YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı padişahı Kanuni, Fransa Kralı’na gönderdiği mektupta kendisini, “Sultanların sultanı, kralların kralı, dünya prenslerine taçlarını dağıtan, dünyada Tanrının gölgesi, alev saçan ve muzaffer kılıçlarına boyun eğmiş nice ülkelerin imparatoru” gibi gösterişli ifadelerle tanımlamış, Fransa kralına ise “sen ki Fransa krallığının kralı Fransuva’sın (François)” demişti.
Yüzyıllar sonra o günleri özlemle anan Mehmet Akif de şöyle diyordu:
“Donanma, ordu yürürken muzafferken ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri”
Osmanlı’nın görkemli devirlerinde yabancı ülkelerin elçilerine yaptığı muamele, daha doğrusu teşrifat kuralları gerçekten “at üzengisi” öptürmeye benzer uygulamalardı.
Bu dönemde Batı dünyası küçümsenmekte ve Avrupalı devletler, İstanbul’da elçi bulundurmasına rağmen Osmanlı Devleti sadece zorunlu hallerde elçi göndermekteydi. Ancak savaşlarda yaşanılan mağlubiyetler sonrasında devletin güç kaybetmekte olduğu anlaşılınca “Frengistan” denilen Batı’yla ilgili yaklaşımlar büyük bir değişikliğe uğradı.
YABANCI ELÇİLER
Osmanlıların Avrupa’daki ilerleyişiyle beraber Batılı devletler Osmanlılara elçi gönderme ihtiyacı hissettiler. İstanbul’un fethinden sonra da “sürekli elçilikler” oluşturdular. Venedik’le başlayan bu süreç Fransa, İngiltere, Hollanda ve Rusya ile devam etti.
Elçiler Osmanlı topraklarına girdiği andan itibaren Osmanlı Devleti’nin misafiri kabul edilir, kendisinin ve maiyetinin ihtiyaçları karşılanırdı. İstanbul’a geldiklerinde öncelikle Sadrazam’ın huzuruna çıkarılırlar, bazı elçilerin ulaşabileceği son makam burası olurdu. Ayrıca elçilere yapılan muamele, Müslüman devletlerden olmasına, dost veya düşman devlet olmasına göre değişirdi.
Padişahla görüşme uygun görülürse elçilik heyeti saraya getirilir ve devletin ihtişamını yansıtacak gösterilerle karşılanırdı. Devletin zenginliğinin vurgulanması için Mısır gibi zengin eyaletlerden gönderilen vergilerin bu ana denk getirilmesi, elçileri dehşete düşürmek için mızraklarında kesik kafalar taşıyan esirlerin ve zincire vurulmuş aslanların dolaştırılması gibi etkinlikler sergilenirdi.
Sultanın huzuruna çıkacak elçiler önce Sadrazam’ın eteğini öperler sonra da Müslüman elçiler mindere, Hıristiyan elçilerse iskemleye oturtulurdu. Elçilerin kabul edileceği Arz Odası devletin zenginliğini yansıtacak şekilde değerli halı, mücevher ve kumaşlarla süslenir, padişah da değerli taşlarla süslenmiş bir elbise giyerdi.
Elçi, padişahın huzuruna kollarına girmiş olan iki kapıcıbaşı tarafından adeta ayakları yerden kesilmiş bir şekilde getirilip etek öptürüldükten sonra tekrar geri geri Arz Odası’nın bir köşesine doğru götürülürdü. Bazı kaynaklara göre Hıristiyan elçilerin yeri öpmeleri de gerekliydi.
Elçi bundan sonra itimatnamesini sunar ve meramını ifade ederdi. Gerek bu konuşmalar gerekse tercüme esnasında, padişah, kesinlikle elçinin yüzüne bakmaz, böylece padişahın erişilmezliği vurgulanırdı. Merasim yine iki kapıcıbaşının elçinin iki koluna girerek dışarı çıkarmasıyla sona ererdi. Devletin zayıflamasının sonucu olarak elçileri aşağılayan bu tür uygulamalar sonradan büyük bir değişim geçirecektir.
Eğer elçinin geldiği ülke ile bir savaş durumu olursa, elçi kendi ikametgahında veya Yedikule Zindanları’nda gözetim altında tutulurdu. İslam hukukunda elçilere can, mal ve namus güvenliği öngörülmesine ve işkencenin yasaklanmasına rağmen “casus” olarak değerlendirilen elçiler hapsedilmekteydi. “Elçiye zeval olmaz” denilse de örneğin Fransız elçi Jean de La Haye de Vantelet’in hakarete uğradığı hatta oğlunun dövüldüğü görülmektedir.
SEFİRLER VE SEFARETNAMELER
18. yüzyıla gelindiğinde şartlar Osmanlı aleyhine büyük bir değişikliğe uğramış, artık Osmanlı padişah ve devlet adamları Avrupa’nın cephelerdeki galibiyetinin nedenlerini öğrenme ihtiyacı duymuşlardı. Avrupa’yı yakından tanıma amacıyla Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Fransa’ya gönderilmiş ve böylece yeni bir gelenek başlamıştı. Bu gelişmeler III. Selim devrinde “daimî elçiliklerin” kurulmasına öncülük etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa başkentlerinde yüzyıllar boyunca daimî elçilik kurmama nedeni olarak Osmanlıların bu devletleri tanımak istememeleri ve Avrupa’nın “Dârülharp” olması gibi nedenler ileri sürülmüştür. Bir başka görüş ise Osmanlı Devleti’nin kendisini hiçbir devletle eşit görmemesidir.
Buna karşılık Osmanlı padişahlarının tahta çıkışlarını bildirmek, zaferleri duyurmak, Avrupa krallarının taç giymelerini tebrik etmek, barış şartlarını görüşmek gibi nedenlerle geçici görevle elçiler gönderilirdi. “Çavuş” denilen ve bazı hediyelerle gönderilen bu elçilerin maiyeti de çok kalabalık olmazdı.
Osmanlı Devleti’nin gönderdiği elçiler, dönüşte padişaha takdim etmek amacıyla “sefaretname” denilen raporlar hazırlamışlar böylece divan edebiyatında böyle bir tür oluşmuştur. Sefaretnamelerin başında Allah’a hamd, peygambere sena, padişaha dua, kimlik ve görev tanımı yer alırdı. Sonra da elçi, yolculuğun başından sonuna kadar gördüklerini edebi bir üslupla ve bir nevi hatırat olarak anlatırdı.
Sefaretnamelerde seyahat esnasında yaşanılan olaylar, görülen şehir ve topluluklarla çeşitli mekanlara yer verilmekteydi. Osmanlıların gözündeki Avrupa algısını yansıtması yönüyle büyük bir önem taşıyan sefaretnamelerin en büyük eksikliği, yapılan resmi görüşmelere dair bilgilerin yer almamasıdır. Yine de Osmanlı arşivlerindeki kayıtlardan bazı elçilerin resmi görüşmeleri ayrı raporlar şeklinde takdim ettikleri tespit edilmiştir.
Elçilik heyetleri devletin zayıflamasıyla birlikte daha da görkemli hale gelmişti. Avusturya’nın başkenti Viyana’ya gönderilen heyetin mevcudu 1609’da 150 iken 1675’de 300’e, 1700’de 659’a çıkmıştır. 1739’da 922 kişilik maiyetiyle Viyana’ya gelen Canibi Ali Paşa yanında 900 at, 170 katır ve 135 deve getirmişti. Bu heyetler Avrupa’da büyük bir ilgi odağı olmuş, geçtikleri yerler adeta bir karnaval havası yaşamıştı.
YİRMİSEKİZ ÇELEBİ MEHMET EFENDİ
Osmanlı Devleti gibi elçi göndermeyen devletlerden birisi de Çin’di. Çin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “Barbarları gemlemek için” iyi diyaloglar kurmayı bir siyasete dönüştürmüştü. Osmanlılar da “kefereye güleryüz göstererek” kayıplarını azaltmaya çalıştılar. Osmanlı Devleti’nin amacı artık Avrupa başkentlerine elçi göndererek Batı’da yaşanan gelişmeleri öğrenmekti.
Sefaretnameler içinde Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa seyahatini anlattığı Paris Sefaretnamesi önemli bir yere sahiptir. Bu eserde Osmanlıların Avrupa’ya karşı yaklaşımlarının nasıl bir değişime uğradığı açık bir şekilde görülmektedir. Eserin bir başka özelliği de içeriğinde yer alan bazı hususların Lale Devri’nde (1718-1730) hemen uygulamaya konulmuş olmasıdır.
Mehmet Efendi’nin yolculuğu 7 Ekim 1720’de İstanbul’dan başlamış ve heyet uzun bir yolculuk sonrasında 21 Kasım 1720’de Toulon’a varmıştır. Heyetin ilk tecrübesi, bölgede görülen veba nedeniyle “karantina” olmuş ve bu nedenle kırk gün süreyle karantinada kalmışlardır.
Heyet, gemiyle yolculuk yaptıkları Akdeniz’le Atlas Okyanusu’nu birbirine bağlayan kanallara çok şaşırmıştı. Paris’e ancak mart ayında ulaşılabilmiş, burada bir sarayda misafir edilen heyet daha sonra on iki yaşına yeni basmış bir çocuk olan Fransa Kralı XV. Louis tarafından kabul edilmiştir.
Sefaretnameye göre Paris’te evler dört beş katlı olup sokaklar geniş ve yollar parkedir. Tahmin edileceği gibi heyettekiler, Kraliyet sarayı olan Versailles ve gördükleri diğer saraylardan çok etkilenmiş ve “eşi başka bir yerde olmayan Versailles” sefaretnamede geniş bir şekilde tasvir edilmiştir.
Ayrıca gezilen park, bahçe, sera, havuz ve fabrikalara ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Sefaretnameye göre “Paris, diğer Hıristiyan şehirlerin en gözde ve en güzelidir”. Mehmet Efendi bu gözlemleri sonrasında şu meşhur hadisi yazar: لدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ (Dünya müminlerin zindanı, kâfirlerin cennetidir).
Elçilik heyeti Paris’te “acayip sanatların gösterildiği” operaya da gitmiş ve heyettekiler seyrettikleri “şarkılı oyundan” çok etkilenmişlerdir. Mehmet Efendi’ye göre, Fransa halkının çocuğundan büyüğüne köylüsünden şehirlisine hepsi okuma yazma bilmekte ve pozitif bilimleri öğrenme konusunda büyük bir hevesle hareket etmektedirler. Ona göre Fransa’da dünyada ne kadar bilim varsa bunların tamamını öğreten okullar vardır.
Sefaretnameye göre Fransa on küçük, otuz büyük eyalet şeklinde yönetilmekte, her eyaletin başında “paşa” bulunmakta, şehirleri beyler yönetmekte, kral, bu kişilerin mallarını hiçbir şekilde “müsadere” edememektedir.
Heyetin en büyük şaşkınlıklarından birisi kadınların serbest hareketleri olmuş, onların erkekler gibi ata binip silah kullanmaları, bizdeki gibi “kaç-göç olmadığından” erkek-kadın karışık bulunmaları, kadınların her yere gidebilmeleri, kendi başlarına alışveriş yapabilmeleri ve erkeklerin kadınlara çok değer vermeleri tuhaf karşılanmıştır.
Sonuç olarak bu gözlemler, Tanpınar’ın ifadesiyle “Evliya Çelebi’nin Viyana’yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hatıraları arasından ve bir serhad mücahidinin mağrur gözüyle” Batı’nın değerlendirilmesi anlayışının artık geride kaldığını göstermektedir.
KAŞANE-VİRANE
Mehmet Efendi’nin sefaretnamesinde yer verdiği bu hususların bir kısmı devrin padişahı III. Ahmet’i etkilemiş ve dönemin Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın önderliğinde, Lale Devri’nde uygulamaya konulmuştur.
Bu dönemin özelliği; Batı örneğinin parklarda, bahçelerde, köşklerde ve saraylarda “Frenk modası” olarak uygulanmaya başlanmasıdır. Hatta III. Ahmet Versailles’ı örnek alan bir saray inşa ettirmeyi planlamıştır. Bunların yanında ilk Türk matbaasının bu seyahatin sonucunda kurulması artık “Frengistan’ın örnek bir diyar” haline gelmeye başladığının en önemli göstergesidir.
Bundan sonraki sefaretnamelerde devleti yenileme ihtiyacı vurgulanacak, Osmanlılara cephede bozgunlar yaşatan Avrupa “rol model” olarak öne çıkarılacaktır. İlginç olan diğer nokta ise Osmanlı ilerleyişi sırasında Avrupa’daki “Osmanlıları, Avrupa’nın başına günahlarından dolayı Tanrı’nın musallat ettiği” düşüncesine benzer şekilde Osmanlıların da yaşanan mağlubiyetleri “Allah’ın kendilerini cezalandırdığı” şeklinde yorumlamalarıdır.
Bir zamanlar Avrupalıları küçümseyen Osmanlılar, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’de olduğu gibi Avrupa’da gördükleri ihtişamı “dünyanın, kâfirin cenneti olduğu” şeklinde tevil edecekler, bu gözlem ve tespitler bir süre sonra Batı’ya ait yaklaşımın tamamen değişmesine zemin hazırlayacak ve Batı’nın her alanda örnek alınmasıyla sonuçlanacaktır. Bu temel yaklaşım değişikliğini Ziya Paşa şöyle ifade edecektir.
“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm”
***
Kaynaklar: F. R. Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri”, Ankara, TTK, 1968; M. Can, Karşılıklı Diplomasi Öncesi Osmanlı Elçi Kabulleriyle Roma ve Bizans Elçi Kabulleri Hakkında Bir Değerlendirme, 2. International Conference On Studies In Turkology Proceedings Book, Konya, Palet, 2017; D. Alikılıç, İmparatorluğun Seremonisi, İstanbul, Tarih Düşünce, 2004; H. Tuncer, “Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Seyahatnamesi”, Belleten, 1987, C. LI, S. 199, K. Beydilli, “Sefaret ve Sefaretname Hakkında Yeni Bir Değerlendirme”, Osmanlı Araştırmaları, İstanbul, S. XXX, 2007; K. Sözen, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı-Batı İlişkisinin Yazılı Vesikası: Paris Sefaretnamesi ve Batılılaşma Eğilimi Açısından Değerlendirilmesi”, SDÜ İFD, 2009, S. 23.
Asıl dikkat çekmesi gereken yer “ Fransa halkının çocuğundan büyüğüne köylüsünden şehirlisine hepsi okuma yazma bilmekte ve pozitif bilimleri öğrenme konusunda büyük bir hevesle hareket etmektedirler. Ona göre Fransa’da dünyada ne kadar bilim varsa bunların tamamını öğreten okullar vardır.” burasıymış ama park, bahçe, saray yapalım gibi bir sonuç çıkmış sanki!