Rusya, Putin ve demokrasi; alınacak dersler 

PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Rusya’da Putin başkanlık seçimlerinde kullanılan oyların yüzde 87’sini alarak yeniden başkan seçildi. Seçimsel prosedürün uygulandığı ama hukuk devleti, özgür medya ve temel özgürlüklerin olmadığı birçok ülke gibi, Rusya’da da seçimler çok fazla bir şey ifade etmiyor. Bu tür ülkelerde demokrasi ‘seçimler’ olarak algılanıyor ve demokrasinin adil ve özgür seçimlere dayalı olması için gerekli koşullar önemsenmiyor.

Demokrasinin okullarda sadece “halkın kendi kendisini yönetmesi” olarak öğretildiğini biliyoruz. Oysa sadece seçimsel sürecin altını çizen bu kısır bakış açısı, ülkeleri çoğunluk diktasına ve kişisel otoriter rejimlere götürüyor. Rusya bu konuda tekil bir örnek değil. Türkiye’nin de aralarında olduğu onlarca ülke demokrasiyi ‘seçimsel prosedür’ olarak anlıyor ve uyguluyor. Oysa demokrasinin başında kullanılan niteleyici sıfatlar olmaksızın demokrasi kavramı son derece yuvarlak ve muğlâk.

Sofistike demokrasi tartışmaları çoğunlukla akademik fildişi kulelerde yapılan ve kimseye yararı olmayan bir aktivite türü olarak görülüyor. Oysa bu yanlış bir bakış açısı. Özenilen ve referans olarak alınan demokratik sistemler, liberal demokrasiler. Bu rejimlerde adil ve özgür seçimlerin yanında hukuk devleti, özgür medya, temel özgürlükler ve insan hakları gibi koşullar mevcut. Bu koşullar sayesinde vatandaşların hukuksal hakları güven altında, bilgiye erişim olanakları var ve bireysel özgürlüklerden ve insan haklarından yararlanabiliyorlar.

Örgütlenme ve düşüncenin ifade özgürlüğü, farklı medya kuruluşları ve elektronik bilgiye erişim platformları, azınlık hakları, protesto ve eleştiri hakkı, bağımsız yargı, denetlenebilirlik ve şeffaflık, gücü yasalarla sınırlandırılmış ve hukuka tabi kılınmış yürütme erki gibi unsurların olmadığı sistemlere demokrasi denemez. Seçimsel sürece sahip olmak, Rusya ve Türkiye gibi ülkeleri bu nedenle demokrasiden diskalifiye ediyor.

Putin ve Erdoğan gibi liderler, apaçık meydanda olan bu gerçekleri gizleyebilmek veya haklı çıkarabilmek için türlü gerekçeler fabrike etmek zorundalar. Genellikle siyasetin güvenlikleştirilmesi yöntemi bu tür liderlerce en sıklıkla kullanılan yöntemdir. İç ve dış tehdit tanımlamaları, buna tekabül eden düşmanlar yaratmak, bunların karşısında özgürlüklerin ülkenin bekasını tehdit ettiğini dolaylı veya doğrudan topluma endoktrine etmek, kendilerini, yegâne “yerli ve milli”, “vatansever”, “otantik”, “samimi”, “halkın bağrından çıkmış”, “halkın değerleriyle uyumlu” siyasi liderler veya politik hareketler olarak göstermek, yine bu tür rejimlerin ve liderliklerin ortak özelliği.

Dünya bugün iki tür grup arasında kamplaşıyor. Bir tarafta demokratik hukuk devletleri, diğer tarafta ise diktatörlükler var.

ABD, Kanada, AB ülkeleri, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya gibi ülkelerin başını çektiği demokratik ülkeler grubunun karşısındaki otoriter ülkeler ligi giderek güçleniyor. Rusya, Çin, İran, Türkiye, Güney Asya ülkeleri, Afrika ülkelerinin önemli bir bölümü, Brezilya, Ortadoğu ülkeleri gibi ülke ve bölgeler, Batı olarak algıladıkları ülkelere ve bu ülkelerin Batılı değerler olarak algıladıkları liberal demokratik değerlerine karşı savaş açmış durumdalar. Kendi halklarını Batılı ülkelerin haklarından mahrum bırakmak için algı operasyonu ve manipülasyon yapıyorlar. Batı’nın değerlerinin toplumu çürüttüğünü, bu değerlerin Batı’nın diğer bölgeleri sömürdüğünü kamufle etmeye yaradığını, kendi siyasi kültürlerinin çok daha iyi olduğunu savunuyorlar.

Bu esasında çok eski bir taktik. On yıllar önce Mussolini diktası altındaki İtalya veya Hitler diktası altındaki Almanya da benzer propagandaları yapmıştı. Bu taktiğe göre önce liberal demokratik değerlerin Batılı değerler olduğu savunuluyor, ardından Batılı devletlerin tarihlerinde yaptıkları hatalardan dem vuruluyor. Mesela ABD ve Kanada’nın yerli halklara yaptığı soykırım, Avrupa güçlerinin Afrika’da ve Ortadoğu’da izlediği sömürgeci siyaset, ABD’nin Japonya’ya atom bombası atması gibi örnekler cımbızlanıyor. Bu yolla Batı’nın aslında ne kadar kötü olduğu kanıtlanmış (!) oluyor. Tekilden genele yöntemle (tümevarım) genellemeler yapılıp, bilin bakalım nereye varılıyor? “Sonuçta bizi eleştiren Batı da aynı bizim gibidir. O halde bizim değişmemize ne gerek var?”

Oysa demokrasi ve hukuk devleti mücadelesi hiçbir devlet için tek yönlü bir yol değil; genellikle demokratikleşirken ülkeler ve toplumlar iki adım ileri, bir adım geri şeklinde ilerliyor. Elbette ABD ve Kanada yerlilerin topraklarına el koydu, onları zorla asimilasyondan geçirdi, birçoğunu katletti, daha büyük kitleler ise salgın hastalıklardan veya kötü yaşam koşullarından dolayı öldüler. Ancak mesele şu ki bugün bu ülkeler geçmişlerindeki hataları halının altına süpürmeyi seçmiyor; bilakis o tarihle hesaplaşıyor, yeni nesillere yaşanan acıları öğretiyor, yapılan hataları telafi etmeye çabalıyor.

Bu yeterli mi? Elbette değil. Ancak bunun bir alternatifi yok. Bütün toplumlar ve devletler geçmişlerinde başka toplumlara zulmetti. Onların topraklarını fethetti, işgal etti, ellerinden aldı, onları katletti. Fakat mesele, bu korkunç tarihe bugün nasıl yaklaşıldığıdır. Bir diğer ifadeyle, yapılan yanlışların ve işlenen suçların bugün de tekrarlanmasını engellemeye çalışmak, vatandaşlarını bilinçlendirerek değer yargılarını değiştirmek gibi yöntemler ve politikalar izlenmeli. İşte bugün demokrasi ligiyle diktatörlük ligi arasındaki en temel farklılıklardan biri budur.

Diğer bir fark, vatandaşlarla yöneticilerin aynı hukuka tabi olmasıdır. Diğer bir formülasyonla, yürütme erki denen hükümet ve siyasi karar alıcıların anayasal ve yasal devlet mimarisi içerisinde yetkilerinin kısıtlandırılması, hukuka tabi kılınmasıdır. Siyasi yöneticiler hâkimlerin kararlarına uymama dokunulmazlığına sahiplerse, o ülkede demokratik bir rekabet olamaz. İstediğiniz muhalif parti liderini, muhalif vatandaşı, zararlı olarak gördüğünüz vatandaşları, grupları, etnisiteleri kriminalize etme lüksüne sahipseniz, o ortamda siyasal bir rekabet ortamı olamaz.

Rusya’da yüzde 87’yle “seçilen” Putin’in Batılı ülkelerde olan demokratik rekabet ve hukuk devleti ortamında bu oyu alamayacağı, onu geçtik iktidarını devam ettiremeyeceği açıktır. Dolayısıyla Putin gibi, Erdoğan gibi diktatörler elbette liberal demokrasi istemez. Bunda hayret edilecek bir şey yok. Esas hayret edilecek şey, yönetilen insanların neden bu sisteme razı olduklarıdır. 

Biliyorum, medya kontrolü üzerinden algıları da belirliyorlar. Yani halk kısmen haksız ve bu tür diktatörlüklerin sorumlusudur ama esas sorumlusu değildir. Çünkü halkın büyük kısmı manipülasyona açıktır. Oysa aydınların özrü veya bahanesi yoktur. Özellikle bugünkü bilgi ve iletişim toplumunda aydınlara büyük sorumluluklar düşüyor. Öncelikle inandıklarını söyledikleri değerler karşısında adil olmaları gerekiyor. Etik olan, o değerleri sadece kendileriyle aynı düşüncede veya ideolojide olanlara değil, kendilerinden farklı düşünen insanlara da uygulamalarıdır. Rusya’nın karnesi bu konuda Türkiye’den daha iyi!

Yazının başında vurguladığım gibi, demokrasi mücadelesi tek başına bir anlam ifade etmez. Demokrasinin olmazsa olmazı olan hukuk devleti, özgür medya, temel insan hakları müktesebatına dayanan haklar ve özgürlükler de talep edilmelidir. Bu zordur, çünkü kendinize bunları talep etmek kolay olsa da, öteki olarak gördükleriniz için bu hakları istemek ulaşılması güç olan bir bilinç aşamasıdır. Yaşam biçimine veya ideolojisine sıcak bakmadığınız insanlar için kendinize istediğiniz özgürlükleri talep etmeden, kendinizin de o özgürlüklere kavuşmanız mümkün olmayacak. Ortak iyiye ancak kolektif yolla ulaşılabilir. Bunun için paradoksal biçimde önce herkesin birey olduğunun kabul edilmesi, yani farklılıkların doğal ve iyi bir şey olarak genel kabul görmesi lazım.

Sistemlerin değişimi ancak insanın değişimiyle mümkün olabilir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. “Bu suça ortak olmayacağız.” diyerek, Pkk terör örgütüne tek kelime edemeyen ama maaş aldıkları Türk devletine doğrudan saldıran imzacı sözde akademisyenler mi aydın. Bu akademisyenler mi Türk halkını aydınlatacak.
    Bu sözde akademisyenlerden KHK’lı olup, fondaş gazetelere çöreklenen bazılarının makalelerini okudum. Aralarında düzgün cümle kuramayanlar bile var, hatta M.E.Çaman ayarında bile değiller.
    Tek bildikleri; katil devlet, soykırımcı devlet, Pkk, Dhkpc özgürlükçü, Türk devleti daima kötü. Bu sözler de çok tanıdık, M.E.Çaman’ın her daim kullandığı kelimeler bunlar.
    Azınlık kayırmacası ile Türk üniversitelerine yuvalanmışlar. Maaş aldıkları devlete kin kusuyor bu çakma aydınlar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin