YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Geçtiğimiz 23 Kasım Pazartesi günü, çalıştığım Memorial Üniversitesi’nin rektörü Dr. Vianne Timmons ile buluşma şansım oldu. 2015’te Kanada’ya geldiğimden beri aralıksız yaklaşık 5,5 yıldır çalıştığım üniversitenin en üst yöneticisiyle buluşmak ve onunla yok edilen Türkiye akademisini konuşmak, bu çerçevede benim ve ailemin yaşadığı ciddi hak ihlallerini anlatma fırsatı bulmak, sanırım hayatım boyunca hiç unutmayacağım bir deneyimdi.
Kolay değil; 2006’da Türkiye akademisine katkıda bulunmak için Almanya’dan Türkiye’ye ailece gitme kararı aldığımızda, bugünleri tahmin bile edemezdim. Yükselen Türkiye üniversiteleri ve gelecek vaat eden öğrencilerden, sansür ve oto sansürle susturulan ve ideolojikleşen rejim propaganda enstrümanlarına, kısa ve hızlı bir yolculuk oldu. Ve bu yolculuğun hem kişisel, hem de ailemin yaşamıyla ilgili inanılmaz etkileri oldu. Bunları akademinin dünyada en özgür olduğu ülkelerden birinin, hem de bugün benim ders verdiğim bir üniversitenin rektörüyle konuşuyor olmak, elbette acı vericiydi.
Demokrasi ile akademik özgürlükler arasındaki korelasyonun en somut ortaya döküldüğü örneklerden biri bugün Türkiye. Demokrasinin neden salt seçimler demek olmadığı, en çok akademik özgürlükler ve üretim dikkate alınınca ortaya çıkıyor. Düşünce ve düşünceyi ifade etme özgürlüğünün olmadığı, iktidarların eleştirilemediği, ideoloji ve doktrinlerin batağına sağlanmış, eleştirel düşünce yerine ezberletilen sloganların ders programlarına eklemlendiği ortamlarda bilim yapılamaz. Yani demek istediğim, demokrasinin temeli olan hukuk devleti, gücü sınırlandırılmış hükümet, denetlenebilirlik, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi demokratik standart ve koşulların, gerçek bilimsel araştırma, üretim ve eğitim için de vazgeçilmez olduğu.
Akademi ve eleştirel düşünce, otoriterleşmenin ve popülist iktidarların birincil hedefidir. Çünkü bu tür iktidarlar, en çok gerçeklere karşıdır. Toplumun hipnotize edilmesi projesinde kendilerine tehdit olarak algıladıkları birincil kurum üniversitelerdir. Olaylara ve olgulara eleştirel yaklaşılmasını ve özgür düşünceyi metodolojik temel olarak benimseyen ve bunu öğrencilere ve yeni yetişen bilim insanlarına öğreten üniversiteler, bu nedenle tıpkı özgür medya ve bağımsız yargı gibi, hedef oluyor. Türkiye’de bunu yaşadık. Üniversiteleri susturdular. Tıpkı özgür medyayı ve bağımsız felce uğrattıkları gibi!
Ben 15 Temmuz 2016 kontrollü darbe kalkışmasından kısa süre önce, Barış Akademisyenleri Bildirisi’ne imza vererek, rejimin hedefi oldum. Çünkü Kürtlerin yerleşim birimlerine ağır silahlarla saldıran ve anayasal sınırlarının dışına çıkan bir hükümetin eleştirilmesi kadar doğal bir şey olmayacağını düşünüyordum. Anayasa ve yasaların bana bir vatandaş olarak verdiği “eleştiri özgürlüğü” hakkımı kullandım. Akademisyen olarak, tanıklık ettiğim tarihsel döneme “not düşmek” ve yapılanların yanlış olduğunu gelecek kuşaklara aktarmak için, inisiyatif aldım.
Bunu yaptığımda, yaklaşık yarım senedir Kanada’da, Memorial Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yapmaktaydım. Devletin kirli işlerinde kullandığı organize suç örgütü liderlerinin “kanlarımızda duş almakla” tehdit ettiği, en üst düzey siyasi karar alıcıların hain ilan ederek hedef gösterdiği bir akademisyendim artık. Ne daha önce 10 yıl hocalık yapmış olmam, ne dekanlık, senato üyeliği ve bölüm başkanlığı gibi üst düzey idari görevlerim, ne Kanada’ya devlet tarafından resmi olarak gönderilmiş olmam, yoldan çıkmış bir iktidarın beni hain ilan etmesine engel olabildi. Böylece öğretim üyesi ve profesör olduğum Türk-Alman Üniversitesi hakkımda soruşturma başlattı.
Ben artık bir şeyler yapmak gerektiğini anlamıştım. 2013’te başlayan otoriterleşmenin, sivil Kürtleri bombalamaya başlayan, gazete ve televizyon kanallarına polis baskınlarıyla el koyan bir devletin normal olmadığı açıktı. Türkiye korkunç bir uçuruma yuvarlanıyordu. Artık pozisyon almam gerekiyordu. Yoksa ileride çocuklarıma neden bu zulümlere sessiz kaldığımı nasıl anlatacaktım? Böylece Yarına Bakış gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladım.
Belki çok naif gelecek, ama hala bu dönemin geçici bir buhran olduğunu, demokrasi ve insan hakları yöneliminin geri döneceğini düşünüyordum. Yanılmışım! Bu yanılgıyı o günlerde göremedim. Bugün, aradan geçen yaklaşık 5 yıldan sonra, kendimi bu öngörüsüzlüğümden dolayı suçluyorum. 2015 ilkbaharında Kadıköy’de toplu taşımayla yolculuk yaparken, bir anda polisle göstericiler arasında kalan dolmuşun içinde biber gazına maruz kalınca, bir-iki yıl Türkiye’den uzak kalmanın iyi olacağını düşünmüştüm. Bu, aynı yılın yazında Kanada’ya görevlendirme başvurusu yapıp araştırma yapmak için bir yıllığına Memorial Üniversitesi’ne gelmemizde çok belirleyici bir rol oynamıştı. En azından fırtınaya Türkiye dışında yakalandık. Fakat bu, benim kadar şanslı olmayan binlerce meslektaşım için geçerli değildi ve ben onların üzüntüsünü bugünlere kadar kesintisiz hissedecektim.
Dr. Timmons ile bunları konuşmak, bana da ona da oldukça duygusal anlar yaşattı.
2015 yazında, kontrollü darbe kalkışması sonrası, ailece pasaportlarımızın iptal edildiğini öğrendik. Ben kendi pasaportumun iptalini anlamıştım da, eşimin ve küçük yaşta iki çocuğumun pasaportlarının nasıl, hangi gerekçelerle iptal edildiğini kavrayamamıştım. Zamanla, bu rejimin kendi anayasa ve yasalarıyla bağını kopardığını çok daha dramatik olaylarla anlayacaktım. Hapishanelerde ölen tutuklular, Türkiye’den yaşarken yolda, Meriç Nehri’nde veya Ege Denizi’nde can veren masum bebekler ve çocuklar, işkenceler, zulümler ve gözyaşları, hemen her gün kâbusumuz oldu, olmaya da devam ediyor.
Bunların ideolojisi, dini, siyaseti falan olmaz; yaşananlar bir zulümdür ve herkes bu zulme karşı çıkmalıdır. Doğrusu ben bu zulme direnmek için bugüne kadar elimden gelen her şeyi yaptım.
Dr. Timmons ile konuşurken tüm bu olayları hatırladım, adeta yeniden yaşadım. Şunu anlıyorum ki, akademiyi ve akademisyenleri susturmak, bir defalık bir sonuç değil, aksine süreklilik arz eden bir despotizm. İşinden atılan, hain ve terörist olarak damgalanan, hırpalanan ve toplumdan dışlanan akademisyenler, yaşadıkları her bir günde, aynı zulmü bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha yaşıyorlar! Rejim bir kez daha, bir kez daha, sonra yeniden, kazanıyor, kazanıyor! Platformunu yitiren, sesi kısılan, maddi varoluş koşulları elinden alınan akademisyenler, Türkiye dışında olsalar da rejim tarafından susturulmuş oluyorlar. Akademi ve eleştirel düşünce düşmanı rejimler böylece yerlerini daha da sağlamlaştırıyorlar. Akademisyenlerin durumu medyadaki gazeteci dostların durumundan çok daha dramatik, çünkü bugün çeşitli yollarla internet üzerinden, kısıtlı ve zor da olsa özgür gazetecilik faaliyetleri devam ediyor. Fakat etrafa savrulmuş durumda olan akademisyenler, mesleklerini yapma şansına sahip değiller!
Sanırım birinin “dünyanın tüm akademisyenleri, birleşin” demesi, bir dayanışma ağının, bir küresel akademik platformun hayata geçirilmesi gerekli. Dünya üniversitelerinin, Türkiye gibi akademiyi yok eden, akademisyenleri takibata uğratan ve onlara zulmeden ülkelerle, onların yandaş üniversiteleriyle ilişkileri dondurmasından başka seçenek yok. “İletişimi kesmeyelim, yoksa o ülkeleri kaybederiz!” stratejisi işe yaramıyor. ERASMUS gibi platformların ya da ikili işbirliklerinin iptali tek çözüm. Scholars at Risk gibi, Scholar Rescue Fund gibi kurumların deneyimlerinden yararlanarak çok daha kapsayıcı ve güçlü ağların kurulması lazım.
Dünya üniversitelerinin ve akademiyasının, zulme uğrayıp ülkesinden kaçmak durumunda kalan meslektaşlarına sahip çıkmaları gerekiyor. Otoriter rejimler yükselişte. Dünyanın tüm akademisyenleri, bu süreçte bir olmalı, daha etkili olmalı. Otoriter rejimlerin akademi ve eleştirel düşünce düşmanlığına karşı, akademinin bir ortak ve güçlü yanıtı olmalı! Dr. Timmons ile olan buluşmam beni bu konuda umutlandırdı.