Özgürlüğe kaçış!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Bediüzzaman’ın kaldığı otelleri anlatmak niyetiyle başladığımız bu yazı serisinde, giderek çerçeveyi genişlettik ve Hz. Bediüzzaman’ın kaldığı mekanlara mümkün mertebe yakından bakmaya çalıştık. Bu anlamda sadece otelleri değil, bindiği gemi kamaralarını, tren kompartımanlarını da siyasi ve sosyal gelişmeler eşliğinde ele almaya çabaladık. Elbette Said Nursi’nin hayatının kırılma noktası diyebileceğimiz Rusya esareti… 

Acaba Rusya’da ne tür mekanlarda kalmıştı?

Her ne kadar Nursi şahsıyla ilgili olduğu için esaret hayatından bahsederken ketum olsa da, dönemin şahitleri ve aynı dönem orada benzer kaderi yaşayanların hatıralarını okudukça tablo netleşti. 

Ve anlıyoruz ki, Nursi 2 Mart 1916’da esir düşüyor. Ve bu esaret 8 Temmuz 1918’de sona eriyor. Tarihçilerin yaptığı titiz çalışmalar neticesinde Bediüzzaman’ın esirlik hayatı 2 sene 3 ay ve 28 gün sürüyor. 

Sıradan bir esaret hayatı değildir bu. 

Tarihler ve olayları eşlediğimizde Nursi’nin esarette şöyle bir yol izlediği anlaşılıyor:

Bacağı kırılarak yaralı bir şekilde esir düşen Bediüzzaman Bitlis’te tedavi amacı ile bir müddet bırakıldıktan sonra, önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Kologriv şehri üzerinden Rusya içlerindeki Kostroma eyaletine sevk ediliyor. Ancak Kostroma esir kampına sevk edilmeden önce, Volga’nın büyük bir kolu olan Unzha (Unja) Nehri kıyısında, Kostroma eyaletine bağlı, Kostroma merkeze 337 km. Moskova’ya 675 km. mesâfede bir kasaba olan, Kologriv’de altı ay tutuluyor. 

Ancak 21. yy. hemen başlarında ortaya çıkan bazı Rus belgelerinde Said Nursi, Kostroma’dan daha önce Yaroslavl eyaletindeki Poshekhonye kampına gönderildiği ortaya çıkıyor. 

Yine tarihçilerin verdiği bilgiler ışığında çizilecek bir rotada, Bediüzzaman’ın Rusya içindeki seyahatini şöyle çizebiliriz:

Nihayetinde büyük bir sinemadan bozma binanın esir kampına çevrilmesiyle oluşturulan mekanda epey kalıyor Nursi. Burada, kendine göre bir evren kuruyor ama bir süre sonra daha büyük bir mefkure için insanlardan uzaklaşmak istiyor. 

Ruh halini Lem’alar’da şöyle anlatıyor:

“Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim, dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıtasının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı.” (9. Rica, s105) 

Ekim Devrimi’nden sonra askeri esir kamplarına Kızıl Ordu askerleri de gelmeye başlamıştı!

Kızıl Ordu ve Gönüllü Ordu arasındaki askeri çatışmanın yoğunlaşmasıyla, Kızıl Ordu’nun savaş esirlerinin sayısı sürekli artıyordu. Zaten bu bölgede Birinci Dünya Savaşı’nın savaş esirlerine katıldılar. 1 Temmuz 1918’de, Rus topraklarındaki Rus asker esirlerinin sayısı beş bindi. Altı aydan kısa bir süre sonra Aralık ayında sayıları 6.100 idi.

Önceki yazıda belirttiğimiz gibi, Harbi umumi tüm devletleri perişan etmekle birlikte pek çok monarşinin de sonunu getiriyor. Bunlardan biri de Çarlık Rusya’sıdır. Ekim Devrimi ile bolşevikler iktidarı ele geçiriyor ve iç karışıklık had safhaya ulaşınca, askeri disiplin kayboluyor. Zaten güçlükle bakılan esir askerlerin durumu tamamen işin akışına bırakılıyor ve tam bu esnada kamplardan firarlar başlıyor.

Esarette Cuma namazı…

Bununla beraber, resmi mübadele ile esir değişimleri de yapılıyor. 

Önce çok yakınında olan başka bir kaçış hikayesinden bahsedelim. Mustafa Yalçın anlatıyor: 

“Bir gece yarısı idi. Üstad bizim bulunduğumuz 15–20 kişilik bir bölmeye geldi. Bize ders yapıyordu. O arada koşarak biri geldi. Bu Konyalı Tahir dediğimiz arkadaşımdı. ‘Bu gece kaçalım’ dedi. On yedi kişi toplanıp karar verdik. Üstad bize katılmadı. O gece onu son görüşüm oldu. Bizim için duâ etti. Rus nöbetçisini boğduk. Tel örgüden sürünerek geçtik. O gece hayli yol aldık. İçimizde yol bulan zabitlerimiz vardı. Bunlardan hatırladıklarım, beş zabit vardı: Binbaşı Ethem Bey, pusula tayini işlerine baktı. Yıldızlardan ağaç yosununa kadar, her şeyden o yön buluyordu. Akıllıydı. Molla Said’den eğitim görmüştü. Bir de Kâmil Bey diye bir binbaşı vardı. Hatırlıyorum. Doğudan batıya doğru Petersburg, Doğu Almanya, Romanya ve sonunda İstanbul’a geldik. Bizi yarı yolda yakalayıp, sorguya çektiler. ‘Savaşta buralarda kaldık. Bir daha çıkamadık. Biz işçiyiz’ dedik. Onlarla hep Kâmil Bey ile Ethem Bey konuşurdu. Dillerinden anlıyorlardı. ‘Bunlar esirlerden değil, vornidir’ deyip bizi saldılar. Vorni, işçi demektir…”

Bediüzzaman’ın hangi saikle tek başına firar ettiğini anlamak bugün bile çok güç.

Ancak “Anılarla Bediüzzaman-Nurlu Hatıralar” isimli bir kitap elime geçti. Yazarları Necip Fazıl Kurt ile Nil Gülsüm Gül.. Açıkçası isimlerin ciddiyetten uzak, bir tür siyasal İslam magazinciliğinin örnekleri olarak görünen bu iki isme ne kadar güvenilir bilemiyorum.  

Bu kitapta beni epey şaşırtan ve muhtemelen sizi de şaşırtacak olan bazı bilgiler okudum. Peşinen söyleyeyim ki, yayınevini hiç tanımamakla birlikte, tarihi bir vesika ya da referans da yok kitaptaki iddialara dair. 

Ancak enteresanlığından dolayı buraya alıntılama gereği hissettim. 

Bu arada aynı ikilinin, yumurtayı diğer ucundan kırma yöntemi diyebileceğimiz bir yöntemle aynı içeriği başka bir isimle (Kader Adamı) yine yayınladıklarını görüyoruz. Enteresandır, kitaptaki bilgilerin çok büyük bir kısmı Tarihçe-yi Hayat ve merhum Badıllı’nın Mufassal Tarihçe’sinden araklanmış maalesef. 

Bu arada bahsi geçen her iki kitaptaki tek bir cümlenin bile özgün olmadığını kayda geçirmem lazım. Bir tür tüccarlık sanırım bu yöntem. 

Öte yandan bahsini edeceğim kısım kitapta kaynak olarak hiçbir referans vermiyor ama sonradan yaptığım araştırmadan Vehbi Vakkasoğlu’nun (Yine tarihi mevzularda tam olarak güvenemeyeceğimiz bir isim) Başkalarının Günahına Ağlayan Adam isimli kitabından apartma olduğu ortaya çıktı.

Bu sebeple bu iki tüccarın tornistanladığı metinlerden değil, doğrudan Vakkasoğlu’nun kitabından alıntılamak isterim. 

“Bediüzzaman, Rus esaretinden nasıl kurtuldu? Bu da pek az bildiğimiz sırlı bir olaydır. Bediüzzaman, bu türlü hatıralarını anlatmaz, hele teferruatlarına hiç girmez. Şahsî faziletini öne çıkarmamaya daima özen gösterir.

Rusların elinden nasıl kurtulduğuna dair de çok az şey anlatmıştır. Bildiğimizin hepsi, eski Van müftülerinden Ömer Efendiye anlattıkları…

Talebesi Molla Hamit’in naklettiği kadarıyla, bu sırlı olayı şöyle anlatmış:

“Rusya’da iken, bazen kimsesiz yerlerde dolaşırdım. Düşünüyordum: ‘Ben bunların arasında ölsem, beni bir Müslüman bulur mu? Beni bu Ruslar nasıl kaldırır?’

Ya Rabbi, Sen bilirsin, bana bir kapı aç.’ diye düşüne düşüne kaldığım yere geliyordum. Önünde üç-dört merkep olan Arap kıyafetli, entarili birisi, yanımdan geçerken, bana:

Esselâmü aleyküm. Seni buradan çıkarsam Türkiye’ye gider misin?’ dedi.

Ben, ‘Giderim, fakat buradan nasıl çıkacağız?’ dedim.

Çünkü etrafı Diyarbakır Kalesi gibi kapalı ve dört kapısı olan bir yerde bulunuyordum. Kapılarda da biz esirlerin resimleri bulunuyordu. Bu sebeple:

Nöbetçiler bizi tanırlar. Nasıl geçerim!’ dedim.

O şahıs:

Sen benim zıbınımı giy, merkepleri sür, ileriden git. Ben arkadan gelir, sana yetişirim.’ dedi.

Ben kendi kendime, ‘Bu adam, boş adama benzemiyor!’ dedim. Onun elbiselerini giydim ve merkepleri sürüp gittim.

Kapıdan geçtim. Nöbetçi bir şey demedi.

Dışarıya çıkınca, hatırıma ekmek geldi. ‘Ekmeksiz ne yapacağım?’ diye düşündüm. Baktım, torbada ekmek var.

O şahısla 24 saat beraber gittik. Benim ayaklarım şişmişti.

O, ‘Ben buradan ayrılıyorum, seninle gelemem. İleride Çerkezler var, onlar senin dilini bilirler.’ dedi ve benden ayrıldı.

Ben düşündüm ki: ‘Doğru yoldan gitsem, Ruslar, Ermeniler var. Onların dilini bilmem, beni geri çevirirler…’ Baktım, orada ayrıca ince bir yol var. O yolu takip edip akşama kadar gittim.

Yol, gide gide bir dağa çıktı. Ancak orada yol filân kalmadı, şaşırdım. O esnada gözüme bir inek ilişti.

Bu ineği sürersem, nasıl olsa beni insanların olduğu bir yere götürür.’ diye düşündüm ve öyle yaptım. İneği önüm sıra sürdüm.

İnek, bir mağaranın önüne geldi ve orada durdu.

Bre hayvan, sen burada niçin durursun!’ deyip düşünürken, baktım mağaradan bir yaşlı zât çıktı. Bu pir-i fâni abid, beni ismen cismen biliyordu.

Bana, ‘Hoş geldin, ehlen ve sehlen.’ dedi.

Beni, kaldığı mağaraya aldı ve dedi ki: ‘Benim ekmeğim filân yok! Kış yaz bu ineği sağar, sütünü içerim.’

Bana da süt sağıp getirdi. O güne kadar böyle lezzetli süt içmemiştim.

O gece orada kaldım.

Bana dedi ki:

Sen, Türkiye’ye gidersin. Türk kardeşlerime çok selâm et. Başlarında çok musibetler, felâketler var. Üç şeye riayet etsinler: Biri, Kur’an dersine; biri, Ezan-ı Muhammediyi yüksek sesle okumaya; biri de cemaatten ayrılmasınlar.”

Ekim Devrimi esnasında ortalık karışınca pek çok esir kampındaki Türk askerler kendi imkanlarıyla yurtlarına dönmek için harekete geçtiler!

Ne enteresan değil mi?

Size daha ilginç bir ayrıntı daha aktarayım. Vakkasoğlu da referans ve kaynak göstermediği için elbette bunları kendi işkembesinden uydurmamış. Araştırmaya devam edince ipin ucu İhsan Atasoy’un “Molla Hamid Ekinci” kitabına kadar uzanıyor. 

Atasoy’un nakline göre bunlar yaşanıyor. 

Ve bir başka olayı daha naklediyor Atasoy: 

“Bir gün teyzemlerin dükkânında oturmuş sohbet ediyorduk. Külahını masanın üzerine koymuştu. Birden elini üstüne vurarak: ‘Sen bana kaç bin liraya mal oldun?’ dedi. Ben de: ‘Senin her şeyin böyle pahalı mı olur? Bu külah olsa olsa on beş kuruşluk bir şeydir’ dedim. Bunun üzerine: ‘Ruslar benim kıyafetimi sevmezlerdi. ‘Sen bunları çıkar at, sana elbise verelim, onları giy! Sana maaş bağlayalım’ derlerdi. Ben de ‘Sizin maaşınızla kıyafetimi değiştirmem’ derdim. Üç sene kadar esarette kaldım. Bağlayacakları banknot üzerinden hesap et, kaç lira tutar? Ona göre bu külahın değerini anla’ demişti. (s52)

Aynı olayı başka bir kaynaktan nakleden de var. Molla Yasin de şöyle anlatıyor: 

“Bir gün bana esaretten kurtuluşunu anlattı. Dedi ki: ‘Çoğu esirler kaçırıldı, kimi bilmem ne oldu. Ben yalnız kaldım. Param da yok, perişanım. Kazan’da geziyorum. Baktım ihtiyar bir adam, üç tane merkebiyle karşımda duruyor. Geldi bana selam verdi. Dedi: ‘Sen Molla Said değil misin?’ ‘Evet benim, sen beni nereden tanıdın?’ ‘Sen memlekete gitmek istiyor musun?’ ‘Evet istiyorum, ama param yok, açlıktan da takatim yok!’ Düştü önüme beni götürdü, mağara gibi bir evin önüne vardık. Kapıyı vurdu. Bir adam çıktı. Kendi elbiselerini bana verdi. ‘Hayvanımı da al!’ deyip bana gideceğim tarafı gösterdi. Bir de ekmek verdi. Ben kalkıp hayvana bindim, ekmeği yiyerek vurdum yola, şehirden uzaklaştım. Akşama bir köye vardım. Baktım melek gibi insanlar. Beni üç-dört gün misafir ettiler. Sonra bana: ‘Gitmek ister misin?’ dediler. ‘Evet, isterim’ dedim. ‘Öyleyse kalk gidelim!’ dediler. Yola düştük, ama bir dağ yoluna, dağın başına çıktık. İkindi namazına yakın, bana refakat eden adam: ‘Ben daha gelemem. Buradan geriye dönmem lazım. Sen bu yolu tut, git! Fakat sol taraftaki geniş yoldan git. O yolu takip edip gidersen aşağıda önüne güzel bir çimenlik çıkar. Orada bir çadır göreceksin!’ dedi, kendisi geri döndü, gitti. Ben, tarif ettiği gibi geniş bir yoldan gittim. Neden sonra hakikaten dediği gibi düzlükte güzel bir çadır, yanında da bir inek otluyor, öyle bir yere vardım. Baktım, çadırın önünde bir ihtiyar adam postunun üzerine oturmuş, namaz kılıyor. Selam verdim: ‘Aleyküm selam Molla Said, hoş geldin!’ dedi. ‘Allah Allah, bu da benim Molla Said olduğumu biliyor’ dedim. O da beni on-on beş gün orada sakladı. On beş gün sonra o da: ‘Memleketine gitmek ister misin?’ dedi. ‘Evet, isterim’ dedim. Bana bir mektup yazıp verdi. Kendi adını ve verilecek kişinin adını da zarfın üzerine yazdı. ‘Bu yoldan git, yolun üzerinde büyük bir köye rastlayacaksın, bu adamı orada sor, mektubu kendisine ver, senin işini görsün!’ dedi. Hakikaten tarif ettiği gibi büyük bir köye vardım. Köy çok kalabalıktı. Adamı sordum, mektubu götürüp verdim. Mektubu okur okumaz beni alıp götürdü. İzzet ü ikramda bulundular. Beş-on gün de onlar misafir ettiler. Sonra o da bir mektup yazdı. Bana bir at vererek birkaç da silahlı adam yanıma kattı. Beni götürdüler. Böylece kurtulup Türkiye’ye geldim!”

Şahiner’in son Şahitler’indeki bir ayrıntı, Bediüzzaman’ın bu firarında yalnız olmadığını da ortaya koyar nitelikte bilgiler içeriyor: 

“Çorumlu olup Selanik Askerlik Şubesi’nde görev yapan Binbaşı Ali Haydar Bey anlatıyor: 

“Bediüzzaman’la beraber Volga Nehri’ni çok harika bir tarzda geçtik. Nehri geçerken ayağımız kara gömülür gibi, bazen topuğumuza, bazen dizimize kadar suya batıp çıkıyorduk. Ben çok heyecanlanıyordum. Nehri geçtikten sonra Bediüzzaman bana dönüp dedi ki: ‘Kardeşim Ali Haydar, Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya (a.s.) denizi musahhar ettiği gibi, bize de senin yüzün hürmetine Volga Nehri’ni musahhar etti.’ Böylece üzerimdeki hayret ve şaşkınlığı gidermek istiyordu. Ben: ‘Nasıl geçip kurtulduğumuzu ben biliyorum Üstad’ım, ama sizin dediğiniz olsun’ diye cevap verdim.’”

Bu aktarılanların ne kadarı gerçek ne kadarı abartı ve eklemeli bilemiyoruz elbette. 

Ama bildiğimiz bir şey var. Bediüzzaman kendi eserinde şunu yazıyor: 

“Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum.” (27. Lem’a, s372)

Maalesef kelimelerin büyüsüne kapılıp yine uzatmış olduk. Dönüş rotası ve yol cefasını bir sonraki yazıda değil, daha sonra ele alalım. Çünkü size bir esir adası ve sadece birinci değil iki dünya savaşının toplamından daha fazla insanın öldüğü pandemiden bahsetmek istiyorum. Tam filmlik. 

Düzeltme: Önceki bölümlerde Bediüzzaman’a yardımın elden geldiğini yine bazı kaynaklara dayanarak ifade etmiştik. Daha sonra gördüğüm bir belge, olayın epey farklı olduğunu ortaya koyuyor. Osmanlı arşivlerindeki belgeye göre, Tiflis’te tutulan esirlere yardım cemiyetlerinden ya da uluslararası teşkilatlardan herhangi bir yardım gelmemişti. Bölgedeki esirlerden Bitlis polis teşkilatına mensup olanlara Dâhiliye Nezareti’nce para gönderilmesi kararlaştırılmış ve ilgi yardım posta yoluyla gönderilmişti. (BOA, DH.EUM.MH., 258/80.)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. O kadar mutlu oluyorum ki bu yazılardan. Nedim Bey müthiş bir araştırma yapıyor, yanlış verdiği bilgileri bile düzeltme erdemi gösteriyor.
    Hele Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nden bile yararlanması (şimdi Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivleri oldu galiba) çok isabetli. Hele BOA, DH.EUM la başlayan Osmanlıca belgelerden bile doğrudan yararlanması her türlü takdiri hak ediyor. Anlaşılan online olarak Osmanlı Arşivleri’ne ulaşıyor ve Üstadımızla ilgili belgeleri bizzat arşivlerden tarayarak önümüze sunuyor.
    Yıllardır sadece hatıralara dayanan bilgileri Osmanlı Arşivleri’nden doğrudan araştırması muhteşem bir şey.
    Kendisini bu güzel çalışmasından dolayı bir kez daha tebrik ediyor, ilgiyle diğer yazılarını bekliyorum.
    Sevgiler

  2. BEDİÜZZAMAN ın RUS ESARETİNDEN kaçıp Türk Esaretine YAKALANMASI….

    Lazım olduğu kadar korku..
    Lazım olduğu kadar cesaret…
    Lazım olduğu kadar gayret…
    Lazım olduğu kadar sabır..
    Devamlı dua ve Allah a tam bir itimad ile sahili selamete!!!, İstanbul a vardığı anlaşılıyor..

    TC nin Ruslara karşı savaşan Kürtleri mükafatlandırma şeklini, Bediüzzaman ın şahsında görmek mümkün…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin