YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 18)
Allah Rasulü’nün “Rahmet peygamberi” mi yoksa “Savaş peygamberi mi?” olduğu sorusu önemli bir soru. Önceki yazı bununla ilgili çok önemli veriler içeriyordu. Devam edelim. Efendimiz’in (sas) savaşlara karşı duruşunu analiz edelim.
Allah Rasulü, yer yer savaşı yönetti, taktik verdi ama bizzat eline kılıç alıp savaşmadı. O zamanları Hz. Ali şöyle tasvir ediyor. “Savaşın en şiddetli olduğu zamanlarda Allah Rasulü’nü merak ederdim. Gelip çadırına baktığımda her defasında O’nu, secdeye kapanmış hâlde ve dua dua yalvarırken görürdüm. Bedir’de üç defa çadırına gittim. Üçü de aynıydı. Hep dua halindeydi ve şu sözler duyuluyordu: ‘Ey Hayy ve Kayyûm olan Allah’ım! Beni kendi hâlime terk edip yalnız bırakma! Allah’ım! Bana vaat ettiğin şeyleri gerçekleştirip lütfunla bizi kucakla! Allah’ım! Şayet İslâm adına şu bir avuç insan bugün burada helâk olursa, artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz!’.”
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Efendimiz’in tek derdi “mesaj”ın korunması ve devamıydı.
Sadece Uhud’da savaşa bizzat katılmıştı. Dağılma başlayınca Übeyy İbn-i Halef, çıldırmışçasına Allah Rasulü’nü aramaya başlamıştı. “Bugün o kurtulacaksa beni ölmüş bilin!” diyordu. Hakaretlerle yaklaşıyordu. Efendimiz önüne çıkmak isteyenlere “Bırakın gelsin,” demişti. Allah Rasulü yakınındaki Hâris İbn-i Sımme’nin mızrağını kaldırıp omzunu nişan alarak savurdu. Übeyy dengesini kaybedip atından yuvarlandı. Mızrak belki öldürecek kadar yaralamamıştı ama Übeyy İbn-i Halef, “Vallahi de beni Muhammed öldürdü!” diye çığlık çığlığa bağırıyordu! “Niye bağırıyorsun o kadar yaralanmadın” dediklerinde “Mekke’de iken bana ‘Seni ben öldüreceğim!’ demişti. Vallahi de bugün O, şayet üzerime tükürse bile, mutlaka beni öldürür!” Allah Rasulü’nün peygamber olduğunu biliyordu. Bu yüzden de dediğin çıkmasını bekliyordu. İnanıyordu ama inadı iman etmesine izin vermiyordu. Beklediği gibi birkaç güne kalmadı öldü.
Allah Rasulü kendini savunma dışında hiçbir savaşta aktif rol almadı.
SAVAŞ YASAKLARI
Allah Rasulü her savaş öncesinde önemli tembihlerde bulunuyordu:
“Allah’ın adıyla savaşın; Allah’ı inkar edip de O’na karşı koyanlarla Allah yolunda cihat edin! Ancak sakın ola kimseye gadretmeyin! Ahde vefasızlık gösterip de kimseye zulmetmeyin! Çocuklarla kadınları, pir-i fâni adamlarla kendini mabedde ibadete adamış din adamlarını sakın öldürmeyin! Sakın ola ki ne bir ağaç kesin, ne de bir hurmalığı yok edin! Ve sakın ola ki binaları yakıp yıkmayın!”
Daha başka hadisler de var:
“Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü taate vermiş ruhbanlara ve mâbedlere ilişmeyiniz.! Ağaçları yakmayınız! Hayvanlara dokunmayınız! Ve servetleri heder etmeyiniz.” diye emirler veriyorlardı. (Müslim)
“Savaş sırasında bir kadın cesedi gördüğü zaman Rasulullah bundan son derece rahatsız olup kadınlarla çocukların öldürülmesini yasaklamıştı.” (Müslim)
Çocuk ve kadınları koruma, din adamlarına saygı ve çevre duyarlılığı…
Bugün bile bu düzeyde riayet edilmeyen çok önemli savaş yasakları.
Huneyn savaşında müşrikler kadın ve çocukları da savaşa sürmüştü. Allah Rasulü bu durumda bile yasaklarında ısrarlıydı. Gözüne, kendilerine saldıran Hevâzinli kadın ve çocuklar karşısında kılıcını çeken ashâbı takıldı ve onları göstererek yanındakilere, şöyle seslendi: “Şu insanlara ne oluyor ki; çoluk çocuklarına varıncaya kadar onları öldürmeye kalkışıyorlar!” dedi ve ikaz etti:
“Dikkat edin ve sakın ola ki onların çoluk çocuklarını hedef alıp da kimse onlara ilişmesin!”
Uhud’da bu yasakların bilinciyle savaşa çıkan Ebû Dücâne karşısına kılıcıyla Ebu Süfyan’ın hanımı Hind çıktığında kendini frenlemiş “Resûlullah’ın verdiği kılıcı bir kadının kanıyla kirletmek olmaz!” diyerek geri dönmüştü.
Müşrikler, ele geçirdikleri Müslüman cesetlerine müsle yapıyor, kulaklarını burnunu kesiyor, parçalıyorlardı. Müslümanlar ise Bedir sonrası olduğu gibi savaş bittiğinde düşman dahi olsa cesetleri gömüyor, ortalıkta öylece bırakmıyordu.
Ortada savaş tazminatı söz konusu değilse yabancı hiçbir şeye el sürülmüyordu.
“Allah Rasulü ile kalabalık bir kafile halinde yolculuğa çıkmıştık. Şiddetli bir açlık arız oldu. Bazılarımız bir koyun sürüsüne rastladı ve onu yağma etti. Tencerelerde pişirirken Resûlüllah (sas) çıkageldi ve yayıyla tencerelerimizi devirdi. Etleri de toprakla karıştırdı. Sonra şöyle buyurdu:
-Yağmacılıktan elde edilen bir malı yemek, ölü eti yemekten daha helal değildir.” (Ebu Davud, 2707)
SAVAŞ ESİRLERİNE MUAMELE
Örnek birkaç olay:
Ebu’l-Âs İbn-i Rebî şöyle anlatıyor:
“O gün (Bedir) ben de Ensâr’la birlikte Medine’ye getirilenler arasındaydım. Yemek vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resûlullah’ın tavsiyesini yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise kuru hurma yiyerek açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten hayâ ederek bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verdim; bir de ne göreyim, elden ele dolaşan aynı ekmek, çok geçmeden yine benim önüme gelmişti!”
Mus’ab İbn-i Umeyr’in kardeşi Azîz İbn-i Umeyr: “Bedir günü ben de esirler arasındaydım. Resûlullah’ın o gün, ‘Esirlere iyi muamele edip gönüllerini hoş tutun!’ tavsiyesini duyunca, âdeta başımızdan yiyecek yağmaya başladı; kimin elinde bir şey varsa, onu bana uzatıyordu; kendileri kuru hurma yiyor, ancak ellerindekinin en güzelini bana vermeyi tercih ediyorlardı! O kadar ki gördüğüm muamele karşısında utancımdan yerin dibine girecek gibi oldum! Zira geri gönderdiğim şey bile dakikasında bana geri dönüyordu!”
Velid İbn-i Velid: “O gün onlar, kendileri yaya yürürken bineklerine bizi bindiriyorlardı!”
Esirlerin fiziki şartlarına da dikkat ediliyordu. Allah Rasulü esirlerin el ve ayaklarındaki bağları fark edince ashâbından birisini yanına çağırmış, “Git ve esirlerin hepsinin bağlarını çöz!” buyurmuştu.
Ayrıca o gün esirlerin güneş altında bekletildiğine şahit olan Efendimiz (sas) müdahale etmiş ve “Onları aynı anda, hem güneşin harareti hem de kılıcın sıcaklığıyla cezalandırmayın!” demişti.
Ci’râne esirleri uzun müddet bekletildiği için elbise ve giyim malzemeleri gerekmişti. Allah Rasulü, Büsr İbn-i Süfyân’ı Mekke’ye göndermiş esirlerin bütününe yetecek kadar elbise satın aldırarak esirlere dağıttırmıştı.
Beni Kureyza Yahudileri Ahzâb ordusuyla ittifak edip Hendek savaşına katılınca mukabil sefer düzenlenmiş 1,000 kadar esir getirilmişti. Bunların içinde anneleriyle birlikte gelen çocuklar da vardı. Allah Rasulü bu manzarayı görünce “Çocuk büluğ çağına erişinceye kadar annesiyle arasına girilmez!” buyurmuş onların bir arada olmaları için imkan hazırlanmasını istemişti. Ayrıca şöyle bir ikazda bulunmuştu:
“Anne ile çocuğunu birbirinden ayıranları Allah (celle celâluhû), kıyâmet gününde en sevdikleri insanlardan ayırır!”
Bu yumuşaklık ve insanî muamele karşısında Bedir’de 70 esirin 16’sı on gün içinde Müslüman olmuştu.
Fevkalade şartlar oluşmadıkça Allah Rasulü çatışma istemiyordu. Mekke fethi bir fetihti. Ama orada bile bir sulh zemini varsa savaşa karşı çıkıyordu. Fetih esnasında Hâlid İbn-i Velid’in girdiği kapıdan arbede sesleri gelmişti. Allah Rasulü kılıç sesleri ile sağa sola kaçışan insanlar görmüş “Ben sizi savaşmaktan nehyetmemiş miydim!” demişti. Ashab “Yâ Resûlullah!” dediler. “Bunlar, Hâlid İbn-i Velid ve arkadaşları! O’nun girdiği yerde Mekkeliler direniş gösterdiler; ona saldırmasalardı, vallahi o da onlarla savaşmazdı! Ancak Allah Resûlü (sas), bu arbede esnasında bazı insanların öldürüldüğünü duyunca, Hâlid İbn-i Velid’e celallenmiş, ellerini açıp üç defa, “Allah’ım! Hâlid’in yaptığından dolayı Sana sığınır, yapılan bu işten berî olduğumu beyan ederim!” diye dua etmişti.
Allah Rasulü savaşta karşısındakileri birer Müslüman namzedi olarak görüyordu. Karşı taraf ne yaparsa yapsın onlardan intikam almayı ve cezalandırmayı düşünmüyordu. Ki öyle de oldu. Bedir, Uhud ve Hendek’te düşman safında olup da ölmeyenlerin hemen hepsi sonradan Müslüman oldu. Bu muazzam bir başarı idi. Bunda onlara yapılan insanî muamelenin etkisi büyüktü.
(Kaynak: “Şiddet ve savaş karşısında Nebevi Duruş”, Şefkat Güneşi, Reşit Haylamaz.)
Sonraki yazı: Saldırı ve savaş ne zaman meşru olur?
Elbette peygamber fitne ile mücadele eden görevli olarak , insanlar arasında adaleti kardeşliği tesis ederek yeryüzü barisini tesis etmeye çalışır, ancak saldırıya uğradığında gerektiğinde savaşmıştır.
Mekke’nin fethine giden yolların taşları öyle sağlam döşenmiş ki, savaş bile olsa hep en az zayiat ile işler halledilmeye çalışılmış. Barış zamanında hile asla yapılmazken, harp zamanındaki hileler ise oluşacak zararı en aza indirmek amaçlı olmuş. Kan dökülmeden fethin gerçekleşmesi için gece yakılan çok sayıda ateş ile asker sayısının olduğundan daha fazla gösterilmesi gibi.
Esirlere iyi davranılması, kadın ve çocukların çatışmanın dışında tutulması, doğaya zarar verilmemesi, mal ve mülkün ziyana uğratılmaması ve bütün bunların göstermelik değil, hakkınca uygulanması müslümanlardan kötülük gelmeyeceğinin göstergesi olmuş.
Bedir’de alınan esirler için ‘on müslümana okuma yazma öğretmesi’ karşılığında özgürlüklerinin verilmesi de eğitime yapılan yatırımın maddi işlere yapılacak yatırımdan öncelikli olduğunu gösteriyor.
Tabi bu gibi iyilik ve doğruluğu yayma amaçlı icraatların taraftarı az oluyor. İnsanlar eğitimden önce maddi rahatlık istiyorlar. Doğruluğa ermeden, doğruluğun savunucusu olmaya kalkıyorlar. Eğitim kurumları açarak insanların belli bir olgunluk seviyesine ulaşmasını sağlamak zormuş. Kısa yoldan eline silahı alan müslümanlığı yaymaya çalışıyor. “Ey Amerika, ey İsrail” diye bağırarak sahte cesaret göstermek, sahte darbe sonrası gücü yettiklerini hain ilan edip, mal mülklerini ganimet bilmek, cahil halka tatlı geliyor. Ama bunların sonucunda da hep bir nesil daha heba olup gidiyor.
Peygamberlerin “Günahsız”lığı ile, Hz Ademin yasak meyveyi yemesi konusunda, bir kaç yorum duymuş, okumuştum;
TAAKİ, Ali Ünal’ın yorumu : “Cennet teklif yeri olmadığı için, yapılan eylem de günah kavramına girmez.”
Adeta şok olmuştum yorum karşısında. “Gözleri Açık’ ilerlemiş ve sonunda en etkili yoruma ulaşmıştı.
Risalelerin temel prensiplerinden biri,
” Her soruya göğüs germe ve GÖZLERİ AÇIK İLERLEME…”
Bu şekilde çok sorgunalan konuların, bu devrin insanını ikna eden cevapları ortaya çıkabiliyor, bugün olmasa bile yarın.
Peygamber Efendimizin asv. kılıç kullanmasa da, savaşı idare etmesi, bizzat Savaşın kendisidir.
Şimdi burda sıralayamayacağım, fakat Birçok fetih ayeti ve hadisi ne ifade ediyor?
Cevap: -Geçen hafaki yazınıza yaptığım yorumu da aşağıya tekrar atıyorum- ve 4 Halife Devri de dahil 1900 lü yıllara kadar TEBLİĞ İÇİN FETİH bir Enstrüman olarak kullanıldı.
Şimdi bu kadar övülmüş, yüce insan dini yanlış uygulamış olamaz bence…
–0–
İslamda TEBLİĞ ve Bu Amaçla Geçmişte Kullanılan FETİH Olgusu :
Her dinde, kendini diğer insanlara duyurma (TEBLİĞ) bulunuyor. Ve Dinlerin en önemli konularından biri.
Paulo Coelho, bu konuda şunları dedi :
(Paulo Coelho defends Holy Quran as ‘book that changed the world’;
” I am Christian, and for centuries we tried to imposed our religion by the force of the sword – check “cruzades”in the dictionary..)
“Ben bir hırıstiyanım ve asırlar boyu dinimizi kılıç gücüyle empoze etmeye çalıştık…”
“Kitlesel Haberleşme” araçlarının yaygınlaşmasına kadar geçmiş zamanda, ülkeler sınırlarını çok sıkı koruyorlardı ve diğer bir dinin tebliğcilerine izin vermiyorlardı. Hatta öldürüyorlardı.
İşte burda İslamın diğer halklara bildirilmesi için; 4 Halife devri de dahil, tüm güçlü müslüman Devletler tarafından 1900 lü yıllara kadar FETİH enstrümanı kullanıldı.
Bu kelimenin diğer batı dillerinde karşışığı yok, İşgal, alma anlamına gelen kelimeleri var (conquer, occupy, invade.. vb).
FETİH = AÇMA, İslama özgü bir terim, yani kazandığı zaferlere Fetih adını verdi, işgal demedi.
Fethedilen yerlerdeki insanlara sadece İslamı duyurmakla yetindi, dil, din zorlaması yapmadı. Yani Cevizin içindeki öze ulaşmak için sadece CEVİZİN KABUĞUNU KIRDI , fakat öze zarar vermedi, özü ezmedi.
FAKAT Kitlesel iletişim araçlarının yaygınlık kazandığı günümüzde ise Tebliğ için CİHAD’ın nasıl olması gerektiği konusunda Bediüzzaman Said NURSİ çerçeveyi ortaya koydu:
“ARTIK MADDİ KILIÇ KININA GİRMİŞTİR.” ve “MEDENİLERE GALEBE İKNA İLEDİR.”
YANİ, günümüzde Cevizin Kabuğu yoktur, kırılmıştır. Tüm insanlar engelsiz bir biriyle iletişim kurabilmekte ve isterlerse Tebliğlerini yapabilmektedir. Ceviz içine uygulanacak bir şiddet, darbe doğrudan özü ezecek ve zarar verecektir.
Önümüzde biri kabuklu ceviz, diğeri de kabuğu çıkarılmış ceviz olsa ve elimizde de bir ÇEKİÇ olsa, kesinlikle kabuklu cevize kabuğundan çıkarmak için kullanırız, ceviz içine vurup ezip zarar vermeyiz.
VAHİY, tüm çağları kapsadığı için, bazen Genel Kaideleri koymakta, ve böylece bazı alanlar kişiye bırakmıştır -yönetim şeklinde olduğu gibi – ;
Veya sınırları, içeriği belli açık emirler, kurallar koymuştur.
….
İnsan bir mücadelede Elinde ne varsa onu kullanır. İslam dünyasında özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlık hareketleri sonrası, yaygın bir şekilde ELLERİNDE SİLAH vardı, Bilim, Bilgi birikimi yoktu.
Bu şekilde bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da Batı Dünyasının Ekonomik ve Siyasi üstünlüğü karşısında, kendilerini ispat etmek, ezilmişlikten kurtulmak için, Ellerinde buldukları araçları, silahlarını kullandılar maalesef.
Batının karşısına çıkacakları BİLİM, BİLGİ Birkimi YOKTU KAFALARINDA. Zira bilim, zaman alan ve çileli bir işti.
Bu metodu da, Müslümanlarım 19. yy sonlarına kadar bir enstrüman olarak kullandıkları, Fetih yoluyla Cihat anlayışıyla bütünleştirdiler kolayca.
Şimdi de El Kaide, Işıd, Bokoharam, vb bilmem ne belaları, bu şekilde yaptıkları Terör eylemlerine İslami bir kılıf bulmaya çalışıyorlar.
Tabiki bu durumu, dünyada İslama yönelişi önlemeye çalışan Batılı Derin yapılar, bu Terör gruplarını her türlü destekleyerek, eylem yapmalarına zemin hazırlayıp seviniyorlar.
Zira İslamın geniş kitlelerce kabulüne mani olabilecek daha iyi bir malzeme bulamazlardı.
….