harfiyen yerine getirmektir. Sadakat, sıdktan doğar. Sıdk, doğru söz söylemek, doğru davranmak ve yalanın, sahtekârlığın her türlüsünden uzak durmaktır.

Sadakat ise, sıdkın bir adım ötesi ve gelişmişidir. Söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olmayı gerektirir. Sadakat eri hak ve hakikate yürekten bağlı kalmalıdır. Dostlarına, dava arkadaşlarına ve kendisini bu kutlu yola taşıyan rehbere karşı hep vefa hisleriyle dolu olmalıdır. Şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmamalıdır. Gönül verdiği kapıdan asla ayrılmamalıdır. Riya, yapmacıklık, maddi-manevi çıkar hesabı gibi kötü ve şeytani duygulardan arınarak tamamen halis niyetle baş koyduğu yolda son nefesine kadar devam cehdi içinde bulunmalıdır.

Gönül semamızın yıldızları sahabenin tamamı sadakatin ete kemiğe bürünmüş halidir. Mekke müşriklerinin elinde esir olan Hazreti Hubeyb, “Şimdi senin yerinde Muhammed’in olmasını istemez miydin?” küstahlığına, “O’nun ayağına bir dikenin bile batmasındansa canımı veririm!” kükreyişiyle cevap verirken sadakat destanında altın harflerle yerini almıştı.

Annesi, babası gözlerinin önünde şehit edilen Ammar, hemen Allah Resûlü’ne koşturan şey, Efendimiz’e olan sadakatiydi. Aradığı teselliyi O’nun gölgesinde bulacağından emindi. Annesinin aç bırakmasından, türlü işkencelerinden bunalan Mus’ab, zincirlerini kırar kırmaz kendini Nebiler Sultanı’nın sıcak iklimine atmıştı. Onlar, şirkin bataklığından, cahiliyenin insanlık dışı karanlığından Efendimiz’in vesilesiyle kurtulduklarının idraki içindeydiler. O sebeple, ahiretlerini kurtaran Zat’a dünyalarını feda etmeyi sadakatin gereği olarak görüyorlardı.

Sadakat meşheri Uhud  

Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) kutlu yolculuğunda sarp bir yokuş olan Uhud, yüzlerce sadakat tablosunun sergilendiği, ibretlerle dolu bir meşherdi. Müşriklerin gemi azıya aldıkları, Nebiler Serveri’nin mübarek başını yarıp dişini kırdıkları o hengâmede sahabe-i kiram, Efendimiz’in etrafında etten kemikten bir duvar örmüştü. Bu can pazarında kan gövdeyi götürüyordu. Müşrikler ise O’nu yok etmek istiyorlardı. Gayz ile bilenen kılıçlar, O’nun için bileniyor, nefretle atılan her ok O’nun için atılıyor, her kalkan mızrak O’na doğru kalkıyor, ama bütün bunlar gidip bir Mü’minin bağrına saplanıyordu. Bir an gelmişti ki neredeyse kırılmadık kol, kesilmedik baş kalmamıştı.

Tam bu esnada Allah Resûlü, üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek: “Bunlara karşısına kim çıkacak?” dedi. Uhud’a yaraları sarmak için gelen büyük kadın Nesibe (radıyallâhu anhâ) bunu duyunca elindeki sargıları, belindeki matarayı attı ve: “Ben Yâ Resûlallah!” diyerek müdafaa hattına koştu. O yürekli kadın adeta bir dişi aslan gibi elindeki kılıçla sağa sola saldırıyor ve Resûlullah’a yaklaşanları biçip geçiyordu.

Nesibe, Allah Resûlü’nün önünde mücadelesini devam ettirirken oğlunun kolunun bir kılıç darbesiyle kesildiğini gördü. Koştu, oğlunun yarasını sardı ve: “Git, Resûlullah’ın önünde savaş evlâdım!” diyerek yerine döndü. Savaşırken sırtında, bir elin içine girip saklanacağı kadar derin bir yara açılmıştı. Rahmet Peygamberi şefkatle ona baktı ve: “Senin şu yaptığına kim takat getirebilir ki!” dedi. Bunu duyan o büyük kadın gözleri yaşlı bir şekilde: “Allah’a dua et, beni Cennet’te seninle beraber eylesin!” dedi. Allah Resûlü ellerini kaldırarak, yüzünden, sırtından, kolundan kanlar akan bu kadına: “Allah’ım, Cennet’te onu benimle beraber kıl!” diye dua etti. Bunu duyan şerefli kadın: “Gayri kıyamete kadar O’nun önünde savaşabilirim.” dedi.

Resûlullah nerede!

Bir ara Uhud’da Allah Resûlü’nün ruhunun ufkuna yürüdüğü şayiası çıktı. Bu dedikodu Medine’ye kadar ulaşınca Ensar’dan bir kadın canhıraş bir şekilde koşarak savaş meyanına geldi. Aklını yitirmiş gibi avaz avaz “Eyne Resûlullah-Resûlullah nerede!” diye bağırıyor, her yanda Efendimiz’i arıyordu. Kendisine şehit olan kocasını göstermek istediler bakmadı; oğlunu, kardeşini göstermek istediler, oralı olmadı. Tek endişesi Efendimiz’e dairdi. “Eyne Resûlullah!” nidaları Uhud’da yankılanıyordu. Nihayet Allah Resûlü’nün huzuruna gelip O’nun hayatta olduğunu görünce “Sen sağ olduktan sonra bütün musibetler gayrı hafif kalır!” dedi. Biliyordu ki, O’na bir şey olursa tespih imamesiz kalacak ve taneler etrafa savrulacaktı.

Aynı meydanın bir köşesinde, aldığı ağır darbelerle son nefesini vermek üzere olan Sa’d ibn-i Rebî (radıyallâhu anh) yanına giden arkadaşına tarihe geçecek bir sadakat haykırışında bulunmuştu: “Allah Resûlü’ne selâm götürün, Uhud’un arkasından buram buram Cennet kokularının geldiğini duyuyorum. Ve arkadaşlarıma da selâm söyle, nefes alıp verdikleri sürece Resûlullah’a bir şey olursa, Allah huzurunda yakalarını kurtaramazlar!” Son nefeslerinde bile onların en büyük derdi Allah Resûlü’nü her türlü tehlikeden ve zarardan korumaktı.

Savaş bittiğinde yetmiş şehit verilmişti. Ortam her türlü fitneye, suizanna müsaitti. Münafıklar için dedikodu pazarı açılmıştı. Ama ashab fitneye meydan vermedi ve büyük bir sadakatle hiçbir şeyi sorgulamadan, kimseyi suçlamadan hep birlikte yeniden Allah Resûlü’nün etrafında kenetlendi.

Söz verdik bir ömür yanında durmaya

Hendek muhasarasında da durum farklı değildi. Günlerce süren kuşatmanın tesiriyle gıda stokları tükenmiş ve asker arasında açlık baş göstermişti. Herkes karnına taş bağlamıştı ama değil mi ki Allah Resûlü hayatta ve başlarındaydı, ne açlık ne de susuzluk onların azim ve gayretlerine hiç mi hiç tesir edemiyordu.  Coştukça coşuyorlar ve hep bir ağızdan şu mısraları bir marş gibi söylüyorlardı:

“Nahnü’llezî bâyeû Muhammedâ,

Ale’l-cihâdi mâ bakînâ ebedâ”

“Bizler o kimseleriz ki, söz verdik Hz. Muhammed’e;

Ömrümüz oldukça devam edeceğiz yanında mücadeleye…”

Arkasından da bu sadakatin sebebini dillendiriyorlardı:

“Vallâhi lev lâllâhu me’htedeynâ ve lâ tesaddaknâ ve lâ salleynâ;

Fe enzilen sekîneten aleynâ ve sebbiti’l akdâme in lâkaynâ”

“Allahım, kasem olsun Sen olmasaydın, biz asla hidayete eremezdik; tasadduk edemezdik ve kılamazdık namazı;

Sekîne indir üzerimize! Ve eğer düşmanla karşılaşırsak sabit kıl ayaklarımızı!”

Efendimiz de onların bu sözlerine hem iştirak ediyor hem de şöyle cevap veriyordu: “Allâhümme lâ ayşe illâ ayşe’l-âhirah;

Fağfiri’l-ensâra ve’l-muhâcirah!”

“Allahım, bizim için hayat sadece ahiret;

Sen ensar ve muhacirîne eyle mağfiret!”

Nifakın işi tahriptir

Ashab efendilerimiz Hudeybiye’de de yaşadıkları şoka rağmen hemen Nebiler Serveri’ne koştular ve O’na olan sadakat ve itimatlarını Kur’an’ın iltifatına mazhar bir bey’atla perçinlediler.

Sahabe, ne hayattayken ne de ruhunun ufkuna yürüdükten sonra ortaya çıkan fitne dönemlerinde Efendimiz’i hiç tenkit etmedi. O’nun yıpranmasına, zarara uğramasına fırsat vermedi. O’nun gölgesini bir emniyet limanı olarak gördü. Her sıkıştıklarında O’na koştu, dertleri olduğunda O’nun gözlerine baktı. Sözünde, sohbetinde hayat buldu. Bir tebessümüyle bayram sevinci yaşadı. Bir işaretine canlarını verecek bir sadakatle O’na hep bağlı kaldı. Mekke fethinin hemen sonrasında olduğu gibi münafıkların yaydığı radyasyondan etkilenir gibi oldukları zaman da Allah Resûlü onlara kendini hatırlattı: “Siz dalalette idiniz, benim vesilemle hidayete ermediniz mi; düşmandınız, benim vesilemle kardeş olmadınız mı?!”

Sadakatten nasibini almamış münafıklar ise her vesile ile Allah Resûlü’nü yıpratmanın gayreti içinde oldular. O’nu hayattayken yıpratmak, hakkında tereddütler oluşturmak, sahabenin gözünde tezyif etmek istiyorlardı. O’ndan sonrası için de planlar yapıyorlardı. Nebiler Serveri’nin aleyhine gibi görünen her hamleden ümitleniyorlardı.

Sahabe efendilerimize Uhud’dan sağ salim geri dönemeyeceklerini söylüyor ve üç yüz kişiyi yanlarına alarak Efendimiz’i yalnız bırakıyorlardı. Tebük’e gidilmesin diye ellerinden geleni yapıyorlardı. Şahsına bir yapamadıkları Allah Resûlü’nü yıpratmak için en yakınındakilere, hatta mübarek zevcelerine en aşağılık iftiraları atmaktan geri durmuyorlardı.

Sahabe’nin sadakat neşideleri ile coştuğu Hendek’te onlar, “O sizi boş hayallerle avutuyor” diyerek kafa karıştırmaya çalışıyorlardı. O’na infakta bulunulmaması için türlü tezviratlarda bulunuyor, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu –hâşâ- “O, her şeye inanan safın tekidir!” diyerek küçümsemeye çalışıyorlardı. Birinciler, hem Allah katında kıymetler üstü kıymete ulaştılar hem de kıyamete kadar gelecek Mü’minlerin gönlünde yâd-ı cemil olarak kaldılar. Münafıklar ise Kur’an’ın ifadesiyle “Cehennem’in en aşağısına yuvarlandılar!”

Asr-ı Saadet’ten alacağımız ne çok ders var!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin