YORUM | YAVUZ ALTUN
“İnsanların bütün istediği bir peri masalı.” Tahttaki İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth’in ve kraliyet ailesinin hayatına odaklanan The Crown dizisinin 4. sezon 10. bölümünde, genç Prens Charles’ın “metresi” Camilla Parker Bowles, rakibi Prenses Diana’yla kendini kıyaslarken böyle diyor.
Bilmeyenler için izah edeyim. Prens Charles, merhum Prenses Diana ile evliyken, kendinden yaşça büyük ve başka bir adamla evli Camilla ile de görüşmeye devam eder. Aslında sevdiği kadın da odur. Nitekim, Diana öldükten sonra da onunla evlenir.
Diziye göre Charles, Diana’yla evliliği sürdürmek istemez. Ancak Diana, “milyonların sevgilisi” hâline gelmiştir. Her ziyareti olay olur, medya sürekli peşindedir.
“Bir peri masalının kahramanı olmak istiyorsan,” der Camilla, “Sana yanlış yapılmış olmalı, mağdur olmalısın.” Bu sebeple de, ilişkilerini kamuya açıklamak, kalbinin derinliklerindeki büyük aşkı herkese göstermek isteyen Charles’a engel olur. Bunun Diana’nın ışığını daha da parlatacağını düşünür.
Gerçekten de dediği gibi oldu. Lady Diana, Kraliyet ailesinden dışlandıkça dünyanın her yerinde destek buldu. Soğuk ve mesafeli İngiliz monarşisinin “insanlara dokunan” temsilcisi hâline geldi. Sadece yaptığı hayır işleriyle, “düşkünlerle” çektirdiği fotoğraflarla, katıldığı parıltılı törenlerle değil kameraları üzerine çekme becerisiyle de kısa sürede bir medya ikonuna dönüştü.
Futbol efsanesi Diego Armando Maradona’nın öldüğü haberini alınca bu peri masalı teması geldi aklıma. Onun dünyanın en büyüğü olduğu zamanlara yaşım yetmez fakat onun Arjantin milli takımı formasıyla attığı son golü televizyon başında, canlı seyretmiştim.
1994 Dünya Kupası’ydı. ABD’de düzenlenen turnuvada, dünyanın geri kalanı da seyredebilsin diye maçlar gündüz oynanıyordu. 1986 Meksika’da da aynısı olmuş, meşhur Uruguaylı gazeteci-yazar Eduardo Galeano, “Artık futbolu yayıncı kuruluşlar yönetiyor” diye yazmıştı. Gene de Türkiye’de gece yarısını buluyordu maçların yayın saati. Neyse ki futbol tutkunu babamdan torpilliydim. 7 yaşında olsam da, o saatte televizyon başında kalabilirdim.
Okuma-yazmayı öğreneli daha iki sene olmuştu ama televizyon ekranından ya da gazetelerden gördüğüm futbolcu isimlerini, milli takım kadrolarını ajandama özenle istifliyordum. Atlastan bakıp yerlerini ve bayraklarını öğrendiğim ülkelerin futbolcularını tanımaya çalışıyordum. Turnuva bittiğinde, Brezilya milli takım kadrosunu ezberden sayacak kadar geliştirmiştim kendimi. Kitlelerin afyonu olarak görülen futbol, o yaştaki bir çocuk için dünyayla, insanlığın ortak hikâyesiyle, bir bağ kurma denemesiydi şimdiden bakınca.
1994’te kimse Maradona’dan bir mucize beklemiyordu. Kariyeri iyiden iyiye düşüşteydi; sakatlıklarla boğuşuyor, adı skandallarla anılıyordu. Kokainden ceza almıştı. O sezon Arjantin’de futbol oynamış ama sadece 5 maça çıkmıştı. 1986’da Dünya Kupası’nı neredeyse tek başına kazanan oyuncu yoktu yani karşımızda. Ama Maradona hep otoriteleri ters köşeye yatırmasıyla bilinirdi. O yüzden de büyük bir medya ilgisi de vardı.
Yunanistan’la oynadıkları maçı çok iyi hatırlıyorum. Rakip ceza sahası önünde Arjantinli oyuncuların topu aralarında çevirip son vuruşu yapması için Maradona’ya bırakmaları… Onun da ceza sahası dışından sol üst köşeye sert bir şut göndermesi ve ağları havalandırması… Hemen saha kenarındaki kameraya koşmuş, golün sevincini dünyanın dört bir yanındaki hayranlarıyla paylaşmıştı. Babamın da yüzü gülüyordu.
Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol kitabındaki Maradona başlıklı yazısına şöyle başlar: “Oynadı, kazandı; ama çişini yapınca kaybetti.” Turnuva devam ederken, Maradona’dan alınan idrar örneğinde doping sayılan efedrin maddesi bulunmuştu. Yıldız oyuncu turnuvadan ihraç edildi. Dünyanın dört bir yanında, Bangladeş’te mesela, halk sokağa dökülmüş FİFA aleyhine protestolar düzenlemişti.
1994 Dünya Kupası, futbol tarihinin dünya genelinde televizyondan en çok seyredilen turnuvası. Maçların toplamda 32 milyar seyirci çektiği rivayet ediliyor. Maradona burada “Ben daha ölmedim!” mesajı verebilir miydi? Belki. Galeano’ya göre Maradona’nın diskalifiye edilmesi, onun FİFA’ya ve futbolun yerleşik düzenine isyanıyla ilişkili.
Ama onu sevenler kadar, onun düşüşünü görmek isteyenler de vardı. “İlahları devirme zevki, onlara sahip olmak ihtiyacıyla doğru orantılıdır,” demişti Galeano, “tüm dünyada birçok kişi, sefaletten top sayesinde kurtulup zengin olan bu küstah ve kendini beğenmiş şöhret budalasının devrilişini coşkuyla kutladı.”
Maradona kameraları seviyordu, popüler olmaktan hoşnuttu. “Bana ihtiyaç duyulmasına ihtiyacım var,” diyecekti. Ancak kendini koruma içgüdüsü yoktu. Şimdilerin moda tabiriyle “politik doğrucu” değildi. Ortalığı karıştırmaya, arı kovanına çomak sokmaya bayılıyordu. Gevezeydi, basın toplantılarında mutlaka bir gaf yapıyordu.
Güney İtalya’nın yoksul Akdeniz şehri Napoli’ye tarihindeki iki şampiyonluğu hediye etti. 1990 Dünya Kupası’nda İtalya’yla Arjantin, üstelik Napoli’de karşı karşıya gelecekti. “Ben size 2 şampiyonluk verdim, İtalya ne verdi?” diye sormuştu. Taraftarların çoğu onu destekledi. Ama İtalyan futbol otoriteleri, takımlarını elediği için ona kızgındı.
1986’da maçların gündüz vakti oynanmasına itiraz eden az sayıdaki futbolcudan biriydi. Futbolcuların “köle gibi” alınıp satılmasına, “sirk maymunu” muamelesi görmesine karşı demeçler veriyordu. Başkaları da söylüyordu bunları ama Maradona’nın ağzından çıkınca medyada yankı buluyordu. Onun bu itirazları karşısında FİFA Başkanı Joseph Platter, “Arjantin’in son yetiştirdiği as oyuncu Di Stefano’dan başkası değildir,” diyerek onu görmezden gelmeye çalıştı.
Ünlü futbol yazarı Simon Kuper, Maradona’nın çok sevilmesinin bir sebebinin de futbolcuya benzememesi olduğunu söyler. Kısacık boyu ve görkemsiz görünüşüyle, “Calut karşısında Davut gibidir.” İngilizleri devirdiklerinde, “Falkland’de tavuk gibi katledilen Arjantinlilerin intikamını aldık,” diyerek meydan okuyacaktır. Elle attığı gol için de, “İngilizin cüzdanını çalmak gibiydi,” diyerek damarlarına basar.
Maradona, Galeano’ya göre, “yolu üzerinde kurulan tuzaklara balıklama dalmasına neden olan” çocuksu bir saflığa sahipti. Karakterinin bir parçası olan gözünü budaktan sakınmama, oyununda da etkiliydi. Eski maçlarını YouTube’dan seyrederseniz, ilk fark edeceğiniz özelliği bu perdesiz cesaretidir.
Topla bir cambaz gibi oynamakla kalmıyor, topun olduğu her yere ayağını, kafasını, vücudunun bir parçasını sokuyor. Kalabalığın arasına sokulmaktan hiç çekinmiyor. Yediği tekmelere aldırmıyor, bilakis topu rakiplerini tahrik edecek şekilde, kendinden ayırmadan sürüyor ve o tekmeleri davet ediyor. Simon Kuper, onun yediği tekmeleri bugün atanlar anında kırmızı kart görür, demişti. Hatta İngilizlere elle attığı gole karşılık, “hakkını verelim, bizimkiler de çok fazla tekme ve dirsek attılar maç boyunca” yorumunu yaptı. Nitekim dünyanın en pahalı oyuncusu olarak gittiği Barcelona’da da bu tekmelerden çok çekecekti.
Saf bir yetenek ve o yeteneği eksiltmeden sahaya yansıtabilen çelikten bir iradeydi belki. Friedrich Nietzsche onu görse heyecandan bayılırdı muhtemelen. Tam bir Roma askeriydi. Hayatı boyunca ağrılar çekmişti. Sürekli ilaç kullanıyordu. Sağlıksızdı. Futbol topu onu insanların gözünde bir ikonaya dönüştürse de, hâlâ insandı. Hatta Galeano onun için, “ölümsüzlerin en insan olanı” diyecekti.
Onun hikâyesini yazarken, kişisel hayatındaki “karanlığı” atlamamak gerek. Yıllarca reddettiği oğlu Diego’yu. Karısı ve kızlarıyla uzaklaşmasını. Ev içinde şiddete başvurduğu iddialarını. Klasik anlamıyla bir maço oluşunu. Mafyayla karanlık ilişkilerini. Ama o bunları Latin Amerika halkının “sol popülizm” iştahıyla dengeliyordu. Koluna yaptırdığı Che Guevara dövmesi, Küba lideri Fidel Castro’yla dostluğu, bizdeki Cumartesi Anneleri’nin Arjantin’deki şubesi Plaza de Mayo Anneleri’nin mücadelesine desteği…
Biraz da bu yüzden bir peri masalıydı onunki. Tırmandığı şöhret dağında, yaban duruyordu. Beklenmedik kahramandı. Yüzünde hep endişeli bir ifade vardı. Kaprislerini, yeteneğiyle satın almıştı. 2000’lere doğru kilolu hâli ve skandallarıyla haber oluyordu yalnızca. Herkes genç yaşta ölmesini bekliyordu. Gene de ama birazcık toparlayınca, hemen ona umut bağlanıyordu. Bir kez mucize gösteren, her zaman mucize gösterebilirdi. Öyle ki Arjantin Futbol Federasyonu 2008-2010 arasında onu milli takımın başına getirdi.
Latin Amerika’nın yoksul çocukları futbol topuyla araları iyiyse, o hayattan kurtulabiliyordu. Orada kalanlar mı? Onların hikâyesini pek kimse merak etmiyor. Çünkü biz peri masallarını severiz. Sıradan, hor görülen, dışlanan kimselerin sonunda paraya ve şöhrete kavuştuğu peri masalları bizi heyecanlandırır. Bir gün, bizim de bu yavan hayattan kurtulabileceğimizi muştular. Bütün sıkıntılarına rağmen hayata devam etme hevesi verir. Bu yüzden de kazanma şansı az olanları içten içe destekleriz.
“Futbol sayesinde,” demişti bir röportajında Maradona, “Bana en büyük keyfi, en büyük özgürlüğü veren futboldu. Ellerinizle gökyüzüne dokunmak gibiydi. Her şey futbol topu sayesinde.” O topa aşkla bağlıydı. Sahanın her yerine adım atar, arkadaşlarının kötü paslarını bile koşup yakalar, bu arada onlara gücenmez, topla buluştuğunda da kalabalıkları coşturmayı severdi.
Amerikalı romancı Kurt Vonnegut, insanların hayatlarında anlatılmaya değecek tek bir hikâye olduğunu söylemişti. Gerisi, kitabın son sözü gibidir. Eğer o hikâye genç yaşta başınıza gelirse, uzun ve sıkıcı bir son söze sahip olursunuz. Tarihteki en renkli peri masallarından biriydi onunki. Son sözüyse başka bir hikâye. Kıssadan hisse: Maradona değilseniz, o yolu yürüyemezsiniz.