Ana Sayfa HABER Peygamber adıyla sahtekâr pazarlamak  

Peygamber adıyla sahtekâr pazarlamak  

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ

Yalanın yalan olduğu bilinirse tesiri kırılır, inananı olmaz; ancak o, doğruluk urbasına sarılıp sarmalanır ve sıddîkiyet pazarına, mutlak “doğru” diye sürülürse, müşterisi pek olur.

Hele buna, “din” kisvesi giymiş taylasanlılar şahitlik eder, hokkabazlık hünerleri ve el maharetleriyle halkı teshir eden sihirbazlar da kuvvet verir ise, yutanı çok olur.

Öte yandan cehâlet ve fakirlik, yalanın geliştiği en müsait iki zemindir; biri dölyatağı, diğeri ise onun gıdası mesabesindedir! Gününün derdine düşmüş insanların, yarınlarını düşünme lüksleri olmadığı gibi önüne konulanın ambalajına takılıp kalanları aldatmak hiç de zor değildir!

Ne acı ki bizim dünyamız, daha ilk günlerde bununla tanıştı ve henüz, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta olduğu dönemde, nice “sahtekar”ı “peygamber” diye pazarlamaya kalkıştılar!

Âdeta bekledi ve hepsi birden sahne aldılar; Esvedü’l-Ansî ile başlayan açılış, Tuleyhâ ile devam etti. Müseylimetü’l-Kezzâb, zaten sırasını bekliyordu! Çarşının mergûb metaı yalan olunca kadınlar ciheti de hareketlendi ve Secâh adında bir kadın da geldi, aynı iddia ile girdi pazara!

Doyma bilmeyen bir hırs, buz gibi bir enaniyet, gölgede kalmayı hazmedememe, tartışmasız bir lider olma sevdası, herkese ve her beldeye hükmetme dürtüsü, takdir edilme beklentisi, mal ve servet düşkünlüğü, hepsinin ortak paydası gibiydi.

Üstelik, dillerini iyi kullanıyorlardı; hemen hepsi, ya şâir ya da hatip insanlardı. Sahibi oldukları bu meziyet, hokkabazlık, sihir ve büyücülükle birleşince, ortaya iyi bir kıvam çıkıyordu.

Ustası oldukları alanda şâir, hokkabaz, büyücü ve sihirbaz nevinden çırakları da eksik olmuyordu.

Ama bir yere kadar!

Medîne’deki cazibe bambaşkaydı ve bunlar da onun peşine düştüler.

Zahire bakılınca, müslüman olmuşlardı.

Ancak, belli ki fırsat kolluyorlardı ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sık sık hastalandığı günlerde ardı ardına sökün etmeye başladılar.

Benî Hanîfe’nin reisiydi, Müseylime; şairlik, hatiplik, kahinlik ve medyumluk gücü yanında kavmine reis olma nüfûzunu da kullanarak etrafında bir hayli insan topladı.

Takıntısı vardı; daha işin başından itibaren kendisine “Rahmânü’l-Yemâme” adını layık görmüş, bin bir şatafatla tezyin ettiği bahçesine de “Hadîkatü’r-Rahmân” adını vermişti.

Sürekli pompalayıp durduğu ünüyle etrafta nâm salmış, yalancı dünyasının göz alan ihtişamı, Mekke müşriklerinin de konusu olmuştu; Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), “Sana Kur’ân’ı o rahmân öğretiyor!” demelerinin sebebi de bu idi.

Ne var ki kavminin, Sümâme İbn-i Üsâl etrafında kenetlenmesini hazmedemiyor ve her geçen gün büyüyen bu yapıyı, bir nevi otorite kaybı olarak görüyordu. Konumunu güçlendirmek için bir hey’etle birlikte Medîne’ye geldi. Ortama ayak uydurmaya çalışsa da sıkıntısının dışarıya sızmasına engel olamıyordu!

Süflî emellerine alet edemeyeceğini anlayınca istiklalini ilan etti; o kadar ki Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderdiği mektuplardan birisinde açıkça, “Ben de bir peygamberim!” diyordu. Üstelik, akıl almaz talepleri vardı; şimdilik yeryüzünün yarısına razı olsa da Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonrasında bütününü istiyordu!

Bu arada, kendisi gibi peygamberlik iddiasında bulunan Secâh ile evlenmiş, iki koldan hücum etmeye başlamışlardı!

“Din” ile kandırıyorlardı ya bunların dininde içki serbest, dünyalarında zinaya da sınır yoktu! Üstelik, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarına göre münafıklara zor gelen yatsı ve sabah namazlarını da kaldırmışlardı. Tabii, bu, orada kalmadı ve günü geldi, namazı bütünüyle kaldırdılar!

Sıddîkiyet pazarına duble girmişlerdi. Görünürde Kureyş’e karşı bayrak açmış gibilerdi; ancak Kureyş düşmanlığı altında, hayalini kurguladıkları kendi kozalarını örüyorlardı!

“Bana da vahiy geliyor!” diyordu Kezzâb. Halbuki, vahiy dediği süslü sözler, içi boş ve apaçık bir “taklit”ten ibaretti. “Ben de mu’cize gösteriyorum!” deyip sahneye sürdüğü hokkabazlıkların foyası, yatsıya varmadan çıkıyordu çıkmasına ama bunu ancak görebilen görüyordu!

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), elçi olarak Habîb İbn-i Zeyd’i gönderdi ona. “Kezzâb” olduğunu yüzüne söylediği bu mektubunda, “Yeryüzü Allah’ındır!” diyor ve onu, dilediğine vereceğini söylüyordu, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri.

Ne var ki Hazreti Habîb, Benî Hanîfe ileri gelenleriyle görüşüp onları istikamete davet ettiği sıralarda, bundan hiç hoşnut olmayan Müseylime’nin emriyle şehîd edildi.

Bu esnada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürümüştü.

Bunu da kullandı ve oluşan boşluktan istifade ederek Hazreti Sümâme’nin üzerine yürüdü, ordusuyla.

Böyle bir hırs ve takıntıyı, emeli daha büyük olanların görmemesi imkansızdı; dolayısıyla, ister doğrudan isterse dolaylı olarak arkadan destek olup teşvik edeni de hiç eksik olmadı, Müseylime’nin.

Problemler sarmalı katlanarak büyüyordu!

Bölgede öylesine bir rüzgar estirdiler ki Allah Resûlü’nün tayin ettiği iki şanlı sahâbî, Hazreti Muâz ile Ebû Mûsâ el-Eş’arî, bulundukları yeri terk etmek zorunda kaldılar.

Hilafet yükünün altına giren Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) ilk yılı, bu sahtekarlarla geçti. Ne var ki üzerine sevk ettiği İkrime ve ardından Şurahbil İbn-i Hasene’yi de mağlup etmişlerdi.

Bunların hepsini kendi hanesine yazdırmada üstüne yoktu, Müseylimetü’l-Kezzâb’ın; şânı, almış başını gidiyordu!

Nihayet, üzerine, Ensâr ve Muhâcirîn’in merkezini tuttuğu bir askerin başında Hâlid İbn-i Velîd’i sevk etti Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh); Allah adına kınından çıkan “Allah’ın kılıcı”, kimin “Allah’ın Resûlü” kimin de sahtekarın teki olduğunu o gün yedi düvele gösterecekti.

Bünyân-ı mersûs karşısında köşeye sıkışmış, âdeta yalancı sarayına hapsolmuştu, Müseylime.

Yalana temel atan saltanat sönmek üzereydi!

Uhud’a giderken “hürriyet” vadiyle kandırılan Hazreti Vahşî’nin, o günden bu yana içinde taşıdığı bir “ukde” vardı; Huzûr’a ermişti ermesine ama, mahcubiyetinden dünya gözüyle mübarek yüzlerine doya doya bakamamıştı! Keffaret arayışı içinde o gün, Hazreti Hamza’yı şehîd ettiği paslı mızrağını da ihtiyaten elinde taşıyordu!

Ve o mızrak, bugün işe yaradı; Hazreti Vahşî’nin mızrağıyla yere serilen Müseylime, Ebû Dücâne’nin kılıcıyla Yemâme’de tarih oldu; hem de bin bir şatafatla inşâ ettiği ve adına “hadîkatü’r-rahmân” dediği sarayının izbe bir köşesinde!

Sahtekarlık adına açılan pazar, sıddîkiyetin ferasetinde son bulmuştu bulmasına ama on binlerce hayat, Müseylime benzeri hokkabaz ve şarlatanların safında söndü. Sadece Müseylime’nin peşinde ölen, yalana kurban 24.000 kişi vardı!

İnsan bu, düşünmeden edemiyor; bir de bugünkü imkanlar, o günkü sahtekarların elinde olsaydı! Hedef gösterdiklerinin üzerine sırtlanlar gibi üşüşen televizyonları, cılız sesini deryalar cesametinde gösteren gazeteleri, Ahzâb ordusu gibi her koldan saldıran sosyal medyaları ve “din” adına verdikleri her fetvaya onay veren taylasanlıları olsaydı!

Ne mi olurdu?

İşte, şimdi biz, o günleri yaşıyoruz!

1 YORUM

  1. Muhammed Salih
    SİZE TERÖRİST diyenleri Allah'a havale ediyoruz.... Ve onların yazdıklarını okumaya beş dakika dahi tahammül edemiyorum. Müseylime-i kezzab yanlarında masum kalır. Onlar alçaklığın bütün inceliklerini icraatları ile bize gösterirken, vallahi sizlerinde hayranlıkla imani yürüyüşünüzü seyrediyoruz...