KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
Yahudi Raşel filmin sonunda valizini alıp doğduğu şehirden, gezdiği sokaklardan, caddelerden, ağaçlardan, kokusunu duyduğu denizden, martılardan, kumrulardan, sokak kedilerinden her şeyden göç ediyor.
Bir şehirden göçmek zorunda kalmak ne büyük bir acıdır. Atalarının yaşadığı, sokaklarında izler bıraktığı, babanın âşık olduğu, dedenin, ninenin, büyük büyük babanın sokaklarını arşınladığı kenti ardında bırakıp, bir bilinmeze yelken açıyorsun.
Hayko Bağdat’ın dediği gibi senin inancının bir parçası olmasa da ezanı özlüyorsun, çan seslerini, müezzinin sesini özlüyorsun. Doğduğundan beri aşina olduğun şehrin tıngırtısını, ritmini, müziğini bir daha duymamak üzere terk ediyorsun.
Çocukların senin beslendiğin havuzdan beslenemeyecek, ne acı… Herkesin şehrini senden alıyorlar.
Netflix’te yayına giren “Kulüp” dizisi Türkiye için önemli bir döneme ışık tutuyor. 1950’lerde geçen film Osmanlı Devletinden sonrasının artçı depremlerini anlamamıza, en azından yeniden hatırlamamıza vesile olacak bir film. Bir milletler koalisyonu olan Osman Devletinin yıkılmasından sonra “Türk milleti” temelinde kurulan devletin ve ülkenin Türkleştirilmesi sancılarına kapı aralıyor.
Bir filme çok fazla anlam yüklemek, son derece karmaşık bir konuyu birkaç dizilik senaryoyla çözümlediğini söylemek elbette mümkün değil ama en azından konunun kapağını bir kere daha açıyor.
Film Yahudi Matilda üzerinden, 40’lı-50’li yıllar İstanbul’unda azınlık olmayı, sosyal değişimi, Osmanlı sonrası değişen devlet-vatandaş ilişkilerini anlatıyor.
Filmle ilgili görüşlerini Twitter’dan attığı mesajlarla paylaşan Türkiyeli Yahudi Gabi Behiri diziyi çok beğendiğini söylüyor. “Türkiye’de doğup büyümüş bir Sefarad Yahudisi olarak dizi hakkında iki kelam etmek isterim. Eminim Türkiye’de Kulüp’ü izleyen bir çok kişi, Türkiye Yahudi Cemaatinden diziyi izleyenler kadar, bu diziden etkilenmemiştir. Türk TV tarihinde ilk defa bir dizide kendimi, ama daha çok grampapamı, gramamamı, tantimi, onklimi gerçeğe en yakın haliyle gördüm. Bazı detaylar diziye o kadar incelikle koyulmuş ki (cemaatten danışmanlık yapanlar sayesinde) şaşkınlıkla aynı sahneleri tekrar ve tekrar izledim.”
Filmin bana en acı gelen sahnesi ise son karede Matilda’nın kızı Raşel’in İstanbul’u terk edip İsrail’e göç etmesi oldu. Çünkü artık o medeniyetler beşiği İstanbul farklı olanın yaşayamayacağı bir hale gelmiştir.
Son yüzyıla kadar doğu ile batıyı ayıran önemli farklardan birisi Avrupa’nın inanç ve kimlik homojenliği, Doğu’nun karışıklığıydı. Avrupa’da 19. yüzyıla kadar Hristiyan olmayan hiçbir ırkın yaşamasına müsaade edilmedi. Ya din değiştirmeye zorlandı, ya sürüldü ya da kılıçtan geçirildi. Yahudiler de yüzyıllarca duvarlar arasında ve gettolarda yaşamaya mahkum edildi. En sonunda da büyük bir soykırıma maruz bırakıldı.
Avrupa’da Hristiyan olmayan yerli halklarının yaşadığı coğrafyanın tamamı, Osmanlı Devletinin hüküm sürdüğü bölgelerdeydi.
Batıda durum böyleyken Avrupa’nın doğusunda Osmanlı’nın yıkıldığı tarihe kadar, inanç kültür ve kimlik olarak karmakarışıktı.
1920-24 yılları arasında Kudüs’teki İngiliz Sömürge Vali Yardımcılığı görevinde bulunan Harry Charles Luke, Nesnel Yayınları tarafından Türkçe yayınlanan “Musul ve Azınlıklar” kitabında o dönemin fotoğrafını şöyle çekiyor: “Devasa Musul Ovasını baştan başa gezerseniz aynı ırktan, aynı dili konuşan ve aynı Tanrı’ya inanan insanların oturduğu yan yana iki köy bulmamızın mümkün değildir.”
Bu farklılıklar harmonisinden İstanbul da fazlasıyla nasibini almıştı. Bütün etnik ve dini yapılar kendi kimlikleriyle varlıklarını sürdürüyorlardı.
Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra bile 1939 yılında yapılan bir anadili sayımında bu farklılıklarını görmek mümkün. Bu sayımda 740 bin nüfuslu İstanbul’un 560 bin kişi anadil olarak Türkçe’yi söylemişti. Aynı sayımda 74 bin kişi anadil olarak Rumca, 39 bin kişi Ermenice, 26 bin kişi de İbranice konuştuğunu söylemişti. Bu dillerden sonra anadil olarak en çok konuşulan dil gariptir İspanyolca. Fransızca ve Almanca da anadil olarak bir hayli konuşulan diller olarak görüyoruz. Bununla birlikte Arapça, Kürtçe, Kıptice Bulgarca, Boşnakça. Çerkezce, Gürcüce, İtalyanca, Lazca, Lehçe, Macarca, Rumence, Rusça, Sırpça, Tatarca gibi dillerini ana dil olarak kullanan insanlar İstanbul içinde beraberce yaşıyorlar.
Bu tarihten sonra gayrimüslimler, farklı olanlar, ötekiler sistemli bir şekilde göçe zorlanıp Türkiye’de yaşayamaz hale getirildiler. Ya da kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar.
İnsanların atalarının yaşadığı topraklardan göç etmeye zorlanması, çocukluğunun geçtiği sokakların onlara haram edilmesi faşizmin en çirkin hallerinden biridir.
Ve kente yapılmış en büyük suçtur.