YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Erdoğan, amacı sadece kazanmak olan pervasız bir mücadele olarak görüyor ve tanımlıyor siyaseti. Ona göre bu bir mücadele, bir varoluş savaşımı. İç ve dış düşmanlar üzerinden yürütülen çirkin bir strateji bu. Yapıcı diyalog – polemik – yerine, alternatif rakiplerin topyekun meşruiyet ve yasallık dışına itilmesi stratejisi uygulanıyor. Bu stratejinin ele alınması, parçalarına ayrılarak (yapı-sökümü yapılarak) çözümlenmesi önemli kanısındayım. Bu analiz üzerinden Türkiye siyaseti okunduğunda, muhalefete bu stratejiyle nasıl başa çıkılacağı konusunda önemli bir zemin oluşturulacağını düşünüyorum. Muhalefetten kastım salt partiler değil elbette.
Türkiye’nin gidişatından memnun olmayan kitleler içindeki her türlü bireysel ve grupsal muhalefeti bu ana çatı muhalefet içine dâhil etmek gerekiyor. Bu muhalefetin hep bir ağızdan polemik talep etmesi ve meşru siyaset kanallarını zorlaması gerekiyor. Bunun yolu ve yönü dildir. Diskur üzerinden yürütülecek bu muhalefette; retorik, semboller, kavramlar ve zıt kavramların çözümlenmesi, yani Erdoğan dilinin “antikorunun” bulunmaya çalışılması, siyaset eyleminin bu “antikorla” aşılanması gerekiyor! Bu yazının buna vesile olması dileğimdir.
Erdoğan’ın seçim stratejisi (ve hatta tüm siyaset felsefesi), benmerkezci, destrüktif, kısa erimli kar davranışıdır. Bu davranışa örnek, müşterisini dolandıran esnaf vakasıdır. Buna göre, dükkânına gelen müşteriyi dolandıran (kazıklayan) esnaf, amacı kısa erimli kar olduğundan, vur-kaç türü bir stratejiyle elde edebileceği maksimum faydaya ulaşmayı kafasında amaçlar. Burada amaç müşteriyi kazanmak – müşterinin ayağını alıştırmak, ona güven vermek vs. – olmadığından, bu strateji ile uzun vadede bir ekonomik karşılıklı yarar ilişkisi kurmak (kazan-kazan) ve böylelikle kazancı uzun erimli ve düzenli hale getirmek mümkün değildir. Bu tür bir strateji ekonomik karşılıklı yarar örgüsünü sağlamaz. Karın sürekli olma durumunun konsolide olması bu tür bir taktikte hedef değildir. Vur-kaç türü yaklaşımın nüvesinde haksızlık vardır. Bu işin etik boyutudur.
Her yolun mubah olarak görüldüğü bu strateji, destrüktif (yıkıcı) bir rasyonel davranış olarak nitelenebilir. Öznesi kendine yarar sağlamak olan her insan davranışı gibi, en üst oranda etikten arındırılmış bir davranış türü olan destrüktif davranış, kısa-orta-uzun erimli hedefler düzleminde sadece kısa erime odaklanması bakımından, rasyonelliği tartışmalı bir stratejidir. Çünkü bu strateji birlikte yaşamanın asgari temellerine yapılan sürekli (mütemadiyen tekrarlanan bir tür kısırdöngüsel) saldırıdır. Bölünmenin ve parçalanmanın ortaya çıkardığı muazzam güce talip olan bu siyasi eylem, esasen maddenin yanması sonucu başlangıçtaki maddenin tümüyle dönüşmesi (mesela kömürleşmesi – karbonlaşması gibi) ve bambaşka bir maddenin ortaya çıkması sonucunu doğurur. Yakıt diyalog ve polemiktir. Çünkü toplumun yegâne beraber var olabilme koşulu, iletişimin sürdürülebilir olmasıdır. Karşı görüşten olanın argümanları ile girilecek bir diyalog, siyasetin ta kendisi olduğundan, bu diyaloğun (polemiğin) imhasıyla, esasen siyaset yok edilmekte, böylelikle toplum olmayı sürdürme ihtimali oldukça zayıflamaktadır. Yani yukarıda ele almaya gayret ettiğim etik boyut dışında, bu davranışın rasyonel olup olmadığını düşündürecek bu işlevsel (fonksiyonel) boyut, çok önemlidir. Siyasetin amacı, her zaman toplum yararıyla ilintili olmak zorundadır. Oysa toplumun varoluşunu tehlikeye atan polemiğin imhası, toplum yararına olamaz. En antagonist siyasi fikirlerde ve ideolojik pozisyonlarda bile temelde bir diyalog/polemik esastır. Çünkü siyasetin varlık nedeni, birbirlerinden farklı düşünmekle beraber, birlikte var olmak durumunda olan insanların ortak menfaatlerine göre karar vermeleridir. Siyasetin her türlü ideolojik pozisyondan, dünya görüşünden, dinden, kültürden, sosyolojik yapıdan bağımsız olan objektif ve değişmez fonksiyonu bu olduğuna göre, bu fonksiyonun felç edilmesi, siyaset dâhilinde olan veya oyun kurallarına göre müsaade edilen bir davranış olmamalıdır. Karşısındakinin düşüncelerini şeytanlaştırmak ve “meşruiyet alanından” tecrit etmeye kalkmak, bu bağlamda destrüktif (yıkıcı) bir davranıştır. Esasında her demokratik hukuk devletinin anayasal mimarisi, böylesi destrüktif müdahalelere engel olmak için çeşitli mekanizmalarla donatılmıştır. Örneğin Türkiye anayasal mimarisine göre var edilmiş bulunan parlamentonun denetim işlevi, yüksek yargının denetim işlevi, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) gibi kurum, mekanizma ve organların işlevi böyledir.
Demokratik devletlerde her türlü muhalefet, iktidarın değerlemelerinden bağımsız olarak var olabilir ve iktidarı eleştirebilir. İktidarı eleştirmek ve ona alternatif getirmek (mesela alternatif politika stratejileri geliştirmek) muhalefetin ana görevidir. Üstelik bu muhalefet ille kurumsal bir muhalefet (mesela bir parti) olmak zorunda da değildir. Örneğin sendikalar, dernekler, enformel gruplar (mesela Gezi Platformu gibi), sivil toplum örgütleri (çeşitli Cemaat vakıf ve örgütlü-örgütsüz grupları, insan hakları dernekleri, barolar, meslek örgütleri, öğrenci dernekleri vs.) de muhalefet olarak polemik hakkına sahiptir. Normal bir ülkede bu hakkın gaspı, esasen çok ağırdır. Ve bu hak gaspının yapıldığı bir yerde demokrasiden söz edilemez. Çünkü demokrasinin en temel kaidelerinden biri olan seçimlerin önünde bulunması şart olan “özgür” ve “adil” sıfatları gereği, canlı bir polemik ortamının var olması ve bu polemiğin tüm taraflarının kamusal alanda özgürlüğün eşit şartlarda sağlandığı bir ortamda iktidarla ve diğer muhalif birimlerle diyalog/iletişim kurması elzemdir.
“Zillet ittifakı”, “teröristler”, “terörist seviciler” ve bunun gibi yüzlerce dışlayıcı nefret söylemi üzerinden Erdoğan rejimi polemiği doğrudan engelliyor. İşin kötüsü, bunu siyaset olarak algılıyor. Evet bu siyaset olabilir. Her türlü alternatif düşünce sahibinin önce ötekileştirildiği, sonra da kriminalize edildiği totaliter ve otoriter sistemlerde siyaset tam da budur! Hitler Almanya’sında, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, İran’da, bugünkü Rusya’da, bazı diğer Sovyet ardılı cumhuriyetlerde, birçok Afrika diktatörlüğünde bu tür bir siyaset anlayışı vardır. Eleştirinin ihanet olarak algılandığı “tek doğrulu” toplumlarda siyaseti etkileme araçları son derece kısıtlıdır. Siyasi kararlar çok ufak ve şeffaf olmayan bir karar alıcı merkez tarafından alınır. Bu nedenle toplum siyasetin dışına “ricat” eder, çünkü siyaset tehlikelidir. Polemik-diyalog sizi sistem dışına çekip sizi bir anda yok edebilir. Sovyetler Birliği’nde II. Dünya Savaşı’nda üstün hizmet ve şeref madalyası kazanan birçok asker, savaş sonrasında hain ilan edilerek madalyaları ellerinden alınmış ve itibarsızlaştırılmış bir şekilde, Sibirya’ya sürüldüler. Bugün Türkiye’de 30 binden fazla subay da 15 Temmuz’a katılmak gerekçesiyle ordudan atıldılar ve içeri tıkıldılar. Bunlardan bazılarına 15 Temmuz sonrası son derece stratejik görev atamaları yapılmıştı hâlbuki. Yani polemiğin olmadığı siyasi iklimde oyunun kuralları oyun esnasında sürekli değiştirilebilir. Ortada bir hakem yoktur. Siyaset arenasında yasama-yürütme-yargı erkleri içerisinde özellikle yargı, bir spor müsabakasındaki hakem gibidir. Hakemin karşı takımın oyuncusu olarak görev yaptığı bir maçı kazanamazsınız. Ne kadar iyi oyuncularınız olursa olsun, şikeli maçta sonuç bellidir. Bu metafordan hareketle, polemiğin kriminalize edildiği, isteyenin “terörist” ilan edilerek ya da “suç üretilerek” sistem dışına itilebildiği ortamlarda adil bir siyasi rekabet olmaz. Aksini düşünen, ya aşırı iyimser (aptal demek istemedim!), ya da kötü niyetlidir.
Bir insan haksiz yere baskasina iftira atip itham altinda birakmaya calisiyorsa aslinda iftirasi bosa gitmez en sonunda o iftira iftira edene yapisir.