Türkiye’de özellikle son dönemde ‘hilafet’ tartışmaları yeniden alevlendi. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini ‘halife’ olarak gördüğü artık sadece yakın çevresinin bildiği bir sır değil! Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının bile tanınmadığı, hukukun rejimin muhalifleri hizaya sokmak için kullanıldığı bir aparat haleni geldiği bir ülkede bu tür tartışmaların olması normal.
Peki Türkiye’de hilafet mümkün mü?
Siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, kendi adını taşıyan internet sitesinde tam da bu konuyla ilgili bir yazı kaleme aldı. “Hem Şeriate, yani İslâm Hukukuna göre hem de tarihsel tecrübe olarak hilafet içi boş bir kurumdur. “Hilafet devleti kurma” tezi, Şeriate uygun bir devlet düzeni kurma isteği anlamına gelmez, hatta ona terstir.” diyen Türköne, “Türkiye’de İslâmcılar, başından itibaren hilafet iddiasında bulunmadılar, ideolojilerine dahil ettikleri bir hilafet tezi geliştirmediler. Zaten hilafet, tarihsel halinde bile hiçbir zaman toplumdan gelen talebin eseri olmadı. İktidarına dinî kudsiyet kazandırmaya çalışan güç sahibi, hilafeti bir slogan veya sembol olarak kullandı. Bu yüzden bugün hilafet iddiasında bulunanları da hilafet tehlikesinden bahsedenleri de ciddiye almamak iktiza eder.” ifadelerini kullandı.
Türköne’nin ‘Hilafet mümkün mü?’ başlıklı yazısı şöyle:
Seyyid Bey, hem sıkı bir medrese eğitiminden hem de modern hukuk tedrisatından geçmiş, döneminde çok ciddiye alınan bir hukuk otoritesidir. Nitekim Cumhuriyet’in kurucu iradesinden bahsedildiği zaman, kanun metinlerinin müellifi olarak ilk akla gelmesi gereken isim odur. 1924 Mart ayında peş peşe çıkan Devrim Kanunları onun eseridir ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile 24 Kanun-ı Esasî’ne katkısı çoktur.
Seyyid Bey asıl, Hilafet’i kaldıran kanunun müellifi olarak ve gerekçesini formüle etmesi ile şöhret bulmuştur. Hilafetin kaldırılması esnasında Meclis’te yaptığı konuşma, “Hilafet’in Mahiyet-i Şer’iyyesi” ismiyle basılmış ve bütün İslâm dünyasında enine-boyuna tartışılmıştır.
Seyyid Bey kaldırılma gerekçesini, hilafetin dinî değil dünyevî bir kurum olması tezi üzerine inşa eder. Hilafet kurumunun Kur’an ve Hadis’te karşılığı yoktur. Dünyevî haliyle bile hakikî hilafet mevcut değildir. Seyyid Bey’in basılan konuşma metninde yer alan gerekçelere, Sünni İslâm dünyasından tatmin edici bir itiraz gelmemiştir. Mısır’da Ali Abdürrâzık’ın, “İslâmiyet ve Hükümet” başlıklı kitabında Seyyid Bey’e hak veren yorumu hâlâ genel kabul görmektedir.
Yine de hilafeti ilga eden kanunda yer verilen formülün önü açık hali üzerinde dikkatle durulmalıdır. Kanunun 1. maddesindeki şu ifadeye göre hilafet değil hilafet makamı kaldırılmıştır: “Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
Bu ifade farklı şekillerde yorumlanabilir ve bu yorumlardan birine göre, Hilafet, Cumhuriyet’in içinde mündemiç olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dünyaya karşı hilafet iddiasında bulunma yetkisi saklı tutulmuş olmaktadır. Fakat, bu yorumun da gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktur.
Hilafet Şer’i bir kurum değildir. “Halife”, “sonra gelen” demektir. Dört Halife’nin hilafetinin de “peygamberden sonra gelen” anlamında kullanıldığı açıktır. Şer’i hukukta, devlet başkanını ifade etmek için “imam”, devlet işlerinde de “emir” tabiri kullanılmaktadır. Gazalî bile, askerî gücü elinde bulunduranın bağlılık gösterdiği kişinin halife olduğunu söyler. Peş peşe üçü de tahttan indirilen, Abdülaziz, V. Murad ve II. Abdülhamid’in Şeyhülislâmca verilen hal fetvalarında “halife” unvanı yer almaz.
Yavuz Selim’in, Mısır’ı aldıktan sonra son Abbasî halifesinden hilafeti devraldığı efsanesi çok sonra uydurulmuştur. Kutsal Emanet’lerin İstanbul’a getirilmesi hikâyesi de Hristiyanlığın kutsal objeler geleneğinden etkilenmiş başka bir hilafet gerekçesi olarak takdim edilmiştir. İslâm’ın hiçbir yorumunda kutsal objelere sahip olana iktidar hakkı tanınmaz.
Osmanlı Devleti, kurumsal bir güç olarak hilafeti ilk defa 1774’te Küçük Kaynarca anlaşmasında kaybettiği Kırım’da Müslümanlar üzerinde bazı dinî yetkileri muhafaza etmek adına Rusya’ya karşı kayda geçirmiştir. Bu anlaşmaya göre hilafet, tıpkı papalık veya patriklik gibi dinî bir otoriteye dönüşmektedir ki, tarihte bunun hiçbir örneği yoktur.
Hilafet’i İslâm dünyasında muteber bir kuruma dönüştüren hadise 1859’da Babür devletinin sona ermesi ve Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin başlamasıdır. Daha önce yönetici azınlığı oluşturan Müslümanlar, Hindular ile eşitlenince, kırılan onurlarını telafi için dört elle Osmanlı hilafetine sarılmışlardır. Sonrasında da hilafet münhasıran Hint Müslümanlarının değer verdiği bir kurum olarak kalmıştır.
Hilafetin tarihsel yorumla mevcudiyeti için bile, Şer’i hukukun egemen olması, gayrimüslimlerin mahkûm millet olarak zımmi statüsüyle vatandaşlık hakkından mahrum bırakılması gerekir. Halife müslümanların halifesidir, Müslümanlarla eşit haklara sahip gayrimüslimler üzerinde hiçbir yetki kullanamaz. Nitekim bu yüzden 1876 Kanun-ı Esasî’si 4. maddesinde hilafeti, “Zât-ı hazret-i Padişahî hasbe’l hilafe din-i İslâmın koruyucusu ve bilcümle teb’a-i Osmaniye’nin hükümdar ve padişahıdır” formülüyle yöneten bir güç olarak değil, dinî bir kurum olarak tarif etmiştir.
Hem Şeriate, yani İslâm Hukukuna göre hem de tarihsel tecrübe olarak hilafet içi boş bir kurumdur. “Hilafet devleti kurma” tezi, Şeriate uygun bir devlet düzeni kurma isteği anlamına gelmez, hatta ona terstir.
Türkiye’de İslâmcılar, başından itibaren hilafet iddiasında bulunmadılar, ideolojilerine dahil ettikleri bir hilafet tezi geliştirmediler. Zaten hilafet, tarihsel halinde bile hiçbir zaman toplumdan gelen talebin eseri olmadı. İktidarına dinî kudsiyet kazandırmaya çalışan güç sahibi, hilafeti bir slogan veya sembol olarak kullandı. Bu yüzden bugün hilafet iddiasında bulunanları da hilafet tehlikesinden bahsedenleri de ciddiye almamak iktiza eder.