Bir gün rahmetli Rasim Ağabeyle şiir üzerine tartışıyorduk:
“Şiir tarif etmez, telkin eder!” dedi. Ben de Peyâmi Safa gibi, “Şiir ne îzah, ne tasvir, ne de telkin eder. Yalnız imâ eder.” dedim. Epey gürültüden sonra konu geldi “Hicivde sövgünün yeri var mı?” sorusuna dayandı… Bu konuda ikimiz de aynı görüşe sahiptik. “Hiciv, muhatabının bile dinlediği zaman tebessüm edeceği, içinde zekâ pırıltıları olan lâtif ifadelerden oluşmalı…”
Nef’i ile Şeyhülislâm Yahya Efendi arasında geçen atışma malumunuzdur:
Nef’i’yi sıkıştırıp yeni şiirler üretmesini sağlamak için bir dörtlük gönderir Yahya Efendi; lâkin dörtlükte ‘Cahiliye Dönemi’nin ulaşılmaz şairi İmrü’l-Kays’a benzeterek güya şairliğini yüceltirken, aynı zamanda, haşa, kâfir de demiş oluyordu:
Şimdi hayli sühanverân içre,
Nef’i mâ’nendi var mı bir şair?
Sözleri Seba’-i Mu’allakadır,
İmrü’l-Kays kendidür kâfir.
Muhatap Nef’i olunca cevap da ona göre oluyor:
Bize kâfir demiş Müftî Efendi,
Tutalım ben ana diyem Müselmân.
Varıldıkta yarın rûz-ı cezaya,
İkimiz de çıkaruz anda yalan.
Şair Eşref’in, Neyzen Tevfik’in şiirleri matbaada basılırken, kitabın o beyaz sayfaları edepten kıpkırmızı kesilirmiş, ama bir yandan da tebessüm etmekten geri durmazlarmış…
Bakın, Eşref, dönemin yöneticilerinden hırsızlığıyla meşhur birini saz meclisinde nasıl ırgalamış:
Geldi çöktü meclise vali gibi,
Bârek-Allah çaldı emsali gibi.
Gerçi her telden çalar amma,
Daire öz ceddini malı gibi…
Burada “daire” kelimesiyle o anda saz meclisindeki “tef” benzeri bir ritim sazı söylerken aslında devlet dairesini kastederek “çalmak” fiiliyle müthiş bir tevriye yapmış.
Hiciv Edebiyatımızda bu tür gerçek hicivlerin binlerce örneği vardır. Buna mukabil sokak ağzıyla, içinde hiçbir sanat barındırmayan kaba küfürlerle yazılmış-söylenmiş şiir zannedilen örneklerin sayısı da hiç az değildir. “Hezeliyat” tabir edilen bu tür denemeler içinde kayda değer bir şey bulamadım ben…
Bir hatıramı paylaşmak isterim:
Rahmetli Mehmet Ali Birand, akşam ana haberleri sunarken, en son insanların yüzüne bir tebessüm kondurmak adına çok izlenen kısa videolardan seyrettirirdi. Bazen bir kedinin sevimli, yaramaz halleri, bazen komik bir şaka gibi… Bir gün, videonun kahramanı, iki yaşlarında, çok hareketli, tavanda ayak izleri olan ama alıp bağrınıza basacağınız, ısırarak seveceğiniz türden bir çocuk… Video biterken Mehmet Ali Bey gülerek ve muhabbetle, “Vay p… kurusu vay!” demesin mi? Ertesi gün gazetelerde manşet: “Seksen milyonun karşısında canlı yayında bir bebeğe küfretti!” Akşam ana haberlerde üzgün ve mahcup, “Yahu kardeşim ben o ifadeyi – Ne şeker çocuk- manasında takdir makamında kullandım.” Deyince ben, fakire bir koz vermiş oldu. O zaman bir gazetede günlük dörtlükler yazıyordum:
“P.. kurusu deyince sakın ola kızmayın,
‘Şeker şey’ manasında bir tür ihtiramdır o…
Lüzumsuz tenkitlerle fukarayı üzmeyin,
Bir anlayabilseniz ne ‘şeker adam’dır O!”
Bir sonraki gün tanımadığım bir numaradan arandım. Telefonumu açtığımda duyduğum kahkahayı çok iyi tanıyordum:
“Yahu Bekir Bey ne kadar güzel benzetmişsin beni… Hay ağzına sağlık!”
Allah rahmet etsin…
Gene bir gün Rasim Ağabeyle şiir konuştuğumuz bir demde, yeni şiir yazmaya başlamış bir dostumuz bize “Atatürk” şiirini okudu:
“Atatürk orduları dağlardan, derelerden atlattı,
Düşmanların kaşlarını, gözlerini patlattı…”
Rasim Ağabey;
“Yahu Atatürk Tophane berduşu mu ki, kaş göz patlatıyor!” deyip fena bozmuştu garibimi…
Şimdi, Ozan Arif’in “Şerefsiz” şiiri de trollerin küfürlerini hatırlattı bana… Şu farkla ki, vezinli ve kafiyeli… Aslında şairin fevkalâde güzel buluşları ve çok kaliteli şiirleri var. Bu tür kaba sövgülere ihtiyacı yok… Hem zaten “şerefsiz” kelimesi de şiirin muhatabını anlatmaya asla kifâyet etmiyor…