Yorum | Dr. Serdar Efeoğlu
Bir uç beyliğinden doğan Osmanlılar, çok hızlı bir şekilde genişleyerek üç kıtada toprakları olan bir devlete dönüştüler. Devletin sınırları 16. Yüzyıl sonlarında 20 milyon kilometre kareye yaklaşmıştı.
Bu yayılma ile beraber değişik din, dil, inanç ve kültürlere mensup toplulukları egemenlikleri altına aldılar. Osmanlılar bu farklı toplulukları 19. yüzyıla kadar bir arada tutarak bütün dünyaya birlikte yaşama kültürünün en güzel örneklerini sundular.
Son yıllarda Osmanlıların daha çok savaşçı yönleri öne çıkarılsa da sadece savaş kazanmakla hâkimiyetin devam etmeyeceği muhakkaktır. Nitekim bazı yerlerde Müslüman nüfus Gayrimüslimlere göre çok az olmasına rağmen Osmanlılara bağlılık devam etmiştir.
Bu hafta son dönemde “kılıcından kan damlayan” bir yaklaşım benimsenmiş olsa da fetihlerin diğer yönlerini ve farklı inançlara mensup toplumların kimliklerini altı yüz yıl boyunca korumalarının mantıklı açıklamalarını yapmaya çalışacağız.
Bütün araştırmacılar Osmanlı fetihlerinde “gaza ve cihad” düşüncesinin çok önemli olduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla beraber Osmanlıların adaleti temel ilke olarak benimsemeleri, farklı kültürlere hoşgörüyle yaklaşmaları, egemenlikleri altındaki topluluklara insaflı bir şekilde davranmaları ve izledikleri “istimalet politikaları”, Osmanlı fetihlerinin en önemli şifreleri olmuştur.
MÜLKÜN TEMELİ: ADALET
Osmanlıların ilk fetihlerinden itibaren öne çıkan temel prensiplerden birisi “adalet” oldu. Osmanlı kaynaklarında her fetih sonrasında “hakka riayetkârlık, hak tanırlık, haklılık, doğruluk” anlamına gelen adaletle ilgili ifadeler geçmektedir.
Bir kale veya şehir fethedildikten sonra Osmanlıların yaptıkları uygulamalar; “adâlet gösterip hoşnud kıldılar, adl ü dâd, adl ü insâf ettiler/gösterdiler; hoş gördüler/tuttular; istimâlet/ler verdiler/ettiler, istimâlet edip aman verdiler, istimâletlediler“ şeklinde anlatılmaktadır.
Fetih sonrasında ilk icraat adalet dağıtmak üzere bir kadı atamak ve güvenliği sağlamak için de subaşı tayin etmek olurdu. Osman Gazi’nin ilk döneminden itibaren yanında en meşhurlarının Dursun Fakı olduğu kadılar bulunuyordu. Bu fakihler Osman Bey’e uygulamalarının Şer’i hukuka uygun olması ve adaletin sağlanması konusunda yardımcı oluyorlardı. Ayrıca dönemin meşhur tasavvuf büyüğü Şeyh Edebali’nin desteğinin alınması, fetihlerin kuru bir cihangirlik kavgasından çıkmasını sağlamıştı.
Bu döneme ait bir vaka adaletin nasıl sağlandığına iyi bir örnektir. Eskişehir Ilıca’da kurulan pazarda bir Germiyanlı’nın Rum kadın satıcının sattığı bardağa para ödemeden el koyması üzerine kadın Osman Bey’den yardım istemişti. Osman Bey olaya müdahale ederek ücretin ödenmesini sağlamış ve Rum kadınların tek başlarına pazara gelip alışveriş yapmalarını temin etmişti.
Osmanlı vakayinamelerinde bazılarına ihtiyatla yaklaşmak gerekse de birçok yerin Gayrimüslim halkının hükümdarların adaletli davranışları karşısında Müslümanlığı kabul ettikleri belirtilmektedir. Buna göre Tarakçı Yenicesi, Mudurnu ve Göynük’ün Hristiyan halkı Osmanlı adaleti karşısında topluca Müslüman olmuşlardı.
BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ: HOŞGÖRÜ
Osmanlıların ortaya çıktığı dönem öncesinde Anadolu’ya bakıldığında karşımıza Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi manevi önderler çıkmaktadır. Bu maneviyat büyüklerinin sohbetlerinde, şiirlerinde ve eserlerinde vurguladıkları temel düşünce “sevgi ve hoşgörü” olmuştu. Osmanlı Devleti’ni kuran lider kadro, işte bu iklimden doğrudan beslenmiştir.
Fetihlerde sivil halka hoşgörüyle yaklaşılması temel prensipti. Osmanlı Devleti halkın din, dil ve inançlarına müdahale etmiyor, ibadetlerini rahatlıkla yapabilmelerine imkân sağlıyordu. Eğer şehir savaşla alındıysa genellikle en büyük kilise fethin sembolü olarak camiye çevriliyor, ayrıca bir manastır da medrese yapılıyordu.
Diğer kiliseler ve Hıristiyan vakıfları da varlıklarını devam ettirmekteydi. Aşıkpaşazade ve Neşri’ye göre Iznik’in fethinden sonra bir kilise camiye, bir mabastır da medreseye çevrilmişti. İstanbul’un fethinden sonra da Ayasofya camiye çevrilerek Cuma namazı kılınmıştı.
Din adamlarına ve mabetlere ayrıca saygı gösteriliyordu. Örneğin Selanik’in fethi sonrasında Aynaroz rahiplerinin eski özerk yönetimi ve imtiyazları devam ettirilmiştir. Ayrıca bu rahipler her türlü olağanüstü devlet hizmetinden ve vergilerden muaf tutulmuştur. Hatta vergi memurları ve yerel idarecilerin buraya müdahalesine de izin verilmemiştir.
Osmanlı ordusunda Müslümanlar yanında Hıristiyan askerler de görev yapıyordu. 1402’de Yıldırım Bayezid’in mağlubiyetiyle sonuçlanan Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusunda Gayrimüslim askerler de yer almıştı. Hatta Anadolu beylerinin askerleri Yıldırım’ı terk etmelerine rağmen Eflak Beyi askerleriyle beraber son ana kadar savaşmış, Timur bile Eflak askerinin bu davranışını takdir etmişti.
Osmanlı yönetiminde inançlarını yaşama ve kimliklerini muhafaza etme imkânı bulan Rumeli’nin Gayrimüslim halkı, Ankara Savaşı sonrasında on bir yıl süren taht kavgalarının getirdiği otorite boşluğuna rağmen bağlılığını devam ettirdi. Anadolu beyliklerinin tekrar kurulduğu bu dönemde devlet, Rumeli’deki sistemin ayakta kalması sayesinde yeniden toparlanma imkânı buldu.
DİNİN YARISI: İNSAF
Osmanlı yönetiminin temel prensiplerinden biri de “dinin yarısı” olarak ifade edilen “insaf” kavramıydı. Böylece merhamete, vicdana ve mantığa dayanan bir adalet tesis ediliyordu. İnsaflı davranış sayesinde sivil halka zarar verilmiyor, hatta savaşta bile ölçülü davranılıyordu.
Osmanlılar fethettikleri yerlerde insafla hareket ederek önceki idarelerin koyduğu, ancak halk üzerinde büyük baskı oluşturan angarya ve vergileri makul düzeylere getiriyorlardı.
Selanik’in 1430’daki fethinde halk Latin baskısı nedeniyle Osmanlıları kurtarıcı gibi karşılamış, Hükümdar 2. Murat bazı kişilerin fidyelerini kendisi ödemiş, evlerini terk edenlere evlerini iade etmiş ve kaçan halkı şehre davet etmişti.
GÖNÜLLERİ KAZANMA: İSTİMALET
Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynayan bir faktör de “istimalet” politikasıydı. İnalcık’ın ifadesiyle “istimalet”, Osmanlıların yayılmasında “kılıç kadar önemli bir rol oynamıştır”. İslamiyet’in “müellefetü’l-kulüb-kalplerin İslamiyet’e ısındırılması” prensibinin bir yansıması olan istimalet sayesinde fethedilen yerlerin halkının gönlünün kazanılması, İslamiyet’e ve Osmanlılara meylettirilmesi amaçlanıyordu.
İstimalet sadece fetih öncesinde değil, fetihten sonra da devam ettirilen bir politikaydı. Örneğin Kanuni zamanında fethedilen Macaristan’da tımar sistemi uygulanmış, herkese iş ve kazanç serbestliği tanınmış, halka din ve dil farkı gözetmeden iyi muameleler yapmıştır. Türkler fethettikleri hiçbir yerde yerli halkı Müslüman olmaya zorlamamışlardır.
Fetih sonrasında Osmanlılar yerli halka din, mezhep, mal ve can güvenliğini taahhüt altına alan bir resmi belge verirlerdi. Bu belgede Hıristiyan reayanın diğer devletlerin saldırılarına karşı korunacağına dair madde de yer alırdı.
Balkanların yerli halkı, Katolik kilisesinin Ortodoks kilisesinin mallarına el koyması ve Katolikliği zorla kabul ettirmeye çalışması nedeniyle Osmanlı yönetimini tercih ediyordu. Osmanlılar Ortodoksların imtiyazlarını ve kilise bağımsızlığını tanımakla kalmıyor, onlara devlet yönetiminde görev de veriyorlardı. Nitekim 1432 tarihli Arvanid defterine göre tımar sahibi metropolitler bulunması bunu ispatlamaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Katolik Venedik ve Macarlara karşı Ortodoksları desteklemesi nedeniyle hemen her Balkan devletinde Osmanlıları destekleyen gruplar bulunuyordu.
BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ
Osmanlıların bu adaletli, hoşgörülü, insaflı yönetimlerinin geri planında elbette İslamiyet’in güzellikleri yatıyor. Peygamberimiz ve Dört Halife Devrinde gerçekleşen örneklerin rehberliğinde zimmilere kendi kimliklerini muhafaza etme hakkı tanındığı gibi din, dil, can ve mal güvenliklileri teminat altına alınıyordu.
Görüldüğü üzere ilk Osmanlılar, oryantalistlerin yansıttığı gibi birer maceracı olmadıkları gibi şu an televizyon dizilerinde gördüğümüz mitolojik kahramanların birer kopyası da değillerdi.
Osmanlı Devleti izlediği akıllı politikalar sayesinde çok farklı insanların bir arada yaşamasına imkân sağlayan bir “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı” oluşturmuş ve bu birliktelik 19. Yüzyıla kadar devam ettirilmiştir. Farklılıklara tahammül ortadan kalktığında ise devletin yıkılışı hızlanmıştır.
Bugün yapılması gereken de her muhalif ve aykırı sesi susturmak ve “terörist” ilan etmek yerine farklı düşünceye sahip insanların birlikte yaşayabildiği bir ülke inşa etmek olmalıdır. Türkiye’nin “hukukun üstünlüğü indeksi” sıralamasında 2014’de 59. iken bugün 113 ülke arasında 101. sırada yer alması neler yapılması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Kaynaklar: N. Öztürk, “Osmanlı Toplumunun İnşasındaki Temel İlkeler”, Yeni Türkiye, 2014, S. 60; H. İnalcık, “Balkanlarda Osmanlı Fetihlerinin Sosyal Koşulları”, Adam Akademi, 2011; M. İlgürel, “İstimalet”, DİA, C. 23.
Malesef günümüzde insanların çoğu tarihe ve dine “savaş” olgusu üzerinden bakma eğilimindeler. Sosyal medyada dinimiz savaş dini yorumları yapılıyor ve hakim bakış açısı bu.
Özelde Osmanlıyı ve genelde tarihi bu oryantalist bakış açısıyla değerlendirmek, kanımca, malesef malum sürecin de en önemli sebeplerinden biri.
Adalet, diyalog, birlikte yaşama gibi müspet kavramları benimseyip anlama ve anlatma için daha çok gayret gerekiyor.
Bireysel ve toplumsal hayatımızda mücadele yerine insaf ve yardımlaşmayı ön plana çıkarmaya çalışmalıyız.