ÖYKÜ | YUSUF ÜNAL
Kızını okula bıraktıktan sonra yolunu bilerek uzattı. Parkın içine saptı. Çıkışta kızı burada bir müddet oynamak isteyecek, kendisi de onu kıramayacaktı muhakkak. Çocuk salıncakta sallanırken onun yüreği ipte asılı mendil gibi titreyecekti. Yere dökülen yapraklara bastı geçerken. Fark etmedi. Hışırtıları çıktı onların. İşitmedi.
Buradan her geçişlerinde kocası, Erdem, bir çocuk gibi yoldan çıkar, ağaçların altından yürürdü. Baharsa dallarla şakalaşır, güzse yaprakları severdi. Şimdi on sekiz ayı aşkındır evden çıkmadı, ağaçların altında yürümedi, çimenlere basmadı. Her yerde onu görüyor.
Yönünü markete çevirdi. Gidişat kötü. Daha ne kadar sürdürebilirler ki bu kovalamacayı? Doğruca manav reyonuna vardı. Akça pakça, mantar gibi köpüren karnabaharlardan gözünü alamadı. Haşladıktan sonra fırına verip üstüne kaşar döşedi miydi çocuklar bayılır. Erdem de sever ama onun tercihi kızartıp yoğurtla çıtır çıtır yemek.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Yol üstündeki ayakkabı tamircisine uğradı. Oğlana ayakkabı dayanmıyor. Betonda top oynayacağım diye iki üç ayda hurdahaş ediyor hepsini. Tamirci, yarın gel al demişti. Erdem olsaydı, o uğraşırdı böyle şeylerle. Oğlanın yarın beden dersi varmış, yetişti bari. Gazete bayiinin önünden geçerken başlıklara göz attı. Hepsi aynı kalemden çıkmış. Nefret kusuyor, düşmanlık yayıyorlar. Ürperdi. Kazara biri seslense, dibinde tüfek patlamış çalı kuşu gibi ürkecek. Yüreği pır pır. Hep mi böyleydi bunlar, sonradan mı oldular? Hep böyle olduklarına ama sonradan iyice kudurduklarına hükmetti.
Dişçinin altındaki balıkçıya taze balıklar gelmiş, üzerlerine su serpip onları tazelendiriyordu. Norveç’ten geliyormuş uskumrular, haberlerde duyduydu. Erdem, teslim mi olsam diyor iki de bir. Birkaç yeniyetme aksesuar bakıyordu telefoncuda. Okulu kırmışlar belli. Acaba onun oğlu da? Eylüldür hani, okul kırmaya en yakışan ay. Belki bir de Mayıs. Yok canım, derstedir o şimdi.
Babasız çocuk büyütmek, ipi kopmuş bir uçurtma uçurmak yahut aynasız araba kullanmak gibi. Elde tutulamıyor, kontrol mekanizması kurulamıyor. Belki kurulabiliyordur fakat o beceremiyor. Öyle hissediyor yani. Zor geliyor. Sırtını yaslayacağı bir dağ arıyormuş insan, en azından tutunacak bir dal.
Kendisi de kırar mıydı okulu? Hayır, buna cesaret edemezdi o. Kırıp da nereye gidebilirdi ki? Aslında gidilecek yer çokmuş da o bilmezdi. Hoş, bilse yine gitmezdi herhalde. Kafelerde, pastanelerde ne işi vardı o zamanlar. Her seferinde sustururdu Erdem’i, “Nereye teslim olacaksın, zindanlarda çürütürler seni!”
Oğlunu bir yoklaması lazım. Okuluna gitse? Gitse gider tabi. Gider de idarecilerle muhatap olmak istemiyor. Kocasını ihbar edip attıranlar bunlar. Hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam eden de bunlar. İçlerinden mutlaka eskiden Erdem’in arkadaşı olanlar vardır, en azından onu tanıyanlar. Aynı ilçede aynı işi yapıyorlardı sonuçta. Oğlana bakınca onun oğlu olduğunu anlamazlar mı? Hık demiş babasının burnundan düşmüş çocuk. Tanısalar ne olur canım! Ne oluru var mı, etiketlenir çocuk. Erdem’in oğluymuş derler kaş göz işaretleriyle. Hani şu şutlanan, bilmem neci Erdem var ya, onun işte.
Müdür yardımcısı, baban gelsin diye tutturmuş geçenlerde. Oğlan, şehir dışında babam demiş. Ne iş yapıyor ki demiş bu sefer. Kuruyemişçi demiş, mal toplamaya gitti. Gelince mutlaka idareye çağırdığımı söyle demiş. Oğlan tutuşmuş, ben ne yapacağım şimdi diye ağlamaklı döndüydü eve. Ne zaman bitecek bu yalan söylemelerimiz deyip odasına kapandıydı.
Hafta sonu Erdem’in saklandığı yere gitmişlerdi. Gerilerinde iz bırakmamak için iki kilometre yürümüş, sonra bir dolmuşa, iki metroya, bir de otobüse binmişlerdi. Erdem’in o zaman haberi olmuş, “Tamam, gidip görüşeyim ben.” demişti idareyle. Oğlan heyecanlanıp “Vallaha mı!” demiş, Derya da, “Dellenme, otur oturduğun yerde.” demişti. Erdem dudaklarını ısırmış, oğlanın yüzü asılmıştı.
Bunları düşünürken çocuklarıyla yalnız yaşadığı evinin önüne geldi. Anahtarını cebinden çıkarıp kapıyı açtı. İç merdivenlerin başına vardığında kapı şangır şungur kapandı ardından. Yazdan beri arkasındaki yay düzeneği bozuktu, ilgilenen yok. Yönetici bir ihtiyar amca. Yöneticiliği, giriş kattaki camın önünde oturup gelip gideni gözetlemekten ibaret. Ama aidat toplamaya geldi mi hiç aksatmaz. Kapı kapı dolaşarak bizzat yapar tahsilatları. Bir çeşit faaliyet onun için bu, ibrikçibaşılık. Otorite tatmini sağlıyor.
İkinci katı geçtiğinde kendisini bir aydınlığın ortasında buldu Derya. Her zamanki gibi. Apartman boşluğunun üzeri cam tavanla çatılı. Yağmur yağarken müzik, güneş açarken ışık dolar içeriye. Üçüncü katın merdivenleri başlar başlamaz duvar dibinde boy boy saksılar. Kat maliklerinden köyden gelmiş bir hanım teyze, kendi bahçesi gibi sahiplenip çiçeklendirmiş orayı. Mum çiçeği, narin bir sarmaşık gibi ağmış iç duvarın sıvasına. Kokusu enfes. Ve daha iki düzine çiçekli saksı.
Çiçekleri görünce yöneticiye olan kızgınlığını unuttu. Uzanıp mum çiçeğini kokladı. Bir hoş oldu, neredeyse esridi. Kapısının önüne geldiğinde ayağına bir şey takıldı. Eğilip baktı. Arkasına basılıp terlik gibi kullanılan bir çift erkek ayakkabısı. Giyilmekten çarşamba çanağına dönmüş. Yoksa Erdem mi?
Yok canım. Güpegündüz. Haber vermeden… Kalkıp gelmez o. Hem onun böyle ayakkabısı yok ki. Gelmişse çok önemli bir şey olmuştur illa. Kaldığı yer tespit edilmiş hatta basılmıştır Allah korusun.
Korka korka kapıyı açtı. Bir çırpıda içeriyi kolaçan etti. Salon, yatak odası, çocukların odası. Kimseler yoktu. Mutfak, lavabo, balkon. Hepsi temizdi. Nefesini tutup evin sesini dinledi. Uzaktan geçen bir polis sireni duyuldu ve araba sesleri. Akreple yelkovanın kovalamacası sonra. O kadar. Peki ama bu ayakkabılar neyin nesiydi?
Dış kapıya varıp tekrar baktı. Ağzı yüzü yamulmuş, arkasına basılmış ayakkabılar davetsiz misafir gibi paspasın üzerinde öylece duruyordu. Tam bu esnada karşı dairenin kapısı açıldı. Çiçekçi teyze elinde yeşil bir sulama maşrapasıyla göründü. Derya’nın ayakkabılara şaşkın şaşkın baktığını görünce, dünyanın en normal şeyini söylermiş gibi konuştu:
“Ben koydum kızım, kapında kalsın. Evde erkek var sansınlar, ortalık tekin değil.”
Derya, dokunsalar ağlayacak haldeydi, sebep buldu, yüzünü saklayarak kaçtı içeriye…
Yusuf bey,kaleminize sağlık, ne kadar güzel yazıyorsunuz… siradan görünen, ama destan kadar uzun olabilecek insan hikayelerini… Hikayeyi okuyunca yazmak istedim.
Anacığım yargilanan kermesçi teyzelerden. Ben bin bir çesit öfkeyle, “yav bunca yillik tanidiklariz” diye etrafa saydırirken dedi ki bir gün, ” aman oyle deme kizim, konu komşuma sarılasim geldi.” dedi. “Niye ?” dedim. “Aman yavrum, her gun ekrandalar, karilari kizlari helal, mallari helal diye tellallik yapiyorlar. Şukur evimizi taşlayip namusumuza saldirmadilar, onca kışkirtmaya, yine de iyi(!) insanlarmiş.” dedi. Yine şukredecek sey bulan canım analarimiz. İnsan sormadan edemiyor, yetistirenler hic mi sevmemis, hic mi sevilmemisler, yoksa gercek fitratlari mi nankörlük…