YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN
İslamcıların, özellikle de Erdoğan’ın yakın çevresinde olan ve İbrahim Kalın başta olmak üzere SETA kökenli akademisyenlerin, NAZİ Alman siyaset bilimci Carl Schmitt’e olan sempatileri sır değil. Schmitt 1930’lu yıllarda Adolf Hitler’in NAZİ partisine katılmış olan, muhalif ve özellikle de Yahudi yazarların kitaplarının kült törenler eşliğinde yakılması olaylarında aktif olarak yer almış bir ideolog ve siyaset teorisyeni. Yani sadece durumu kurtarmak ve kendini tehlikeye atmamak için korkunç NAZİ diktatörlüğüne ve Adolf Hitler’e ses çıkartmamış bir profesör değil Schmitt, bilakis aktif olarak NAZİ rejimi için çalışmış, bu rejimde görevler almış bir ideolog.
Carl Schmitt radikal bir anti-semitist, yani ırkçı bir Yahudi düşmanı. Gayet açık ve aktif bir şekilde ırk ayrımcılığı yapan düşünceleri savunduğu, kaleme aldığı biliniyor. Her ne kadar Katolik olması nedeniyle NAZİ rejiminde kilit bir göreve getirilmediyse de, hem parti üyesi, hem Hitler ve rejimine inanmış bir ideolog olması, hem de rejim aparatının fikir üreten beyinlerinden biri olarak bilinmesi nedeniyle, İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD ordusu tarafından tutuklanıyor. 1950’lerde ve 60’larda Schmitt Almanya’da NAZİ ideolojisinden arındırma politikasına şiddetle karşı çıkıyor, NAZİ geçmişi ile yüzleşmeyi reddediyor, bu nedenle de Almanya’da bir daha üniversiteye dönüşü mümkün olmuyor. Akademik çalışmaları için kendine ancak 1960’larda faşist Franco rejiminin hüküm sürdüğü İspanya’da yer bulabiliyor. İşte Erdoğancıların peşinden koştuğu, çok değer verdiği, fikirlerini kullandığı ünlü Alman siyaset bilimci Carl Schmitt’in özet yaşam öyküsü bu. Neden Carl Schmitt bu kadar önemli Erdoğan rejimi ve o rejimin enstrümanları için? Neden Türk İslamcıları ve İslamo-faşistleri Schmitt’in düşüncelerine başvuruyorlar?
SİYASETİ DOST-DÜŞMAN İKİLİĞİNE İNDİRGER
Carl Schmitt siyaseti biz ve öteki ayırımı üzerinden tanımlar. Dost ve düşman zıtlığının tüm siyasi eylemlerin temeli olduğunu ileri sürer. Kuramında bu kavram ikilisi temelinde siyasi birleşmenin ya da ayrışmanın gerçekleştiğini anlatır. Kamplaşmanın siyasi safları sıklaştırdığını NAZİ rejimi sırasında ampirik olarak gözlemlemiş, Hitler’in Yahudileri, Çingeneleri, eşcinselleri, engellileri, Slavları ve Afrikalı siyahları nasıl ötekileştirdiğine, bunun Alman toplumunu nasıl Hitler etrafında kenetlediğine, onları nasıl “hipnotize” ettiğine bizzat şahit olmuştur. Dahası, kendi siyaset teorisiyle ve aktif yazıları ve eylemleriyle de bu korkunç rejimin fiillerine katkıda bulunmuş beyin takımındandır. Almanya’da iki savaş arası dönemde ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan soykırım ve insanlık suçunun fikir ortağı olan Schmitt, şüphesiz teorik olarak bu tür bir barbar sistemin nasıl çalıştığını ve kendisini meşrulaştırdığını ortaya koyması bakımından önemli bir kuramcıdır. Ancak bu, Schmitt’in teorilerini kullanmayı, onlara hayranlık duymayı, bu kuramsal temeli siyasette kullanmanın yollarını aramayı asla haklı çıkartmaz.
İSLAMCILARDAKİ SCHMİTT SEVGİSİ VE BİLGİSİ
2006 yılında Almanya’da tamamladığım lisans-yüksek lisans ve doktora eğitimlerinden sonra idealizmin onurlu büyüsüne kapılıp Türkiye’ye döndüğümde, İslamcı akademisyenlerin inanılmaz Schmitt hayranlığı ve bilgisi dikkatimi çekmişti. Almanya’dan doktoralı bir akademisyen olmam nedeniyle sıklıkla Schmitt ile ilgili sorulara muhatap oluyor, buna itiraf edeyim ki çok şaşırıyordum. Nereden geliyordu İslamcıların bu Schmitt ilgisi? Almanya’da aldığım siyaset bilimi eğitimi sırasında Schmitt’in çok önemsenmediğini, birkaç cümle dışında siyaset teorisi derslerinde üzerinde durulan bir kuramcı olmadığını bildiğimden, neden Max Weber, Hegel, Kant, Morgenthau ve daha onlarca önemli Alman kuramcı varken İslamcılar arasında neden Schmitt’in bu kadar popüler olduğunu anlayamıyordum. Diğer Alman kuramcılar hakkında hiçbir şey bilmeyen İslamcı akademisyenler bile Schmitt’in fikirlerine ve kuramlarına aşinaydılar.
Erdoğan’ın otoriterleşmeye başladığı ve İslamo-faşist rejiminin prototipik yöntemlerini test ettiği Gezi Parkı olayları sırasında, Schmitt’in kuramlarının nasıl siyasi söylem üretiminde kullanıldığını fark edene dek bu durumu kendime pek izah edemedim. Ancak “Çapulcular” konseptinin nasıl enstrümantalize edildiğini gördüğümde durum değişti. Kendi saflarını sıklaştırmada öteki ve düşman üretiminin nasıl Hitler dönemindeki gibi başarıyla kullanıldığına hepimiz tanık olduk. Ancak bunun daha başlangıç olduğunu fark edemedik. O dönemde orantısız polis şiddetini eleştiren birkaç yazım sonrasında çalıştığım üniversitenin benden yirmi yaş büyük rektörü beni makamına çağırarak utana-sıkıla uyardığında, birilerinin nasırına bastığımı anladım. Haklı olduğumun tescili de olsa, hala genelleme yapmıyor, bunun tekil bir olgu olduğunu sanıyordum.
SCHMİTT’İN KURAMINA UYGUN DÜŞMANLAŞTIRMA
Sonra 17/25 Aralık soruşturmaları gündeme bir bomba gibi düştü. Aniden ortaya çıkan “Paralel Devlet” söylemi de yine Schmitt’in kuramına dayanarak başarıyla AKP seçmenine satıldı. Ötekileştirilen ve şeytanlaştırılan Hizmet Hareketi, kendi haklılığını ortaya koyabilecek hiçbir şansa sahip değildi, çünkü Erdoğan medyaya hâkimdi ve düşman söylemini kolaylıkla hakla kabul ettirdi. Yine bir Alman faşist, Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels’in tekrarlanan yalan halk tarafından sonunda kabul edilir yöntemini kullanıyorlardı. Bunun için medyayı rüşvet-tehdit ekseninde havuzlaştırmışlar, dâhil olmayanların canını çıkartıyorlardı. Yargıya sivil darbede Schmitt’in yöntemlerini kullanarak iktidarı yoğunlaştırmak, Hitler’in de efektif şekilde – yine Schmitt’in olağanüstü dehasını onaylarcasına – kullandığı bir metottu. Erdoğan’ın üniversite mezunu ve Nazizm ve faşizm uzmanı mürekkep yalamış danışmanları, Schmitt’e işte bu nedenle bu kadar önem vermişlerdi ve ben bunca yıl merak ettiğim bir muammaya en sonunda yanıt bulabilmiştim.
Erdoğan anayasaya aykırı olarak tüm siyasi gücü kendinde topladığında, neden Türkiye Cumhuriyeti rejimi kendi meşru anayasal düzenini savunamadı sorusunun düğümlendiği temel de Schmitt ve siyasi söylem meselesiydi. Siyasi söylem ve anlatı, biz-ötekiler ayrımından dost-düşman ayrımına vardığında, öteki ve düşman olmak durumuna düşmek istemeyen tüm siyasi ve toplumsal güçler rejimin söylemini benimsedi. Bu Hitler dönemi Almanya’sında da böyle olmuştu. Ötekinin kim olduğu ile alakalı olarak, diğerleri de pozisyonlarını belirledi, çoğunlukla – özellikle Hizmet Hareketi, liberaller ve Kürtlerle ilgili bağlamlarda – muktedir tek adamın yanında yer aldı. Schmitt’in teorisi işe yarıyordu; tıpkı 1930’ların Almanya’sında işe yaradığı gibi ve tıpkı NAZİ rejiminin hareket ettiği yönde.
FAŞİZMİN ASGARİ KOŞULU OLARAK SİYASİ DİSKUR
Faşizmin bir ülkeyi kıskacına alabilmesi için belirli asgari koşulları sağlaması gerekir. Bu koşulların temel zemini siyasi diskurdur. Hâkim söylemi topluma kabul ettirdiği oranda bir ahtapotun avına sarılıp onu ele geçirmesi gibi, siyasete ve topluma egemen olur. Hangi ipi çektiğinde kuklanın neresini hareket ettireceğini bilen bir kukla ustası gibi, diktatörlükler ve despot rejimler siyasi gündemi kendi dillerini kullanarak domine eder. Erdoğan Türkiye’sinde olan da bu. Özellikle 15 Temmuz sonrasında “paralel devlet” söyleminden (öteki imajından) “FETÖ” – terör örgütü – söylemine (yani düşman imajına) geçişi başaran Erdoğan, bu retoriği satın alan kamuoyu sayesinde gücünü pekiştirerek anayasal düzeni fiilen ortadan kaldırmak suretiyle sivil darbe yapmış olmasına karşın, her türlü hukuksal soruşturma ve hukuk sürecinden sıyrılabildi. Çünkü yargı da Erdoğan’ın siyasi söylemini benimsemiş, yasalara dayanmayan suç üretimi hamlesini kabullenmişti.
Rejimin dilini benimsemek bir kez gerçekleştikten sonra, oluşan güç vakumundan dışarı çıkabilmek mümkün olmuyor. Tek tük bu dilin dışında hareket eden yargı mensubu vardıysa da, bunlar derhal düşman ilan edilerek – yani “FETÖ’cü” olarak damgalanarak – içeri alındı. Bu söylem öyle yoğun şekilde bir benimsendi ki, tıpkı Hitler Almanya’sında ırk ayrımı politikası nasıl genel-geçer uygulama haline geldiyse ve bunu sorgulayanlar da kendilerini ve ailelerini toplama kampında bulduysa, bugün Türkiye’de de rejimin dilini kullanmayanlar ya ülkeyi terk ederek korkunç cendereden kurtuluyor, ya da kendilerini hapiste buluyor. Ya da susarak onurunu, haysiyetini ve şahsiyetini yitiriyor. Bu durum da aynen faşist, saldırgan ve yıkıcı Hitler rejimi ile benzerlik gösteriyor.
TOPLUM PROJELERİ BU!
Ötekinin yaratılması için onun insanlıktan çıkartılması, şeytanlaştırılması, resimlerinin ve düşüncelerinin tahrif edilmesi ve canavarlaştırılması yöntemleri kullanılıyor. Böylece değersizleştirilen ve şeyleştirilen insanlara bir eşyaymışçasına eziyet etmek konusunda ortaya çıkabilecek soru işaretleri ve tereddütler ortadan kaldırılıyor. Potansiyel vicdani mekanizmalar bertaraf ediliyor. Ahlaki bariyerler indiriliyor. Kanunlar bağlayıcılığını kaybediyor. Bebekleri haklarında mahkeme kararı olmayan anneleriyle beraber hapse tıkarken, doğumhane içinde doğum halindeki veya sezaryen sonrasındaki annelerin başına konan polislerin ve jandarmaların, o gayrı kanuni “görevleri” sorgusuzca-sualsizce yapmaları böylelikle sağlanıyor.
Bu yolla mümkün oluyor, evinde müşfik baba olan polislerin masumlara işkence yapan canavarlar haline dönüştürülmesini sağlamak. Bu şekilde oluyor “devlet görevlilerinin” – yani kamu görevlilerinin – üçüncü dünya ülkelerinden çoluk-çocuk, anne-babaları, aileleri kaçırmalarını olağanlaştırmak, deveti haydut devlete çevirmek. Değersizleştirilen, insanlıktan çıkartılan, canavar ve şeytan olarak lanse edilen insanların terörizmle suçlanarak, ortada tek bir kanıt olmamasına rağmen, hâkimler ve savcılarca aylarca, yıllarca hapishane hücrelerinde çürütülmesi işte böyle oluyor. Ve buna ne adliyeden ne de akademiden tek bir onurlu itirazın yükselmemesi de böyle oluyor işte! Bu zulümleri yapabilmek için Carl Schmitt’i okudular! Bunları yapabilmek için Kant’ı değil, Weber’i değil, Marks’ı ya da Hegel’i değil, faşist Schmitt’i okuttular onlara Alman sosyal biliminden! Dindar ve kindar nesilleri bu! Toplum projeleri bu! İslam ve faşizmi yan yana getiren sakat ve hastalıklı ideolojileri bu! İçlerindeki babası karşısında ezilmiş, birey olamamış, her türlü kültürel üründen ve entelektüel faaliyetten nefret eden ve karşılaşınca kompleksinin dışavurumu saldırmak olan bireylerin, güç elde etmek için Alman entelektüalizminden aşırdıkları tek reçetenin çıktığı sokak, işte bu İslamo-faşizm. Kendinden başka düşünen ve hayatı başka türlü yorumlayan ve yaşayan herkesi sindirmek, sinmeyeni ise yok etmek istiyorlar.
KAYNAK ORTADAYKEN BUGÜN OLANLARA ŞAŞIRMALI MI?
Hiçbir zaman insandan, haktan ve hukuktan yana olmayan, kendi öz evlatlarını bile sevgisiz, ahlaksız ve kindar bir sahte din anlayışına göre yetiştiren, demokrasiye zamanı gelince inilecek bir tramvay olarak bakan, günah-sevap olgusunu banka hesabı gibi aksilerle artıların birbirini nötrlemesi olarak algılayan bir güruhun, Schmitt’in faşist kuramları üzerine toplumsal denetim, kontrol ve diktatoryal iktidar inşa etmelerine şaşırmalı mıyız? Bu kafanın özgürlük, hukuk, adalet, eşitlik, tolerans, insan hak ve özgürlükleri, refah ve demokrasi üretmemiş olmasını garipsemeli miyiz? Namaz kılan insanların yalan söylemesini, rüşvet yemesini, harama el uzatmasını, masum canı almasını ve yakmasını hayretle mi karşılamalıyız? Hitler’in metotlarını kullananların, Türkiye gemisinin dümenini özgürlüklerin, refahın ve demokrasinin sakin sularına doğru mu kıracağını sanıyordunuz? Hala bu ekipten birilerinin çıkıp, bu gidişe dur diyebileceği ümidiniz mi var yoksa?
Tek tesellim, bu geminin de akıbetini de çalkantılı, puslu, soğuk ve acımasız bir okyanusta bulacağı. Carl Schmitt’in faşizmi gibi!