YORUM | M. NEDİM HAZAR
Üzeri, kenarları dantelalarla örülü, köhne mi köhne bir sandığı vardı anneannemin. Çocukluğumuzun en büyük macerasıydı o sandığı gizlice açmak. Meraktan ölürdük zira; içinde ne var? Hayatı sanki o sandıkta gizliymiş gibi üzerine titrerdi Fatma Sultan. Kolay değildi yaklaşmak. Bir hazine sandukası gibi korur, kollar ve saklardı içindekileri.
Eminim pek çok Anadolu kadınının (elbette eskilerin) sahip olduğu rutin bir hazineydi bu. Ve eminim içinde bildik anlamda büyük değer taşıyan şeyler yoktu. Zaten vefatı sonrasında açılır bu tür sandıklar ve hayatı, tüm yaşadıkları o küçücük sandıktan dışarı saçılır ninelerin. Bellidir aslında içindekiler; birkaç metre basma, birkaç yazma, gelinliğinden kalma duvak, birkaç mektup ve fotoğraf…
Kaçımızın sakladığı mektuplar var acaba?
Kaçımızın hatıralarımızı sakladığımız ve özenle koruduğumuz çekmecelerimiz var?
Fotoğrafları çerçevelerde değil, albümlerde hiç değil, dijital hard disklerde saklayan bir nesile dönüştük çoktan. Bir virüslük canı var hatıralarımızın, bulaştı mı, format yiyor geçmişimiz acımadan.
Hatta çoğu kere cep telefonlarında kalıyor anılarımız. İşaret parmağımızla kaydırarak geziyoruz belleğimizde.
Yağmurluydu önceki gün yaşadığım şehir. Yollar ıslak gergedan sırtı gibi kaygan. Sabahın erken saatlerinde birbirine girmiş araçlar ve yanlarında duran adamlar. Hepsinin elinde cep telefonları.
Modern çağın epizodik görüntülerinde artık olmazsa olmaz bir aksesuar oldu cep telefonları. Hayatın hangi alanına bakarsak bakalım insan eline yapışık şekilde kendini gösteriyor.
Hastanelerin bekleme odaları, otobüs, metro, tren koltukları… Birbirinin yüzüne bakmayan insanlar devrinde yaşıyoruz adeta. Herkes başı önünde, avuçların içinde.
Galiba kandırdılar bizi…
Cep telefonları uzaktakilerle iletişimi sağlarken, yakındakilerle araya mesafe koyup var olan, olması gereken iletişimi bitiriyor hızla.
Şirketin kaba sabalık ve vurdumduymazlıklarına takılıp, iptal ettirdiğim için çok pişmanım ev telefonumu. Sabit olmalı telefon, bir ağırlığı olmalı, altında sahibinin durumuna göre bir rehber olmalı. Değişik kalemlerle değişik zamanlarda yazılan telefon numaraları.
Sahi, kaç kişinin evinde kalmıştır kendi elleriyle yazdıkları telefon rehberleri?
Şimdi bırakınız eşimizin dostumuzun numarasını ezberlemeyi, kendi numaramızı bile ezberden tek seferde söyleyemiyor çoğumuz…
Bir sanat eseri gibi tasarlanmıştı ilk telefon ahizeleri. İnsan yüzüne uyan bir ergonomi ve sanat bileşkesiydi. Şimdi küçüğü makbul, ne kadar ufalırsa o kadar yüceltiyor sahibini!
Üzeri dantellerle örtülüydü değil mi? Değerli olan her şeyi örterdi çünkü annelerimiz.
Şimdi bin bir türlü kılıflarla avuçlarımızda taşıyoruz telefonları. Tamam, haksızlık etmemek lazım, ihtiyaç ama ya götürdükleri? Faydası çok elbette, ya bilinen/bilinmeyen fenalıkları?
En son ne zaman mektup aldık? Ne zaman yazdık? Sanırım ilk kurbanı kağıt oldu bu cihazların… Fotoğraf yok, gazete azalıyor günden güne, bulmacalar bile artık dijital. Stadyumların en masum gösterileri konfetiler yerini cep telefonu ışıklarına bıraktı. Can çekişiyor kağıt.
Kandırdılar bizi, en çok da yalnızlaştırıyorlar…
Bu açıdan bakıldığında, bir iletişim değil, yalnızlaştırma aracı, bir fitne ve araya girici cep telefonları. Çağın en büyük vebası, en salgın hastalığı, en büyük bağımlılığı. Afyonu…
Bugünün en büyük problemi öğrenmek değil, unutmak olsa gerek. Yeni şeyler bulmaya yönelirken, eskileri yitirdiğimizin farkına varamamak.
Bir bardak su isterken ki mahcubiyetimiz kadar bile çekinmiyoruz bataryası bitik telefonumuz için ‘şarj’ dilenirken.
Bir kahvaltıya iştirak ettim geçen gün. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, herkes önündeki ekranı muhatap alıyordu nedense. Dijital haber platformları, sosyal medya, elektronik gündemler, haberleşmeler vesaire. Hızla uzaklaştırıyor insanları birbirinden. Ve şairin köşe başından seslendiği gibi bağırası geliyor insanın:
Koy o telefonu cebine!
Hemen…