YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Dünyanın önde gelen Osmanlı tarihçilerinden Suraiya Faroqhi, 2010’ların başında dinlediğim bir konferansında, eğer Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayacak bir dönem seçmesi gerekse, mutlaka duraklama dönemini seçeceğini söylemişti. Konuşmayı dinleyen Türkiye eğitimli akademisyenlerin birçoğunun nasıl şaşırdığını anımsıyorum. Çünkü Türkler, yaşam boyu süren gayet planlı ve bilinçli bir endoktrinizasyon sürecinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme dönemi ile gurur duyulacağına şartlandırıldılar. Profesör Faroqhi, tercihinin nedenini açıklarken, duraklama döneminin çok daha az savaşla geçtiğini, Osmanlı kent hayatının bu dönemde geliştiğini, sanat, müzik, kültür, bilim yaşamının imparatorlukta bu dönemde en yüksek düzeyine ulaştığını söyledi. Gerçekten de neden savaşlarla dolu yükselme döneminde yaşasındı? Türkler Osmanlı’ya bu perspektiften hiç bakmamışlardı. Onlara başarının sınırları genişletmek olduğu öğretilmişti. Bu nedenle, sınırların genişlediği dönemleri “yükselme” olarak algıladılar, tarihe de bu açıdan baktılar.
Türklerin çoğu tarihe bir toprak genişletme yarışı olarak bakar. Çünkü okulda başarıyı toprak genişletme olarak öğrettiler. Oysa toprak genişletme savaş demektir. Savaşsa yıkım ve ölüm! Şöyle anlatayım. Bugün dünya gelişmişlik ölçütleri arasında mesela ortalama insan yaşamı önemli bir belirleyicidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda duraklama dönemi, ortalama insan ömrü beklentisinin en yüksek olduğu dönemdir. Yine önemli ölçütlerden biri, ekonomik refah düzeyidir. Duraklama döneminin refah düzeyi, genişleme dönemine göre çok daha iyidir. Bakış açılarından bahsediyorum. Osmanlıcılara “hangi Osmanlı” diye sormayalım mı?
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Osmanlı İmparatorluğu Türkiye’deki siyasi düşünce hayatında ve son dönemde artan oranda politika yapım süreçlerinde önemli bir referans noktasıdır. Cumhuriyet Osmanlı’yı yıkılış sürecinde genellenen bir monarşi karşıtlığı çerçevesinde okudu. İlginçtir, Cumhuriyet’in Osmanlı genişlemesiyle sorunu fazla olmadı. Çünkü Kemalistler de toprak kaybı ve toprak kazancı ekseninde bir başarısızlık ve başarı tasavvuruna sahipti. Toprak kazanan Osmanlı, toprak kaybeden Osmanlı’ya göre çok daha yüzeysel eleştirildi. Dahası, Kemalistler monarkların başarısız olanlarını sevmediler. Başarılı monarklar güçlerine paralel olarak saygı gördü, buna tekabül eder şekilde de okul müfredatlarında anlatılan resmi tarih doktrininde kendilerine saygın bir yer buldu. Daha da enteresanı, başarısızlıkları Kemalistler daima monarkların kişisel yetersizlikleri çerçevesinde kolayına kaçarak okumayı seçti. Ne yapsalardı? Kurumsal bir okuma mı? Mesela Osmanlı’nın demokrasiye geçişinin yavaş olmasını mı eleştirsinlerdi? O zaman birileri çıkıp “peki Cumhuriyetiniz çok mu demokratik!” dese ne yanıt vereceklerdi? Tek adam yönetimini prensip olarak mı eleştirselerdi? Ya o zaman birileri çıkıp “Atatürk ve İnönü tek adam değil mi!” dese yanıtları ne olacaktı? Başarısızlıklar ve başarı, bu nedenle sürekli liderlik özelliklerine endeksli olarak değerlendirildi.
Önemli sorunlardan biri de, Osmanlı, ama hangi Osmanlı meselesiydi. Mesela Kemalistler Osmanlı’yı bilinçli olarak bir mutlak monarşi olarak okudular ve resmi tarih doktrinlerine de bunu öyle yansıttılar. Oysa devraldıkları devlet, meşruti monarşiydi. Yani devletin rejimi değişmişti. 1299’daki Osmanlı ile 1920’deki Osmanlı aynı devlet olsa bile aynı rejime sahip değildi. 621 yılda çok şeyler değişmişti. Mesela Osmanlı’nın son meclisi, ilk TBMM’yi oluşturmuştu. Osmanlı’da farklı partiler seçimlere katılmıştı. Oysa Cumhuriyet bir tek parti diktası kurmuştu. Şimdi, teknik olarak hangisi daha demokratikti, çıkın bakalım işin içinden.
Türk siyasetinde Osmanlı, sol ve sağ arası bir referans olarak farklı anlamlara geliyor. Sağ, Osmanlı’nın öykünülecek bir başarı hikâyesi olduğuna inanıyor. Sol ise Osmanlı’yı ilkel ve hantal, gelişmeye kapalı bir devlet olarak okuyor. Fakat bundan çok daha temel bir sorun var. Sol ve sağ, Türk siyasetinde evrensel tanımlamalardan oldukça farklıdır. İşin gerçeği, sol-sağ ayrımı yerine modernleşmeciler ve gelenekçiler ayrımı Türk siyasetine daha uygun düşer. Eskiye karşı olmak ve onu değiştirmek, modernleşmeci akımın ana dinamiğidir. İttihatçılar ve Kemalistler böyledir. Bunlardan çıkan ana akım 1970’lerden itibaren sol olarak tanımlandı. İçinde ekonomi politik bazı unsurlar barındırsa da, CHP uydurması olan ortanın solu hiçbir zaman evrensel sola tekabül eden bir partiye dönüşmedi, hep ulusalcılar (sol nasyonalistler) başat oldu. İçinde sol olarak nitelenecek grup ve bireyler daima dışlandı, ana akım olmadı. Sağ da liberal demokrasiyi içine sindiren, piyasa ekonomisini savunan bir evrensel sağ olmadı. O da gelenekçilikle kendisini tanımladı. İslamcılar ve milliyetçi hareket (sağ nasyonalistler) böyledir. Osmanlı’ya bakışları, bu iki kanadın ana siyasi eksenini belirledi.
Türk sağı Osmanlı’ya bakarken, hep yükseliş dönemini merkeze aldı, sübjektif bakışıyla hep İslami hilafeti, İslami cihadı, İslami üstünlükçü doktrini merkezine aldı. İslamcılar bunu doğrudan İslam’ın varisi olmayla ilintilendirirken, milliyetçi hareket bunu Türk-İslam sentezi penceresinden gördü. Buna göre Osmanlı bir İslam veya bir Türk-İslam imparatorluğuydu. Müslümanların ya da Müslüman Türklerin dünyada belirleyici olduğu, askeri üstünlüğe sahip olduğu, geniş sınırlara ve etkiye sahip olduğu bir imparatorluktu. Bu görüşe göre Osmanlı gelenekten koptukça gerileyişi hızlanmıştı.
Türk solu Osmanlı’ya bakarken hep gerileme ve çöküş dönemlerini merkeze aldı, sübjektif bakışıyla, bilimden, teknolojiden, ekonomiden, endüstrileşmeden kopuk, cehaletin ve yobazlığın yaygın olduğu, baştaki birkaç meczup, güçsüz monarkın dış güçlerin elinde oyuncak olduğu bir geri kalmış devleti, devrimci-modernleştirmeci-milliyetçi merkezine aldı. Buna göre Osmanlı miadını doldurmuş, çağın gerisine düşmüş, askeri üstünlüğünü yitirmiş, topraklarını kaybetmiş zayıf bir yapıydı. İlerlemenin prangasıydı. Bu görüşe göre Osmanlı geleneksel yapıları modern yapılarla dönüştüremediği için gerileyişi hızlanmıştı ve çökmüştü.
Dikkat ederseniz, her iki kanat da genişleyen Osmanlı’yı iyi, küçülen Osmanlı’yı kötü olarak algılıyor. Her ikisi de, Osmanlı genişlemesini ve güç kaybını farklı sebepler temelinde açıklıyor. Bu çok sorunlu bir bakış açısıdır. Osmanlı genişlemesinin sorun olduğu görüşü, Türk tarih yazımında ve sosyal bilimlerinde çok marjinaldir. Oysa dünyadaki diğer imparatorlukların tarihleri daha objektif yazılıyor. Dahası, dünyadaki diğer post-imparatorluk devletlerinin – İspanya, Portekiz, Hollanda, Avusturya, İngiliz vs. – modern sağ siyasi akımlarında emperyal geçmişlerine duyulan nostalji, son derece marjinaldir. Bu, Türk sağında bilakis son derece merkezidir. Türkiye dışı post-emperyal toplumların sol siyasi akımları, imparatorluk yayılmacılığına karşı çok net bir tavır alır. Oysa Türk Kemalist “solu” – mesela CHP – (sol olmadığına yukarıda değinmiştim) imparatorluğun eski topraklarına karşı bir ilgi duymaktadır. Mavi Vatan, “Ege adaları” konusu, Kıbrıs, Batı Trakya gibi konularda Türk solu Türk sağı ile sidik yarışı halindedir.
Türk sağı doğrudan Osmanlı genişlemesine ve gücüne öykünerek, Türk solu ise Osmanlı topraklarına olan ilgisini kısmen koruyarak, değişik oranlarda açık veya latent bir Osmanlıcı tutum içerisindedir. Türkiye, Osmanlı’dan doğan ulus devletler içinde Osmanlı geçmişinden kendisini en az soyutlayan ülkedir. Türkler, Osmanlı monarşisini bir Türk monarşisi olarak algılıyor. Bu, diğer post-Osmanlı toplumlarındaki algıyla örtüşmektedir. Fakat mesela Yunanistan, Bulgaristan veya Arap devletleri Osmanlı egemenliğini bir emperyal boyunduruk olarak algılarken, Türkler bunu kendilerinin “üstünlüklerini kanıtlayan” övülesi bir tarih olarak okumaktadır. Türkler – sağ veya sol – asla Osmanlı yayılmacılığının ve emperyal geçmişinin korkunç yüzüyle hesaplaşmamıştır. Ermeni soykırımı, devşirmelik müessesesi, köle ticareti, kurumsallaşmış ve sosyal kabul gören kadın seks kölesi müessesesi, gayrimüslimlerin eşit olmayan statüsü, mülkiyet hakkının oturmamış olması, kitlesel katliamlar, savaşlar, işgaller, yağmalar – bunların Osmanlı tarihinde öğretilmeyen, es geçilen, halının altına süpürülen konular olduğunu görüyoruz. Bu tutum modernleşmecilerde de, gelenekçilerde de aynıdır. Her ikisi de Osmanlı’ya karşı bu konularda ciddi bir savunma refleksiyle donanmıştır. Dahası, bu refleks, eğitim politikalarından dolayı Türkiye halkında da son derece yaygındır. Türkler, Osmanlı yayılmasını adeta kendi hakları olarak görüyor. Bunu İslami ve Türkçü bir ideolojik filtreyle meşrulaştırıyor. Dediğim gibi, diğer post-emperyal toplum ve devletler, günümüzde kendi geçmişlerine eleştirel yaklaşırken ve bugünkü kimlikleriyle emperyal geçmişlerini son derece “dikkatli” biçimde bir araya getirirken, Türkiye’de bu çok patolojik bir biçimde yapılmakta.
Başka yazılarla bu konuyu açmak istiyorum.
Yükselme döneminde elde edilen ganimetleri, ekonomiye kazandırınca sonraki dönemde ekonomi durdu. Duraklama dönemi yükselmenin ganimetleriydi. Gerileme dönemi de duraklamanın cezası…
Yazarın “Osmanlıcılık” olarak ifade ettiği kavramın doğru olmadığını düşünüyorum.
Başlık “Osmanlı’ya öykünme” ya da “Neo Osmanlıcılık” gibi daha doğru olurdu.
Ama elbette fikir jimnastiğine saygı duyuyorum.