YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Bakın bu sıra dışı bir yazı değildir. Diyaloğa inanan bir insanın analiz ve duygularıyla yoğrulmuş, didaktik olmayı hedefleyen, iyi niyetli bir yazıdır. Amacım kimseyi dövmek değil, kabalığı sevmem, ama doğrudan eleştirmek gibi Türkiye standartlarına göre kötü bir huyum vardır. Ama bunun iyi tarafı, polemikten ve diyalogdan herkesin öğrenebileceği gerçeğidir. Yani eleştiri iyidir. Bunu yazarken eleştirilmeyi de peşinen kabullenerek yazıyorum yani. Sabırla okuyan okurlarımın soruları olursa, Twitter hesabımdan yazabilirler – memnuniyetle elimden geldiğince yanıtlamaya söz veriyorum.
Biliyorsunuz, bir öteki olarak, tüm ötekilerle dayanışıyorum, dayanışıyoruz hep beraber! Doğrusu da budur! Bu süreç bize hiçbir şey öğretmediyse, en azından bunu öğretmiş olmalıdır!
Ötekinin diğer adlarından biridir Türkiye’de Alevi. Sayısını bile bilmeyiz, nedeni basit – kategorik olarak kimlik kabul edilmez Türkiye devletince kuruluşundan bu yana. Heterodoks İslam’a ait bir inanış şekli olarak da, kültürel bir grup olarak da, Anadolu’nun bir zenginliği ola gelmiş insanlardır Aleviler. Azınlık olmanın dayanılmaz baskısını yaşarken yok olmaktan az buçuk sıyrılabilen Aleviler, toplumdaki var oluşlarının aksine, hep devletin standart vatandaş tarifinin dışında oldular. Türkiye’de devlet her ne kadar laik olarak da tanımlasa kendisini, daima Sünni Türklerin devleti oldu. Tamamen Sünni mezhebine dayalı Diyanet İşleri propaganda makinesine bakmanız yeterlidir bunu anlamak için. Veya okullarda din bilgisi derslerindeki müfredata! Beğenmeyenler, Camilerle Cemevleri arasındaki statü ve sağlanan olanakların bir karşılaştırmasını yapsınlar. Ölen anasının veya babasının cenazesini inancına göre toprağa veremeyen bir Alevi vatandaşın yerine koysun herkes kendisini. Bununla da yetinmeyenler, Alevilerin nasıl aşağılandığını, “Kızılbaş” gibi, “mum söndü” gibi aşağılık ayırımcı hakaretlerle bu insanların nasıl ezildiklerini bir düşünsün. Maraş Katliamını okusun. Daha gerilerde, Osmanlı Tarihi boyunca ayırımcılığa tabi tutulan, bunun da ötesinde soykırımsal katliamlara maruz bırakılan Alevilerin başına gelenler, İkinci Bayezid ve Birinci Selim dönemlerinde verilen “Kızılbaş” fetvaları ve bunların dehşet verici sonuçları, Bektaşilik’in yasaklanması gibi uygulamalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kolektif hafızasını oluşturmaları bakımından, Alevilerin cumhuriyet döneminde uğradığı ayrımcılığı anlamamıza ışık tutabilir!
Cumhuriyet döneminde devlet bilfiil Türk ve Sünni kökenli olmayan tüm vatandaşları asimilasyon politikalarına tabi tutmuştur. 1934’te Islahat Planı’na göre Türk devleti, sınırları içerisinde bulunan tüm insanları Türk yapmakla mükelleftir. Yani Türk devletinin birincil görevleri arasında, vatandaşlarını korumak değil, vatandaşlarını dönüştürmek vardır. Dönüştürmenin ana unsuru, yeknesaklıktan geçiyor. Homojen Türkiye, Türk ve Sünni kökenden gelenleri birinci sınıf vatandaş addetmiş, bunun gereğini her türlü iç politika sahasında yapmaktan geri durmamıştır. 1937-38 Dersim katliamı, bu çerçevede ele alınmalıdır. Zorunlu iskân diye adlandırılan yersiz-yurtsuzlaştırma politikaları, İttihatçıların Ermenilere 1915’te yaptıkları soykırımdan beri, Türk devlet makinesinin deneyim dağarcığına eklenmiş korkunç bir uygulamaydı. Bu tecrübelerden hareketle Dersim Alevilerine yine “zorla göç ettirilme” adı altında, insanlık dışı uygulamalarla çok büyük acılar yaşatıldı. Dersim Alevilerinin topraklarından sürülmeleri için katliam ve zor kullanmadan önce, Dersim’in dünyayla bağlantısını kesip, “aç bırakarak adam etmek” uygulaması yapıldığı, bölge insanının Türkleştirilmesinin devlet politikası olarak benimsendiği ciddi kolektif cezalandırmalar yapılarak ağır insan hakları ihlallerinde sistematik olarak bulunulduğu gerçeği ortadadır. Bunun ardından ise korkunç bir suç işlenmiştir: daha 1930’lu yıllarda havadan bombalama yapılan, zehirli gazla topluca kırıma tabi tutulan Aleviler, Türkiye’nin öteki tarihinin yirminci yüzyılın soykırım tarihi içinde öncül bir yerlerde olmasına yol açtı. Daha Adolf Hitler Yahudileri Holokost cehenneminde katletmeden önce, Osmanlı Devleti’nin 1915 Ermeni Soykırımı “büyük deneyim”, genç Türkiye ulus devletinin 1925 kararları ve onların akabinde pratiğe döktüğü 1937-38 Dersim Alevi Katliamı da “küçük deneyim” olarak yirminci asır tarihinde yerini aldı. Bu katliamları daima Rusların kışkırtması, İngilizlerin kışkırtması gibi dış güç masallarıyla meşrulaştırmaya çalışan devlet aygıtı, bugün aynı uygulamaları rejimin ötekileştirdiği Kürtlere veya Gülen Cemaati sempatizanlarına yapıyor.
Dersim katliamı gibi 20. yüzyılda işlenen insanlığa karşı suç vasfındaki uygulamalar, on binlerce Alevi Zaza’nın kadın, çoluk-çocuk, yaşlı-genç demeden katledilmesi, yine on binlercesinin zorunlu göçe maruz bırakılması ve batı illerinde çalışmaya zorlanması, Birleşmiş Milletler soykırım tanımlamalarına göre soykırım suçudur. Ermeniler gibi, Anadolu Rumları gibi, Türkiye Yahudileri gibi, Kürtler gibi, Aleviler de rejimin ötekisi olarak üzerlerine düşen bedeli ödemek durumunda kalmış bir topluluktur. Ötekileri çoktur bu devletin. Ötekileştirmede ve ötekileştirdiklerini yok olmakla asimile olmak arasında bir yerlerde bırakmakta üzerine yoktur Osmanlı-Türkiye lineer devlet tarihinin.
Tüm bunları neden yazıyorum? Türkiye toplumunda ötekileştirmelerden çok çektik. Çekmeğe de devam ediyoruz. Bu gidişle, bu ötekileştirmelerin önünü almak mümkün olmayacak gibi görünüyor. Modern zamanlara kadar hak ettikleri özgürlükleri yaşayamayan Aleviler, bugünlerde yine faşizan Türkiye siyasetinin gündeminde. Özellikle eski genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ’un Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) Alevilerin Gülen Cemaati tarafından atıldığı iddiaları üzerine, rejim yanlılarınca da rejim karşıtlarınca da değişik perspektiflerden ele alınmaya başlandı.
Bu arada kendi düşüncelerini Cemaat’in resmi fikirleri gibi sunma niyetinde olan bazı kalemler de bu konuyu ele aldılar. Bu kalemlerden biri, kendisini ilgiyle okuduğum Alper Ender Fırat, Suriye yönetimindekilerin Nusayri olmaları üzerinden bir okuma yaparak, TSK’daki Alevileri hedef alan Cemaat söylemini eleştirirken, bu hedef olarak alınan Alevilerin “bildiğimiz Aleviler” olmadığını, “Suriye’deki Nusayriliği örnekleyen hizipler” olduğunu söylüyor. “Askerin içinde Kemalist laikçilik maskesi altında saklanan bazı cuntalar Suriye modelini örnek alıyordu” diyor. Yani zımnen Alevi kökenli subayların hedef alındığını belirtiyor. Alevi subayların orduda fişlenerek takibata uğratılmasını savunan bir tutum alıyor. Hem de İlker Başbuğ, yani döneminin genelkurmay başkanı bu fişleme, takibat ve tasfiyeden Gülen Cemaati’ni sorumlu tutarken bu pozisyonu alıyor. Bu son derece düşündürücü bir yorum!
Yazar, orduda “bildiğimiz Alevlerin” değil de, cuntacı ve darbe niyetlisi, Alevi devleti kurma sevdasında olan bir grubun takibata alındığını nereden biliyor, diye sorsa biri, ne cevap verecek? “Alevileri ordudan atan Cemaat” iddiaları gündemdeyken, böyle bir yorum yapmanın Cemaat’i töhmet altına almak anlamına gelmeyeceğini düşünmek, en hafif değimiyle saflık olmalı! Gerçi bu konuda TR724’ün kurumsal bir pozisyonu değil söz konusu olan. Dolayısıyla, yazarın kendi görüşleridir bunlar. Ve elbette herkes istediğini yazmakta serbesttir. Doğrusu da budur. Ama burada küçük bir sorun var. Yazar bu yazıyı müstear isimle yayınlıyor. Ayrıca cemaat adına konuşuyormuş gibi bir tutum içerisinde. Elbette ben Cemaat ile herhangi bir organik bağlantısı olmayan, Cemaat’le salt uğradığı hukuksuzluklar boyutunda ilgilenen bir yazarım. Bu nedenle bu algı, sadece benim öznel yorumumdur. Ben okurum, anladığımca analiz eder, yorumlarım. Suriye rejimi ve Suriye Nusayriliği arasındaki bağlantıların yazıdaki ele alınış biçiminde değil sorun. Yani yazarın bu konuyu ele alış ve irdeleyiş biçimi ve TSK ile kurmaya çalıştığı bağlantıların yüzeyselliğinden ziyade, Cemaat’e yapılan bir suçlamayla doğrudan muhatap olup, suçlamanın konusu olan “Alevileri hedef alma” durumunun savunulmasıdır sorun. Benim takıldığım nokta budur. Ben, Cemaat dışından bakan bir yazar olarak, Fırat’ın “evet bu hedef alma yapıldı, nedeni de şudur” türü bir yaklaşımda bulunup, adeta yapılan büyük haksızlığı haklı çıkarmaya çalışan bir tutum içine girmesinin, Cemaat’i töhmet altında bıraktığını düşünüyorum. Hem de 15 Temmuz 2016 darbe senaryosunun Cemaat’in tasfiyesi adına üzerine yamandığı bir faşizan ortamda! Bu, zaten Cemaat’i bir kaşık suda boğmaya çalışan rejim ve onun ortak ve destekçilerinin ekmeğine yağ sürmek değil mi? İnsanlar şimdi kalkıp dese: “Bak işte gördün mü, orduda etkinlermiş işte. Yoksa neden Alevi subayların tasfiyesini böyle hararetle savunsunlar?”, ne cevap verilebilir? Alper Ender Fırat’ın hayali bir kişi olması, bu konuda fesat düşünebilecek odakların iddialarını güçlendirmeyecek midir? İlla bu fikirler öne sürülecekse, kişisel olarak öne sürülür, işin içine Gülen Cemaat filan çekilmeden, bireysel analiz olarak yayınlanır. Cemaat’in adam fişleyip, “sen Aleviymişsin, Nusayri türü darbe yapacakmışsın” türü Gestapo yaklaşımlarda bulunduğu izlenimini böylesi bir ortamda vermeye pencere aralamanın, rejim mağdurlarının ortak hak ve hukuk talebini zayıflatıcı etkide bulunduğunu düşünüyorum. Bu rejimin bir mağduru olarak, mağdurun da vaktiyle rejimin uyguladığı türden fişleme-takibat türü kirli işlere giriştiği izleniminin uyandırılmasının çok yanlış olduğuna inanıyorum. Bu tür kirli işleri kim yaptıysa, ister Cemaatten olsun, isterse başka grup veya mahallelerden olsun, bugünkü hak-hukuk ve demokrasi mücadelesini kendi ismini korkmadan çekinmeden vererek bin bir riskle yapmaya gayret eden insanlara büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Ben, TSK’daki “Cemaat örgütlenmesi” gibi iddialara hep güldüm. Benim gibi birçok sosyal demokrat veya liberal demokrat da bu iddiaları kategorik olarak reddetti. Çünkü bu rejimin diliydi, faşizan bir fişlemenin neticesiydi. TSK’daki tasfiye edilen ve tüm kadronun yüzde ellisini oluşturan amiral ve generallerin Cemaat’ten (“FETÖCÜ”) olduğu iddialarına ilişkin çürütücü onlarca yazı yazdım, binlerce Tweet attım! Şimdi biri Cemaat’in yaptığı iddia edilen bir operasyona kalkmış gerekçe buluyor, onu haklı çıkartmaya gayret eden yazı yazıyor.
Şimdi bu tespit, değerlendirme ve eleştirileri yaptıktan sonra, yazının sonucu olarak, bir etik çağrı yapmak istiyorum. Arkadaşlar, sevgili okurlarım. Aleviler olsun, Kürtler olsun, Barış Akademisyenleri olsun, Cemaat’ten olanlar veya liberaller olsun, kim olduklarına bakmaksızın, bu ülkede kim haksızlığa hukuksuzluğa takibata uğradıysa, hepsinin haklarını hep beraber savunmaya var mıyız? Eğer ses cılızsa, Türkiye’den ümidi tümden keselim zaten. Alevilerin bugün kendi ibadethaneleri yok. Bir daireye bir devlet kapısına müracaat ettiklerinde, zaten bin bir türlü önyargıyla savaşmak zorunda kalıyorlar. Bu ülkede Alevilere “sünnet oluyor musunuz” ya da “Allah’a inanıyor musunuz” gibi sorular sorulduğunu kulaklarımla çok kez duydum. “Alevidir, ama iyi çocuktur” denilen, anasının-babasının inancından dolayı aşağılanan ve dışlanan Alevilerin, Türkiye’de her daim ikinci sınıf yurttaş olduklarını hepimiz biliyoruz, kıvırmadan doğruları konuşalım! Bu ülkede Alevi cumhurbaşkanı, Alevi başbakan, Alevi dışişleri bakanı, Alevi genelkurmay başkanı oldu mu? Soruyorum! Nusayri tipi darbe yapacaklarmış! Bu ifadeler İslamcı kesimin Anadolu’da on yıllardır Sünnicilik politikalarının retoriğidir. Evrensel olma iddiasındaki bir dini sivil toplum hareketi olma iddiası olan, kıtalararası diyalog çalışmaları yaparak inançlar arası köprüler kurmayı hedeflediğini söyleyen bir hareketin içinden olduğunu iddia eden insanlar, TSK’daki Alevilerin Cemaat tarafından atıldıkları iddiaları üzerine, “… bildiğimiz Aleviler” değildi ama, “Hacıbektaş geleneğini temsil eden, barış ve sevgiyi önceleyen, Türkiye’de her dönemde mağduriyetler yaşayan Aleviler değil” bu atılanlar derse, soruyorum: ne kadar inandırıcı olabilir?
Yazmak sorumluluk ister. İsmini kullanmamak bu sorumluluğu ortadan kaldırmıyor. Yazmak özgürlüktür. Ama yazılanların yorumlanması da özgürlüktür. Dahası, yazılanların varacağı yeri düşünmek, kurulan cümlelerin geleceği manaları hesap etmek, yazarlığın en temel sorumluluk alanıdır. Türkiye’de yeknesak bir toplum inşa etmek hem imkânsız, hem de hayali dahi ürkütücü ve tehlikeli bir şeydir! On bin yıllık tarihi olan topraklardan bahsediyoruz! Birileri kalkmış hala Nusayri Suriye tipi darbe yapacak Alevi subaylar üzerinden Alevi subay tasfiyesini haklı çıkartmaya çalışıyor. Bu olmaz. Olmamalıdır! Ben, Alevi olsun, Kürt olsun, Cemaat’ten olsun, seküler veya Ermeni, ateist veya deist, Türk veya Çerkez, Roman ya da Gürcü – insanların ne olduğuna değil, yasalara uygun hareket edip etmediklerine bakılması ve yasa önünde eşitlik ilkesine göre hareket edilmesi gerektiğine yürekten inanan bir insanım. TR724’te yazmamın nedeni budur. Twitter’da, ezilen zavallı insanların haklarını savunmamın nedeni budur. Bu taraf tutma izlenimi veren davranışları gelin terk edelim! Topluluk psikolojisinin değil, eşit yurttaşlığın hayalinin vereceği kimlikle yazalım, düşünelim. Diğer özel aidiyetlerimizin devletin ilgi alanı dışında olmasını sağlayacak hukuk devletini inşa etmenin yolu, bu düşünce biçimini benimsemekten geçiyor çünkü.
Sürç-ü lisan ettiysem affola!