YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL
“Bizde zaten roman yok ki!” diye başlar veya bitirilir bir takım ayaküstü edebiyat sohbetleri. Bu bir milli acziyet beyanı mıdır yoksa bir illetten berî olmanın tekebbür haleti mi; pek anlaşılmaz. Ama herhalde bu halet-i ruhiyenin, uzanamadığı ciğere mundar demenin rahatlığından öte bazı esbab-ı mucibi olsa gerektir.
“Bu Ülke”nin müellifi “Neden olsun ki?” derken sanki biraz mağrur biraz da müstehzi. Batı’yı kuşatan o muhit tecessüsüyle Meriç: “Batı bizim yaşadığımız günlerin hülyalarını romanlaştırdı,” demeye getiriyor. Pek mi küçümsüyor acaba Avrupa’nın doruk dehalarının sürdüğü bu hayal tarlasını?
Evet, roman Avrupa’nın hayal tarlası. Bataklığında yetişmeyenleri orada büyütüp, koklamaya çalışıyor Avrupalı. En gerçekçi meyvesi ancak aynadakiler kadar sahici olan bu tarlanın ne ateşi yakıyor ne de suyu boğuyor; çiçekleri ise kokmuyor.
Hayallerin gerçek elbiseler giyindiği bir dünya bu. Ya iyiliğin ya kötülüğün ya üstünlüğün ya da bayağılığın kahramanları romanda karşılaştıklarımız. Ama yine de hepsi birer kahraman oradaki “insancıklar”ın. Bir kısmı smokiniyle dolaşıyor sayfaların arasında, bir kısmı pijamasıyla; fakat boş ve gereksiz bir insana rastlayamıyorsunuz satırlarda. Tutup dünyama çekeyim dediğiniz her hayalet, elbiselerinden kurtulup kayboluyor bir bir…
Kim gösterebilir aramızda dolaşan bir Hamlet ya da bir Othello. Hangi deli Dostoyevski’ninkiler kadar zeki, kaç köylü Tolstoy’unkiler gibi asil acaba? Var mı ki dünyada yaşayan bir Beatrice? En gerçekçisi bile ne kadar dünyalı, önce yazarına sormalı. Gerçi fikir dünyasını ütopyaların ördüğü bu kara parçasının hayal dünyasında gerçekleri aramak ne kadar gerçekçi, o da ayrı bir soru.
Peki roman bizde yok da Avrupa’da kaldı mı? 20. yüzyılda kemiyetin keyfiyeti hapsettiği dünyamızda; etkileşimi yüzeysel ama hızlı sinema romanı da filmleştirmedi mi? Modern sıfatıyla birlikte roman ya bunalım aynası ya da popcorn türünde çabuk tüketilen bir çerez edebiyatı olmadı mı?
Romanı olmazsa sineması nasıl olsun ki Doğu’nun? Roman yarım ise sinema tam riyakârlık. Aktör ne demek? Bugün cesur, iyi ve dürüstsün yarın korkak, kötü ve hilekâr. İnsanlığı kandırma zanaatının bir de nâmı var şimdi: Sinema hilesi. Özür, kabahatten büyük. Bari bunun bir özür olduğu anlaşılabilse.
Doğrusu Kral’ının yüzündeki yarayı çizmeyen ressam rejisörün yanında yine de bir şahsiyet abidesi. Zira rejisörümüz hiç zahmet çekmiyor, kendi Kral’ını bizzat kendi çiziyor. Ressam hırsız ama en azından sadık kendi gerçeğine. Saffet ve samimiyet beyaz bir perdeye değişilmemeli.
Ressam hırsız. Niye mi? Resim, anı zamanın elinden çalıp bir çerçeveye hapsetmekten başka nedir? Ne kadar mümkünse o kadar ama yalnız bir anı daha fazlasını değil. Hayallerinde bile var olanın dışına çıkamayan insan ne kadar soyut ne kadar özgün olabilir ki?
Haberi yok, boşuna koşuyor ceylan, ötesine tepenin. Görmesi mümkün değil kuşatan çerçeveyi. Acaba görse koşar mıydı hiç? Gözyaşı akıtan çocuk; sevincinden mi ağlıyor yoksa üzüntüsünden mi? Resmedenden başka bilen kaç kişi?
Doğu, resme karşı da mesafeli kalmış. Yaratıcıyı yani Yaratıcısını kıskanmamış; belki biraz imrenmiş. Osmanlı minyatürünü doğurmuş terkibiyle. Her şey kametince büyük minyatürlerde. Tebânın en ulusu sadrazam; ancak diz boyunda çocuğu yaşında halifenin. Osmanlının fırçasından tuvale yansıyan, görünenden çok bilinen, kemiyetten önce keyfiyet olmuş. Kesrette boğulmamanın; mananın vahdetiyle nefes almanın göstergesi minyatürlerimiz. Fonksiyonel, soyut ve holistik. Tam manasıyla nitelin, nicele hâkimiyeti.
Peki ya üç boyutlu şekillendirme… Cismaniyetin kafesinden kaçıp nurdan heykellerin izini süren inanmış insanın çamurdan oyuncaklarla uğraşması elbette düşünülemezdi. Hele de ilk icraatı putları kırmak olan İbrahimî bir dinin saliklerinin. Dini hükmün yanılmazlığı ve tartışılmazlığı bir yana, tecessüm ve teşahhus kokan her faaliyete asil bir ruhun tepkisi, riyakârlığa vereceği ile aynı olması gerekirdi ve öyle de oldu. Fonksiyonel bir heykel olamayacağından ikonoklast yapıtlar da bizde geç zuhur edebildi.
Ve müzik. Ruhun gıdası. Fakat her gıda tat vermiyor, beslemiyor da hatta zehirliyor. Peki bu gıda nereden geliyor? Tabiattan mı? Tabiat tek ses, tek nefes. O zaman bu fark nereden geliyor; tek sesli, çok sesli meselesi! Batılı bestekâra göre her şey kendi sesiyle senfoninin bir parçası. Doğu’ya göre her şey zaten O’nu mırıldanıyor. Hatta belki mırıldanan da O, duyan da. Mistik, “Farklı görünen her ses bir rengin ayrı tonları.” diyor. Renk suyun, havanın rengi. Yani renksizliğin. Yani ezeli kelam sükutun. Kısacası Batı “nasıl”ı dökmüş notalara; Doğu “ne”yi ve “niçin”i.
Bu pusulasız, kuşbakışı sanat serüvenini daha fazla sürdürmeyelim. Yok olan bir şeyler var mutlaka bizde. Ama her yok olana üzülmeli mi? Taklit mi yoksa terkip mi etmeli? Bir şeyler ortaya koymalı. Ama yok diye ne dövünmeli ne de övünmeli herhalde.
Sayin Erkal, iki yazınızı da okudum. “doğu aslında çok iyi, olmayan şeylere de ihtiyaci yok. Evet bizim tarihimiz çok iyi, zulüm yok, zulm edenler varsa da kesin bir sebebi vardir” anafikriniz bu. Neden bu yazıları yaziyorsnz pek anlamadm.
“Evet abiler, Sayin Erkal hakli biz mukemmeliz, roman yazanlar bize özeniyor, Osmanlı var ya on numaraymis, okuma yazma bilen yok, halk açlıktan kırılıyor, sermaye yok, özel mülkiyet tartismali, padişahın kafasını kizdirma kafanı keserler ama Osmanlı on numaraymis, bati fakirmis, cahilmis gaddarmis” dememiz için herhalde 🙂
“Sepet sepet yumurta
Sakın beni unutma”
Burdaki ‘sepet’ sensin Ahmet. Ancak senin gibi bir ‘sepet’ boyle bir yorumun altina bunlari yazar.
Kusura bakma, senin gibi ayar kacirana ‘Ahmet’ denmez ancak ‘SEPET’ denir.