YORUM | VEYSEL AYHAN
Her şey dünya ile başlamadı.
Dünya ile de bitmeyecek.
Doğmadan önce bir ruhlar alemi hayatımız oldu.
Eskiler buna “Elest bezmi” der.
“Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahid olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.”(A’raf, 172)
İlk varlık tecrübemiz muhtemelen buydu.
Ama bu zaman dilimi biz dünyaya gelirken belleğimize yüklenmemiş.
Hatırlamıyoruz.
Ayete göre belleğimize kıyamet günü yüklenecek.
Daha sonra anne karnında dokuz aylık bir hayatımız oldu.
İkinci varlık tecrübemiz buydu.
O dönemdeki algılarımız da belleğimizde yok.
Şimdi üçüncü varlık dönemimizdeyiz.
Her şey olabildiğince gerçekçi görünüyor.
Bir üst hayat mertebesini hayal edemiyoruz.
Daha üst bir hayat gerçekliği olmayacağını sanıyoruz.
Halbuki var:
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur.” (Ankebût, 64)
Karşılaştıracak olursak dünya hayatı bir sonraki hayat gerçekliğine göre bir tür rüya.
Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen bir söz var:
“İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar.”
Descartes da aynı kanaate: “Benim şu anda da rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir?”
Büyük acılar, ağır şoklar yaşamadıkça insan bu rüyadan uyanmaz.
Ağır ıstırap ve çileler bazen bedel olur ve insan yaşamın bir rüya olduğu net bir şekilde fark edebilir.
Değilse hayat hep istikrarlı ve derin bir rüya olarak sürer.
Ölüm meleği gelene kadar dünya “rüya”sı devam eder.
Peki rüya nedir?
İnsan, uykuya daldığı an bir başka aleme geçer.
Denizin içine girmek veya denizden dışarı çıkmak gibi
Rüyada her şey dünyayı andırır ama atmosfer farklıdır.
Mantık ve fizik kanunları değişir.
En olmayacak şeyler hayatın rutini gibi görünür.
Hayalden hayâle geçeriz.
Kanatlanıp uçabiliriz. Hatta kanatsız da uçarız.
Dilediğimiz yere bir anda ulaşırız.
Tuhaflıkları normal sanırız.
Belki de rüya “zaman boyutunun olmadığı ” bir yerdir.
Saatler, “an” olur.
Anlar “yıl”.
Bazen bir dakikaya yıllar sığabilir.
Zaman algımız değişir.
Bazen kâbuslar görürüz.
Başımıza art arda kötü olaylar gelir.
Korkar, üzülürüz.
Ağlarız.
Değerli şeylerimizi kaybederiz.
Bizi kovalarlar. Nefes nefese koşarız.
Ağlayarak ter içinde uyanırız.
“Oh” deriz.
“İyi ki rüyaymış!”
“Boşuna korkmuşum” diye düşünürüz.
Üzüntü ve korkunun komikliğine güleriz.
İşte dünya hayatı da böyle temelsiz bir rüyadan ibarettir.
Her filmde olduğu gibi dünya “rüya”sında da iyiler ve kötüler var.
Bu “rüya”da mazlumlar ebedi yarınlarını inşa ediyor.
Kötüler yani zâlimler ise gözlerini yummuş yarınlarını karartıyor.
Her şey nazar-ı İlahinin kontrol ve gözetimi altında.
“Sahne Sahibinin” izni olmadan yaprak kımıldamıyor.
GÖZYAŞI KOLLEKSİYONCULARI
İnsan bir rüyada ne kaybedebilir ki?
Hiçbir şey!
Önemli bir hadis var: “Dünyanın, Allah’ın yanında sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı…” diye başlıyor.
Rüyanın içinde iken o alemdeki şeyler bize değerli görünebilir.
Rüyada padişah veya kral olmak…
Rüyada holdinglerin sahibi olmak…
Oysa ne kadar boş sahiplikler…
Rüyada zulüm görmek…
Rüyada malını mülkünü kaybetmek…
Bu nedenle de mazlumun esasen dünyada kaybettiği hiçbir şey yok.
Dünyada kaybedilen her şey; bir rüyada kaybedilenler cinsinden.
Makam, mevki, para, mülk…
Hepsi birer rüya ışıltısı…
Göz kamaştırıyor, parıldıyor.
Kaybetmek kötü gibi duruyor.
Ölümle rüyadan uyandığımızda ne kadar boş ışıltılar olduğunu fark edeceğiz.
Kaybettiklerimizin hiçliğine ve komikliğine güleceğiz.
Bu yanıyla mazlum ve mağdurlar bir şey kaybetmiyor.
Değerli olduğunu düşündüğü ve kaybettiği her şey, ebedisiyle takas ediliyor.
Zâlimin kazandığı bir şey yok.
Hepsi acı ve göz yaşı kolleksiyoncusu.
Yeryüzünü sahipsiz sanıyorlar.
Zayıfları eziyorlar.
Zulme doymuyorlar.
Gözyaşı biriktiriyorlar.
Biriktirdikçe biriktiriyorlar.
Yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünüyorlar.
Mutlu görünen bu rüyalarında ahiret kâbusuyla uyanacaklar.
“Keşke toprak olsaydım!” (Nebe’, 40) diye inleyecekler.
Kabûstan bir fanusa hapsolacaklar.
TRİBÜN
Önceki yazıda Truman Show’u örnek vermiştim.
O filmde tüm insanlar 24 saat Truman’ı seyrediyordu.
Peki bizim dünya rüyamızda tribünde kimler var?
Tabiri caizse sahnenin sahibi olarak asıl seyirci “Yaratıcı”.
Sonra O’nun elçileri.
Melekler.
Allah dostları.
Şehitler.
Dünya yaratıldığı günden bu yana seyirci olmaya hak kazanmış insanlar.
Tribünde bunlar var.
Etrafımızdalar…
Biz onları görmüyoruz.
Onlar bir üst bilinç düzeyinden bizi görüyorlar.
Biz ancak ölünce o bilinç düzeyine çıkacağız.
Şu an milyarlarca insan dünya “rüya”sında yaşayarak sınanıyor.
Yüz yıllardır sürüyor bu sınama.
Roller dikte edilmiyor.
Önümüze tercih olarak geliyor.
Herkes kendi filminde dünya çapında bir kahraman olabilir.
Hiçbir yönetmen rolüne odaklanmayan oyuncuyu filminde istemez.
Sürekli başkalarının rolleriyle meşgul olanı da istemez.
Senaryoyu beğenmeyeni de.
Rolün zorluğuna razı olduğumuz ölçüde rolümüz ağırlaşıyor.
Çile ve sabır oranında filmin afişinde ismimizin puntosu büyüyor.
Mızmızlık yaptıkça, vozurdadıkça küçülüyor.
En büyük roller; en ağır ve çileli olanlar.
“Yönetmen”, bu rolleri en sevdiklerine veriyor.
Bu nedenle ne kadar sevildiğinizi bilmek istiyorsanız rolünüzün ağırlık ve çilesine bakın.
“Niye düzgün bir rolüm yok”, “Ne yaptım da Yönetmen’i üzüp kenara atıldım” demek doğru değil.
Bu, bizim tercihimiz.
Yaratıcı’nın takdiri olan “cast”dan hoşlanmamak, rolünü beğenmemek risklidir.
Rolünü küçük görmek, küsüp senaryo metinlerini kenara fırlatmak tehlikelidir.
Bu tavır, sahneden veya film platosundan kovulmaya neden olur.
Erkenden gidebiliriz.
Ne olduğunu anlamadan kendimizi dünya ekranının dışında bulabiliriz.
En büyük roller en küçük makamda olabilir.
En küçük görünen role en büyük misyon biçilmiş olabilir.
Veya tersi en küçük roller en şaşalı kostümleri kuşanabilir.
KENDİ KULVARINDA BAŞROL OYUNCUSU OLMAK
İnsan, iradesini doğru kullanır, önüne çıkan zahmet ve meşakkatlere sabrederse;
Azim ve gayretle bunları aşarsa;
Ruhunu tüm insanlara karşı sevgi ile donatırsa kendi “kulvar”ının şampiyonu olabilir.
Ve gün gelir.
Ekranda durma süresi biter.
Kibar bir davetiye gelir.
Ekrana veda edersiniz.
Rüyadan göz aydınlığıyla uyanırsınız.
Ebedi bir onur ve sevinç içinde Yaratan’ınınıza yönelirsiniz.
Rolünüzün ağırlığından dolayı göz yaşları içinde O’na teşekkürlerinizi arz edersiniz.
Sonra diğer seyircilerden tebrikleri kabul edip tribünde kendinize ayrılan yere oturursunuz.
Her şey dünya ile başlamadı.
Dünya ile de bitmeyecek.
A’mâk-ı Hayal müellifi ile bitireyim:
“Ey avare yolcu!
Yürü; durma, yürü!
Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın.
Bu essiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi rüya ve hayalden ibarettir.”
Yazıyı birkaç kez daha okumak istiyorum.Bir nevi teselli olmuş,umut olmuş moral vermiş.
Ara ara bunları duymaya çok ihtiyacımız var.Allah (cc) razı olsun.
Muhteşem Vakarlı Olağanüstü İmani Yürüyüşünüzü,
Hayranlıkla
Hayretle
Heyecanla
İzliyor ve seyrediyorum.
Kur anı Kerim’i bütün bir cemaat hayatınızla, yazılarınızla, yaşamınızla tefsir ediyorsunuz adeta….
Makalenizden bambaşka ulvi manalar gördüm. Maruz kaldığınız bunca zülme rağmen, bağırıp çağırma yerine dağıtıp kırmadan meseleye rıza-ı ilahi penceresinden bakabilmek
tarif edilmeyecek bir imani duruştur.
Büyük büyük gördüğümüz nice insanların yaşananlar karşısında bir bir dökülürken, ne kadar sağlam bir mevkide durduğunuzu daha iyi görüyoruz.