Paşaların kavgası ve bir garip şaka!

Bediüzzaman Ankara’da (7)

YORUM | M. NEDİM HAZAR 

“Allah adamı şaşırtmasın, 
şaşırtsa süründürmesin, 
süründürürse fâhiş etmesin, 
fâhiş ederse büsbütün rüsvay etmesin. 
Rüsvay ederse perişan etmesin, 
perişan ederse, sersem âvâre etmesin!”

Tarih 7 Şubat 1923… Yer Balıkesir Zağnos Paşa Camii. Kalabalık bir heyetle buraya gelen Mustafa Kemal Paşa (yanında Kazım Karabekir de vardır) okunan mevlitten sonra minbere çıkar. Ve tarihe Balıkesir Hutbesi olarak geçen konuşmayı yapar. Sözlerine “”Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun” diyerek söze başlayan Gazi Paşa, kurulacak yeni devletin temel esasları ile devrimler ve yeni cumhuriyetin kodlarını anlatır adeta: 

“Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı, hepimizin bildiği Kur’ân-ı Azimüşşan’daki açık ve kesin hükümlerdir.

İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır.

Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahipti. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazret-i Peygamber’in mübarek yollarını takip ederek bu dakikada milletimize ve milletimizin şimdiki ve geleceğine ait konuları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni bu şerefe kavuşturan Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.

Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.”

Aslında Mustafa Kemal’in Said Nursi’ye yaptırmak istediği şey tam da buydu: Dindar halkın arasına karışarak, inanç ile yeni rejimin çatışmayacağına halkı ikna etmek! 

Yeni cumhuriyetin kuruluş aşamasında gizli-açık pek çok tartışma yaşanmıştı. 16 Mayıs 1336 (1920) Kazım Karabekir 11 maddelik bir teklifle aslında Anadolu halkının kırmızı çizgisini çiziyordu ve bu teklifin 14. Maddesinde şöyle söyleniyordu: “Dini ve ananevi Anadolu’nun ayranını kabartmamak lazımdır.”

Kazım Karabekir anlatıyor: “Bir taraftan İkinci Millet Meclisi’ne girebilmek için, bilgi, emek ve sedyesiyle tanınmış olmaktan ziyade, sadakat ve yumuşak başlıkla tanınmış olmak ve türlü vasıtalarla Gazi ‘ye hulul (yakın olmak) edebilmek işe yaramıştı. Sözle ve kalemle dalkavuklar, almış yürümüştü. Mektuplarla, şiirlerle, Mustafa Kemal Paşa’ya bir düzine tekrarlanan sözler muayyendi: “Bizi sen kurtardın, ne emir buyurulursa ayn-ı keramettir” ve bir sürü methiyeler. İstiklal Harbi nasıl başladı, nasıl bir seyir takip etti. Bugünkü durum nedir? İstikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce, Gazi’nin teveccühünü kazanmak ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmek idi. İstiklal Harbi’nin neticesini görünceye kadar, İstanbul hükümetinin ve padişahın dalkavukluğunu yapanlar bile günahlarını affettirebiliyorlar ve yeni devlet kuruluşunun ön saflarında yer alabiliyorlardı. Saadet avcılığı, dehşetli bir yarış halinde başlamıştı.” (Paşaların Kavgası, s146)

Sosyal medyada dolaşan bu görsel sahtedir…

Karabekir Paşa’nın ciddi endişeleri ve şahitlikleri vardı: 

“Tehlike büyüktü; İstiklal Harbi’nin fedakâr ve feragatli arkadaşlarıyla Gazi’nin arasına her gün yeni, yeni insanlar giriyor ve yerleşiyordu. Ve artık İstiklal Harbi’ndeki gibi fikir sahipleriyle iş birliğinden ziyade, mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye rolleri verilmeye hazırlık var gibi görünüyordu. Artık Gazi, hangi yolu tutacak, yeni Meclis onu istediği süratle hangi hedefine götürecekti? Koyu mutaassıplar da din ve hele İslamlık aleyhindekiler de yeni yolda birbiriyle yatışacak bir halde idiler.” (s137)

Kazım Karabekir Ankara’da esen yeni bir havadan bahsediyor ve diyor ki, “İslamlık terakkiye engelmiş” gibi bir hava estiriliyordu!”

Atatürk ve Kazım Karabekir halk arasında…

Tarih 10 Temmuz 1923.. Yer Ankara Tren istasyonundaki kalem-i mahsus binası. Önce Fırka nizamnamesi müzakere ediliyor. Bir süre sonra Kemal Paşa ile Karabekir Paşa baş başa kalıyorlar. Mustafa Kemal, Karabekir’in, “Hayretle baktım” dediği şu cümleleri sarf ediyor: 

“Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdurlar!”

Kazım Karabekir’in çok şaşırdığını gören Kemal Paşa izah etme gereği duyuyor: 

“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar. Çünkü böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.” (Paşaların Kavgası, s137)

Tarih 20 Nisan 1924. Yer TBMM. Meclis Teşkilat-ı Esasiye Kanununu kabul ediyor. Üç madde ise pek tartışmalı geçiyor. 

Bunlardan bir tanesi 2. Madde: “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslam’dır. Resmi lisanı Türkçedir.”

Karabekir mu maddenin büyük tartışmalarla da olsa, geçmesinden ziyadesiyle memnundur ve şöyle der: “Bu maddeyi kabul etmeleri, hele şu aralık çok isabetli olmuştur. Çünkü Protestanlık propagandası yapanları gayretlerini Türkler Protestan oluyor şeklinde istismar edenler, içten ve dıştan halkı var kuvvetleriyle tahrik ediyorlardı. Bu madde herkesin ağzına ve kulağına güzel bir tıkaç oldu.” (Paşaların Kavgası, s271)

Aslında Meclis kulislerinde gezinen bu Protestanlık dedikoduları boş yere çıkmış değildi. Birazdan ona geçeceğiz lakin önce bir noktaya daha dikkat çekmek isterim. 

Karabekir 1922 Şubat ayında Mustafa Kemal’e şifreli bir mesaj yollar. Bu mesajda seçilecek yeni meclisin seçiminde çok hassas davranılmasının şart olduğunu. Eğer padişahlık sistemine meyilli insanlardan teşekkül etmesi durumunda, yapılacak değişikliklerin halka bile ulaşmadan Mecliste sönümleneceğini söyler ve Büyük Mütehassıslar Meclisi gibi bir şeyin kurulmasını ister. 

Kemal Paşa, Doğu Cephesi Komutanı’na katılmakla birlikte önemli bir noktayı vurgular: 

“Büyük Millet Meclisi’nin kararlarını, çalışmalarını, bir başka heyet kararı ile kısıtlamak, genel olarak yönetimde izlediğimiz prensiplerin ruhu ile uyuşmayacaktır. Bu mütehassıslar meclisinin de -belirttiğiniz gibi- millet tarafından, milletvekilleri gibi seçildikleri takdirde, aynı kaynaktan, aynı yetkiyi almış iki kuvvetin, genel yönetimde millete karşı etkili olması, hukuk alanında olduğu gibi, pratikte de karışıklığa, ikiliğe yol açacak, bu durumda doğan dengesizliği uyuşturacak üçüncü bir kuvvetin vücudu gerekecektir. Fikrime göre, olması ihtimali olan sakıncaları ortadan kaldırmak için, tek çare, Millet Meclisi’nin elden geldiğince uzman ve yetenekli kişilerden seçilmesini sağlamak ve iç düzenlemelerde, komisyonların seçiminde, Bakanların belirlenmesinde uzmanlığa önem vermekle sağlanabilir.” Karabekir diyor ki, “ya eski kafalılar meclise seçilirse? Bunun için bu Meclisin üzerinde yetkisi olan bir meclis daha kuralım.” Kemal Paşa ise, “öyle şey olmaz, bunun yerine vekil seçerken hassas davranmalıyız” diyor. 

Said Nursi’nin Ankara’ya gelmesi, Mustafa Kemal ile konuşmasını değerlendirirken bu arka planı göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Belki de birileri Nursi’ye Ankara’ya gelmesi gerektiğini, çünkü Türk milletinin dini ve maneviyatıyla ilgili önemli kararlar alındığını, belki bunlara etki edebileceğini söylemiştir!

Zira gelişmelerin seyri de artık İstanbul’da yapılacak pek bir şey kalmadığını gösteriyordu. İngilizlerin etkisi kırılmış, yunanlar yurttan kovulmuş, yeni bir ışık ümidi Ankara’da parıldamaya başlamıştı. 

Nitekim Osman Nuri Efendi şöyle bir tafsilat verir: 

“Efendim münasibi zatınıza daha iyi malûmdur. Benim kanaatim, sizin Ankara’da Meclis-i Meb’usan içine girmeniz büyük bir hizmete medar olacaktır” dedim… Ve nihayet Hazret-i Üstad Ankara’ya gitti.” (Hususi Not Defteri, s87)

Bediüzzaman’ın ilk meclisteki günlerini detaylandırmadan önce, bir ayrıntıdan daha bahsetmek gerekiyor. 

Uğur Mumcu, geçtiğimiz bölümlerde bahsettiğimiz (BKNZ) Zürafalı Köşk’te bulunan evraklara dayanarak yazdığı kitapta şöyle anlatıyor: “Karabekir, gelişen yeni koşullardan ve oluşan ortamdan iyice kuşkulanmıştır. Din konusunda çıkan tartışmalar Karabekir’i adım adım M. Kemal’den uzaklaştırmaktadır. Şark Cephesi komutanı, Bolşevikliği de din karşıtı düşünce sahiplerinin de İngilizlerce kışkırttığı · kanısındadır. Karabekir, bugün müze olarak kullanılan Ankara Garı’ndaki Özel Kalem müdürlüğüne uğrar. Odaya girdiğinde Tevfik Rüştü Bey, «Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam) diye konuşmaktadır. Karabekir sorar: «Nedir o kanaat?» Mahmut Esat (Bozkurt) yanıt verir: İslamlığın terakkiye mani olduğu kanaati.. İslam kaldıkça yüzümüze kimsenin bakamayacağı kanaati.”

Karabekir ve Kemal Paşa. Kader birliği etmiş iki büyük kumandan.

Gerçi Mumcu bu nota kaynak olarak M. Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali isimli kitabını bu tartışmayı onaylayan referans olarak gösterirken, Fethi Okyar’ın anılarında (Üç devirde bir adam – Cemal Kutay) böyle bir tartışmadan bahsedilmediğini vurgular ve Kazım Karabekir’in bu tartışmayı yalanladığını kaynak belirtmeden yazar. 

Mumcu’nun kitabından devam edelim: “Karabekir anılarının bu bölümüne şunları yazar: «Mustafa Kemal Paşa’yı bu sefer de kimlerin nerelere götürmek istediği görülüyordu. Söyleşi başlamıştır. Karabekir, İslamlığın gelişmeye engel olduğu yolundaki düşüncelerini Avrupalı diplomatlar tarafından ortaya atıldığını söyler. Bu yorumunun tartışılabileceğini de anlatır. Ve devam eder: “Münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa o da din değiştirme gayretidir. Bence İslam kalırsak mahv olmayız. Bilakis yaşarız, hem de yakın tarihlerdeki misalleri gibi itibar görerek yaşarız. Fakat din değiştirme oyunu ile birliğimizi ve selabatimizi kırarak bizi mahv edebilirler.” Tartışmaya Fethi Okyar da katılır. Okyar, Karabekir’in «mütahakkim bir eda» diye tanımladığı biçimde şunları söyler: “Evet Karabekir, Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumlar.” Karabekir, bu tartışmanın nasıl sonuçlandığını anılarında şöyle anlatır: “Gazi riyaset yerinde Fethi Bey, O’nun solundaydı. Ben de kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey, son olarak bana kesin cevap verince ben de başımı sağa çevirerek O’na ve aynı zamanda Gazi’ye hitaba başladım: Önce Türklerin İslam dinini kabul etmeleri sayesindedir ki, Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırdılar ve bize bugünkü hakim vaziyeti verdiklerini, aksi halde Bizans medeniyeti ve dini içinde Kayseri Rumları halinde kalacağımızı anlattım. Sonra da: “Bu bayağı fikri şiddetle red ederim. Geri kalmaklığımıza amil olan şey bir değildir. Fütuhatlık, temsil kudretini göstermemek, Avrupa’nın ilim ve fen cephesiyle temassızlık gibi mühim sebeplerdir. Aynı yanlışlıkları yapan Hristiyan devletlerinin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz. Bu zelzelenin haklı sebeplerini araştırmayıp onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar bu (İslamlık terakkiye manidir) fikrini garip buluyorum. Bu bayağı ve tehlikeli fikrin aramızda da ilmi münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından da çok müteessir oldum. Fakat ben de iddia ediyorum ki, Türk milleti ne dinsiz olur, ne Hristiyan olur. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğinize inanışınız objektif bir görüş değil; hülyanızdır. Böyle bir harekete cüret memleketimizde kanlı bir istibdatla başlar ve İstiklal Harbi’nin samimi birliğini de birbirine katar. Nerede ve nasıl karar kılınacağını da kestiremezsek bile. Milli bir dram olacağından şüphe etmeliyiz. M. Kemal Paşa’ya hitaben sözlerime şöyle devam ettim: Paşam, maddi cephemiz zaten zayıftır. Güvenebileceğimiz manevi cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek dayanabileceğimiz nemiz kalır? Bizi, silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, artık fikir kuvvetiyle mahv edeceklerdir. Siz millete karşı bizi bu hale getiren gailenin istibdat olduğunu, zaferden sonra millet tamamıyla iradesine sahip olarak yürüyeceğini, millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisi’ni tekbirler ve selalar arasında açtınız. İslamlığın en büyük din olduğunu hutbelerle de ilan ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız? M. Kemal Paşa sözümü keserek: “Müzakere çok hararetlendi, burada kesiyorum” dedi.” (Kazım Karabekir Anlatıyor, s86/87/88)

Farkındayım, tarihi bu kadar detaylandırmak anlamayı epey zorlaştırmaktadır. Ancak Hazreti Bediüzzaman’ın içine düştüğü ortamın konjonktürünü anlayabilmek adına bu ayrıntılar çok önemlidir. 

Devam edelim…

Yazımızın geçtiğimiz bölümlerinden birinde Haim Nahum’dan bahis ettiğimizi hatırlayacaksınız. SebilürReşad dergisinin Eylül 1950 tarihli nüshasında çok enteresan bir haber yayınlandı. “Kazım Karabekir Paşaya yapılan bir şaka” başlıklı haberde Haim Nahum’dan bahis ediliyordu:

“Lozan sulh müzakeresi esnasında en yüksek dereceli meşhur farmason, Haham Hayim Naum İngiltere hariciye nazırıyla görüşür. Ona der ki: “Türklere karşı şiddetli hareket etmeniz size hiçbir fayda temin etmez. Eğer mülayim bir siyaset takip ederseniz, Türk halkının muzaffer liderlere karşı irtibatından istifade etmek mümkün olur.”- Nasıl, ne gibi? – “Bir kere burada İslam davasından, İslam meselelerinden vazgeçerler. Sonra Türklerin İslamî bünyesini değiştirerek onlara protestanlığı kabul ettirmek kolaylaşır.

Hayim Naum, İngiltere Hariciye Nazırını buna inandırdıktan sonra; İsmet paşayı hususi surette ziyaret eder. Ona derki: “İngiliz hariciye nazırıyla görüştüm… Eğer siz İslam davalarından, İslam riyasetinden vazgeçerseniz; İngiltere size muzaharet edecektir. Bir de Türk milletinin Protestanlığa karşı temayülünü temin hususunda Nazır Hazretleri sizden yardım bekler.” Hayim Naum’un bu sözü üzerine İsmet Paşa şaşalar. “Bu mühim bir hadisedir, bizi Hristiyanlaştırmak demektir. Ankara’ya bildirmek icap eder.” der.

Bunun üzerine Haim Naum hemen o gün yola çıkar, İstanbul’a gelir. Bir-iki saat evinde kaldıktan sonra, Ankara’ya gider. M. Kemal Paşayı ziyaret eder, meseleyi nakleder. Onun üzerine, bütün İslami meselelerin kolaylıkla bertaraf edilmesi hususunda Lozan’a talimat verilir. İngilizler çok memnun kalırlar. Muahede akd olunur ve Ankara’ya avdet edilir…”

Derginin Karabekir’e dayanarak verdiği ayrıntı hayli ilginçtir: 

“Bir müddet sonra, Çankaya’da hususî mühim bir toplantı yapılır. Bu toplantıya Kâzım Karabekir Paşa da davet olunur. Kâzım Karabekir Paşa bu toplantıya ait hatırasını aynen şöyle anlatır: 

“Bir gün Atatürk tarafından davet olundum. Orada birçok kimselerde vardı. Hayli sohbetten sonra, bana bir liste uzattılar. Bazı isimler yazılı idi. Şöyle bir göz gezdirdim. Maruf Halk partisi erkanının birçoğunun isimlerini gördüm.

– Bu nedir? dedim. 

– Biz bir Protestan teşekkülü vücuda getirdik. Artık bunu ilan etmek sırası gelmiştir. Sizi de buraya ithal ediyoruz. 

Bu sözleri işitince beynim attı. 

Bütün tüylerim ürperdi. Dehşet içinde kaldım. Deli gibi oldum. 

Yüksek sesle ve son derece şiddetle: ” Ne münasebet!..” dedim. “Bu mümkün değildir. Millet bizi parçalar. Ben buna bütün kuvvetimle karşı gelirim ve derhal harekete geçerim.”  

Bunun üzerine; Mustafa Kemal Paşa bana: “Paşa! sizinle şaka ettik!” dedi ve o iş, öylece kaldı.” (SebilürReşad, sayı139, Cilt6, s210, Kasım, 1952)

Olay tam olarak böyle mi geçmiş emin olamayız. Zira Merhum Kazım Karabekir, bu olayla ilgili olarak 18 Temmuz 1923 tarihli günlüğünde şunları yazar: 

“İstasyondaki intihap komitesine uğradım. Teşkilât-ı Esasiye müzakere olunuyormuş. İkinci müzakere. Bana haber verilmedi. Halbuki hayati bir mesele! Ben tesadüfen bulundum. Gazi riyasetinde kâtiplik Saffet ’e. Celsede bulunanlar: Dahiliye Vekili Fethi, Maliye Vekili Fehmi, Nafıa Vekili Feyzi, Sabri (sonra Ziraat Vekili), İktisat Vekili Mahmut Esat, Muavenet-i İçtimaiye Vekili Tevfik Rüştü, Matbuat Müdürü Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Topçu İhsan, Sivas Mebusu Rasim. Teşkilât-ı Esasiye ’de devletin dini İslam dinidir yazısının kaldırılması hakkında konuşuluyormuş. Evvela Tevfik Rüştü dedi: “Ben kanaatimi millet kürsüsünden dahi haykırırım. Kimseden korkmam.” Ne olduğunu anlamadığımı söyledim. Bunu takiben Mahmut Esat Bey dedi ki: Türkler İslamiyet i kabul ettiklerinden bu halde kaldılar, İslamiyet terakkiye manidir. Buna da cevap verdim. Fethi Bey söze atıldı: Evet Türkler İslamiyet i kabul ettiklerinden böyle kaldılar dedi. İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Şiddetle reddettim. Türkler İslam olmasaydı Bizans’ın esiri olurdu diye izahat verdim. Tarihi ve coğrafi vaziyetimizin amil olduğunu, eski fütuhat modasını takip etmekle de bu hale girdiğimizi, yerimizde kim olsa hemen aynı akıbete uğrayacağını, esasen bu gibi şeylerin tarihe gömüldüğünü, bugün başka bir dine veya dinsizliğe girmek imkânsızlığını ve bugün terakkiye mâni bir kafa kalmadığını izah ettim, tefrikaya ve tahakküme vasıta olmamalı. Bugün tarihi bir gün.” (Kazım Karabekir Günlükleri, s711)

Bu arada yeri gelmişken vurgulayalım “Zürafalı Köşk” bölümünde anlattığımız Kazım Karabekir’in gizli günlükleri konusu apayrı bir çalışma konusudur. Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları böyle bir günlüğün varlığını duydukları anda çok rahatsız olurlar ve bu özel notları bulabilmek adına Karabekir’in köşküne birkaç kez baskın düzenletirler. Ancak, Karabekir bu günlükleri son derece iyi bir şekilde muhafaza eder. 

Bir da kayıt dışı bir not iletelim. Bazı kaynaklar kesin bir belge ile ispatlayamadıkları için, yazılı olarak bir yerlerde çok fazla geçmez ama bu yaşanan tartışma sonrasında son derece sinirlerinin Kazım Karabekir’in silahına davranmasından sonra Gazi Paşa’nın işi şakaya vurduğu da anlatılır. 

Aradan yıllar geçer. Tarih 3 Nisan 1939…

Millî Mücadele’nin önemli isimlerinden Kâzım Karabekir, Cumhuriyet’in ilk yıllarında iktidara muhalif bir pozisyon almış ve sonrasında yaşanan gelişmeler neticesinde siyasi hayattan tasfiye edilmiştir. Atatürk’ün ölümünün ardından İsmet İnönü’nün başlattığı bazı eski muhaliflerle barış siyasası çerçevesinde tekrar siyasi hayata dönebilen Kâzım Karabekir milletvekili olduktan kısa bir süre sonra Tan gazetesine bir mülakat vermiştir.

Mülakatın ilk bölümü yayınlandığı an Türkiye’de kıyamet kopar, özellikle İsmet Paşa ve CHP çevresinde. Mülakattaki Atatürk dönemine ilişkin bazı eleştiriler dolayısıyla kimi üniversite gençleri tarafından protesto düzenlenmiş, bunun üzerine mülakatın yayımı durdurulmuştur. Buna rağmen mesele hızlı bir şekilde büyümüş, Karabekir’in beyanatı hem basında hem de CHP Parti Grubunda oldukça sert eleştirilere maruz kalmıştır.

Aslında olayın bu boyutlara gelme sebebi, biraz da Nutuk’ta geçen (Kutay’ın da belirttiği gibi, ‘hakikatin bir kısmının ifade edilmesi’dir)

Kazım Karabekir Nutuk’ta yer alan ve kendisini eleştiren bölümlere cevap niteliğindeki bazı hatıraları ve cevapları için epey sabretmiştir. Dürüst olmak gerekirse bunun için Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatını beklemiştir. Sebebi de çok basittir; zaten istenmeyen biri olduğunu bilinirken, bir de hain ilan edilme riski vardır. 

Kazım Karabekir’in böylesi bir hissiyata kapılması da gayet tabiidir aslında. 

Hakan Uzun’un 2006 yılında yayınladığı “Atatürk ve Nutuk” isimli çalışmasında kimi tarihçilerin Nutuk’u Mustafa Kemal’in yakın geçmişte yaşananlara ilişkin bir tür hesaplaşma olduğuna inandığını aktarır. (Atatürk ve Nutuk, s42) Ona göre Nutuk, aralarında Karabekir’in de bulunduğu eski önderlerin tasfiyesini haklı göstermek üzere okunmuştur. Nutuk’ta bu isimlerle ilgili 52 pasaj vardır ve bütün metin boyunca bunların rolleri küçümsenmiştir. Hakan Uzun’un Nutuk’la ilgili yapmış olduğu çalışmadaki verilere göre Kazım Karabekir, Nutuk’ta 44 defa olumsuz bağlamda ele alınmıştır. Uzun’un hazırladığı tabloda, Nutuk’ta olumsuz bağlamda ele alınan isimlerden oluşan 192 kişilik listede Kâzım Karabekir 10. sırada yer almaktadır. (s450)

1927 yılında tedirginliği korkuya dönüşen Karabekir, tasfiye edildikten sonra, öncelikle inzivaya çekilmiş, siyasetten uzak durmaya gayret etmiştir. Ancak, bir şehir efsanesine dönen gizemli günlükleri onu tehdit ve tehlike altında tutmaya hep devam etmiştir. Ali Ulvi Özdemir, çalışmasında Karabekir’in sürekli devlet takibinde olduğunu yazmıştır. (“Kâzım Karabekir’in Muhalefete Geçişi ve Bu Süreçte Devlet Tarafından İzlenmesi”, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 15, Sayı 30, Güz, 2019, s135-167.)

İsmet İnönü’ye göre, ihtilaf ve nifak şahsi meselelerden doğmuştur. Defterler’inde, Şükrü Kaya’nın son günlerde herkesi takip ettirdiğinden ve bunun özellikle eski muhaliflere eziyet verdiğinden bahseden İnönü, Atatürk’ün ölümünün ardından yapılması gereken ilk işin dâhilde emniyeti sağlamak olduğundan söz etmektedir. Eski muhaliflerin teskini, mümkünse kazanılmasını kıymetli bir adım olarak değerlendirmektedir. Bu amaçla, Celal Bayar’ı Kâzım Karabekir ve Hüseyin Cahit ile temas etmekle görevlendirmiş, partiye girmelerinin ve milletvekili yapılmalarının sağlanmasını talep etmiştir. (Defterler, s258)

Tam da bu amaç için İnönü, Atatürk’ün ölümünden sonra Karabekir’i tekrar siyasete davet etmiştir. 

Aslında 1933 yılında günlüklerini Milliyet gazetesinde yayınlama girişiminde bulunmuş ama bu girişim akim kalmıştır. 

Aslında şöyle bir iddia da vardır. Bu söyleyişi Karabekir’den bizzat İnönü istemiştir. Ülkenin bütün faydalı şeyleri Atatürk’e bağlaması İnönü’yü de rahatsız etmiştir. Açıkçası bunun doğruluğunu teyit edebilecek durumda değiliz. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilmek mümkün: Karabekir siyasete davet edilmesinin verdiği cesaret ve İnönü’nün ona tepki göstermeyeceğine olan inancıyla böylesi bir söyleşiye karar vermiştir. 

Paşaların Kavgası başlığı altına sıralayacak olan liste aslında çok uzundur. Belki de bunlardan ikincisi İnönü-Atatürk gizli çekişmesi, çatışmasıdır ancak bu kavganın bizim çalışmamızla doğrudan ilgisi yoktur. 

Nihayet açık uçların pek çoğunu bağlamış olduk, artık Bediüzzaman’ın Meclis ve Ankara günlerine tam olarak odaklanabileceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

11 YORUMLAR

  1. Harika bir çalışmaya imza attınız Nedim bey, önce tebrik eder bu tür yazılarınızı başka mevzularda da dört gözle bekliyorum.
    Bu çalışmanız günümüzde yaşanan birçok olayda da aydınlatıcı bir yaklaşım ışığı olmaktadır olaylara.
    Eminim Aziz Üstadımız ın yaşadığı iç ruhsal derinliği şuan birçok arkadaşımız yaşıyor diye kendimden varsayıyorum.
    eleştirilere bakmayınız diyeceğim, fakat insan beton değil Kalb taşıyor, bir noktada durup renciye bilirsiniz.
    Önünüze taş diken çıkmasın, geçtiğiniz yerler, çalışma ve eserleriniz güllensin.
    dualarınıza bu Semerkand lıyıda eklerseniz sevinirim.

  2. Olaylara gerçek bir aydın nasıl ele alırı gösterdiğiniz için teşekkürler. Traf tutmadan hakaret etmeden sağlam kaynaklarla… Elinizie bileğinize yüreğinize sağlık… Rabbim bu dünyad,a dinde ve ahirette iyilikler güzellikler versin… Ahirette Üstad ile olmayı hepimize nasip etsin…

  3. Atatürk-Bediüzaman ilişkisinin, nesillere çarpıtılarak anlatıldığını, bizzat RİSALE NUR eserlerini kaynak göstererek ve bir misal vererek ben de katkıda bulunmak isterim. Zira anlamın yönü 180 derece değişiyor.

    Şahdamarı Yayınlarına göre (Emirdağ sayfa, 234) BSN diyor ki, Dehşetli bir POT kırdım (!).

    Erisale.com sitesine göre (Emirdağ sayfa, 313) BSN diyor ki, Dehşetli bir PUT kırdım.

    Birincisi ise, konu, Bediüzzaman’ın konuşma üslubuyla ilgilidir.
    İkincisi ise konu, Bediüzzaman Atatürk’e güya PUT demiş oluyor.

    Nedim bey hangisi doğru, hangisi yalancı acaba? Gerçekte Said Nursi ne dedi?

  4. 6 Ekim 1950 tarihli Büyük Doğu dergisinin 29. sayısında, Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı bir makaleye göre,İngiliz Lord Gürzon’un iddiasına dayanarak, Mısır Hahambaşısı Hayim Naum üzerinden, Mustafa Kemal ile irtibat kurulmuş, Lozan’da 24 Temmuz 1923 tarihinde yeni devletin bağımsızlığının tanınması karşılığında, gizli bir anlaşma yapılarak ‘Din öldürülecektir.’ sözü alınmışmış.. (Lahikalara da girmiş bu dergi HABERİ)

    SebilürReşad dergisi, sayı139, Cilt6, s210, Kasım, 1952 göre de Atatürk, ”Biz bir Protestan teşekkülü vücuda getirdik.” demişmiş. Sonra da şaka şaka demişmiş..

    Gerçek/doğru tarihi bu dergilerden mi öğreneceğiz? Büyük Doğu ve SebilürReşad dergilerinin kaynağı nedir? Her habere atlanır mı? Sorgulamak gerekmez mi? Bir devletin cephede yapamadığını, halkı içte kutuplaştırmak için uydurduğu şeyler olamaz mı? Olay, olgu ve algı farklı şeylerdir. Olay olandır, olguya insanların yorumu karışır, algı da ise maniplasyon vardır.

    Gerçekleri ama sadece gerçekleri yazın Allah için…

        • Buna kim karar veriyor? Sahitlerin yazdiklarinin, anlattiklarinin ‘iftira, dedikodu’ diye yaftalanmadigi ne malum, bazilarinca?

          Ne kadar cok nasri, putu olan insan var! Her yerden bir bagirti kopuyor, hangi hadisenin hakikatini aralamaya calissan!

          • Şahidin olması islami/insani hukukun bir gereğidir ve şahitsiz/delilsiz hükümden bin kat haktır. ŞAHİD de yalancıysa, o da suçludur ve bunu da başka bir şahit/delil ortaya çıkarır… Sürer gider şu fani alemde..
            YA DA AHİRETE KALIR. VESSELAM

  5. Madem, MKA ile İnönü ülkeyi protestan yapacaktı. Niçin MKA vefat edince, K Karabekir ile İnönü beraber hareket etti. Demekki tutarsız bir iddia..

  6. Balıkesir de böyle bir metni beyan eden bir insana, aksini iddia etmek (dinsiz, münafık, müşrik, deccal vs), karşısında, YARIPTA KALBİNE Mİ BAKTIN ikazına muhatap olur

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin