Usta gazeteci Cengiz Çandar’ın Mezopotamya Ekspresi kitabında Ortadoğu’yu anlamak adına çok ilginç bir anekdot vardı. Çandar’ın gençliğinde çıktığı, biraz da 12 Eylül şartlarında çıkmak zorunda kaldığı Ortadoğu serüveni sonraları Irak’ın Cumhurbaşkanı da olacak Celal Talabani ile dostluk kurmalarını sağlar. Bir gün ikili dostane bir yemek yerken Celal Talabani konuyu Türkiye’ye ve o dönemde adı ön plana çıkan Abdullah Öcalan’a getirir. Kürt siyasetçi Talabani, Abdullah Öcalan’ın soylu bir aileden gelmediğini, bunun için de Türkiye’deki Kürtlerin onun peşinden gitmesine bir hayli şaşırdığını ifade eder.
Nitekim Talabani ailesi Irak’ın en köklü Kürt ailelerinden birisi. Aileden çok sayıda siyasetçi çıkmış. Kuzey’de ise Barzani ailesi aynı şekilde uzun yıllar ülke siyasetinde etkili olmuş. Resmî olarak ‘otonom’ bir yönetim olarak tanınmamışlar ancak bir zamanların Avrupalı prensleri gibi siyasette sözleri geçmiş aileler. Arap dünyasında da ‘aileler’ önemlidir. 1900’lerin başında Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını seyreden önemli Arap aileler, Ortadoğu’yu şekillendirme projesi hâline gelen Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgedeki hâkim Avrupalı güçlerle anlaşarak iktidar elde etmişlerdi. Bu ülkeler bir süre İngiliz ya da Fransız idaresinde kaldıktan sonra ‘bağımsızlıklarını’ da ilân edebildiler. Katar mesela onlardan birisi. Al Tani ailesi, bir asırdan fazla süredir o bölgedeki ticareti ve siyaseti yönetirken, Katar ancak 1971’de İngiltere’den ayrılabildi.
ORTADOĞU’NUN RENKLERİ
Soyluluk özellikle Körfez ülkelerinde ve onların etkilediği geniş coğrafyada önemli bir unsur. ‘Aşiretler’ ya da ‘kabileler’ arasında süren güç mücadeleleri Ortadoğu’nun bir gerçeği. Ancak bu aynı zamanda kimsenin vazgeçemediği bir düzen. Şöyle düşünün: Şehirlerdeki mafya mücadelelerinden aslında en fazla mafya gruplarının kendileri zarar görür. Sürekli kelle koltukta yaşanır, en yakınlar kaybedilir, sadece ‘savunmaya’ bir ton para harcanır. Ancak bu düzenden vazgeçmek istemez kimse, zira ‘düzen’ aynı zamanda müthiş bir kazanç vesilesidir.
Ortadoğu’daki ilişkiler de bu çeşit bir ‘omerta’ya dayanıyor. Ancak Ortadoğu’da farklı renk ve desenler de mevcut. Türkiye ve Mısır gibi ülkeler, doğrudan ‘soylu hanedanların’ yönettiği ülkeler değil. Suriye, Irak ve Libya da Birinci Dünya Savaşı’ndan ve Batı’nın yörüngesinden çıktığından bu yana çeşitli darbelerle ve devrimlerle farklı yönlere ilerlemiş. İçeride çeşitli dinamikler ortaya çıkmış ve iktidar bölüşümleri yaşanmış. Mesela Türkiye, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’yı demokrasinin ‘beşiği’ olarak yeniden kurgulamak üzere yaptığı Marshall Yardımları’ndan payını almış ve kısa süre içinde çok partili demokrasiye geçmeyi kararlaştırmış. Körfez ülkelerinde ise klasik Padişah-Teba modeli işlemeyi sürdürmüş, böylece ‘risk’ en aza indirilmiş.
Öte yandan bölgede bir de ‘siyasal İslamcılar’ diye bir gerçek var. Çünkü ‘soyluluk’ dışında iktidar ve güç elde etmenin bir başka yolu da ‘siyaset’. Siyasetin bir ‘düzen’ olarak görüldüğü Ortadoğu ülkelerinin ortak özellikleri arasında ‘Batılılaşma’ dediğimiz toplumsal dinamik rol oynuyor. Buraya İran’ı da dâhil edebiliriz sözgelimi. Osmanlı’nın yıkılışıyla yeni bir hüviyete kavuşan ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne çok benzer şekilde ‘modern bir devlet’ inşa etmeye çalışan İran, ‘siyaset’ konusunda bölgede önemli bir ‘vaka’. Zira ilk döneminde ciddi anlamda Batılılaşma yolunda adım atan, hatta bu çabalarıyla kültür el olarak etki edebildiği Afganistan, Hindistan bölgesini de peşinden sürükleyen İran, 1979’la birlikte ‘siyaset’ imkânını bitirdiğini ilân etmişti. Bu da bölgede önemli bir ‘kırılmayı’ beraberinde getirdi.
1980’LERDEN BUGÜNE KIRILMALAR
Bu kırılmanın sebebi önce İran’la Irak’ın ardından da Suudi Arabistan’ın bölgede ‘iki kutup’ olarak ortaya çıkması. Sünni-Şii savaşı gibi algılanan ancak özünde düpedüz ‘iktidar mücadelesi’ olan kavgada, İran da Suudi Arabistan da işlerine yarayacak hemen her projeyi desteklemiş görünüyor. İran, devrimin hemen ertesinde başlayan ve 8 yıl süren Irak savaşıyla birlikte, Suriye ve Irak başta olmak üzere bölgede nüfuzunu arttırmaya çalışırken, Suudi Arabistan da zamanla kendisine karşı bir tehdit olarak gördüğü İran’ı “dengelemeye” uğraştı. Bu süreçte Körfez ülkelerindeki Şii nüfus, ‘potansiyel İran ajanı’ muamelesi görürken, özelikle Suriye ve Irak’taki Sünni nüfus İran politikalarından etkilenen yönetimler eliyle zulme maruz kaldı, radikalleştirildi. Bu çekişme bize bir de şunu öğretti: Toplumsal hissiyat, ‘kullanışlı sponsorlar’ eliyle pişirilerek rahatlıkla sıcak çatışmaya dönüştürülebiliyor.
1979’la birlikte Ortadoğu’da yükselen tek ‘değer’ İran değildi. Sovyet İşgali’ne karşı Afganistan’da direnişin simgesi hâline gelen ‘İslamcı militanlar’ zaman içerisinde ‘kullanışlı’ bir varlık olarak görüldü. Oradaki ‘militan ruhu’ sadece silahlı terörizmi değil, siyasal İslamcılığı da etkiledi. Adeta Arap dünyasındaki ‘siyaset’ yeni bir ‘ruh’ kazanmıştı. Buradaki en keskin dönüşümü Filistin meselesinde görmek mümkün. İsrail’in bölgedeki varlığına karşı uzun yıllar ‘hak talebiyle’ sol-sosyalist örgütler Filistin davasına destek verirken, ‘İslamcılık’ 1980’lerden itibaren Filistin davasının yeni ‘hamisi’ hâline gelecekti. İşin içinde İsrail’in olması sebebiyle İran da Filistin davasına destek veren ülkelerden biri oldu.
İsrail’in Arap ülkelerini çeşitli savaşlarda ‘bozguna’ uğratması, siyasal İslam’ın İsrail vurgusunu arttırdı. ‘Siyaset’ eninden sonunda kitlesel destek alma mücadelesiydi ve ‘demokrasi’ bir Batılı oyunu olsa da, ‘düzen’ şimdilik bunu gerektiriyordu. Şöyle izah edeyim: Mümtaz’er Türköne (Allah hapishane günlerinde sabır ve metanet lütfeylesin), İslamcılığın Doğuşu kitabında, Namık Kemal’in ‘İslamcı’ oluşunu, kitlenin İslamî değerlere sahip olmasına bağlar. Yani aslında Namık Kemal bir ideolojik temele sahip değildi, derdi ‘vatanı kurtarmaktı’ ve bunun için de elindeki ‘alet’ (siyaset) İslamî bir dil tutturmasını zarurî kılmıştı. Bir de tabi içinde yaşadığı kültürel ortam, onu İslamî bir dil tutturabilmeye ehil hâle getiriyordu.
HANCI KİM, YOLCU KİM?
Kısaca 1980’lerden itibaren Ortadoğu’da şu dinamiklerin hâkim olduğunu söylemek mümkün böylece: Sünni (görünümlü) Arap hanedanları, İran ve Şii (ideoloji) etkisi, (yoğun İsrail karşıtı) siyasal İslamcılık, Suudi Arabistan kaynaklı Vahhabilik (püritanlık), İsrail etkisi, (köklü) Arap milliyetçiliği, radikal terör ve genel olarak ‘günlük şiddet’ (Lübnan iç savaşı, Suriye iç savaşı, Yemen savaşları…). Elbette bu dinamikler belirlenen siyasetlerde ‘izole’ bir biçimde yer almıyorlar. Birçoğu iç içe geçmiş durumda. Aktörler, çoğu zaman işlerine geleni, işlerine geldiği zamanda kullanıyor. Ancak şunu söylemek mümkün: Hanedanlar ve aşiretler kendilerini hep ‘hancı’ olarak konumlarken, siyaseti kullanarak nüfuz elde edenleri ‘yolcu’ olarak görüyorlar. Yani Celal Talabani’nin hayreti çok yerinde.
Hancılar ‘istikrar’ vaat ederken, yolcular ‘siyaset’ vaat ediyor. Karşılığında talep ettikleri de bu. Bu sebeple Mısır’da darbe yapan El Sisi, rotasını Suudi Arabistan’a kırdı ve Kral’ın desteğini aldı. Muhammed Mursî’nin ise en büyük hatasının, yani askerî darbeyi kaçınılmaz kılanın, İran’la ilgili tutumu olduğu ifade ediliyor. Arap Baharı’nın ‘siyaset’ yolunu zorlaması, ‘istikrara’ kavuşmuş iktidarları yerinden oynatması, bu sebeple ‘hancılar’ için tehlikeli.
Öte yandan yukarıda sayılan dinamiklerin iç içe geçmiş olması, bölgedeki aktörlerin işbirliklerini de karmaşık hâle getiriyor. Mesela sadece Türkiye örneğinde radikal İslamcılığın, siyasal İslamcılığın, İran etkisinin, Vahhabiliğin, aynı anda rol alabildiğini görmek mümkün. Bu dinamiklerin ‘taşıyıcısı’ diyebileceğimiz etki grupları Türkiye’de Erdoğan’ın kurduğu ‘dengeyi’ oluşturuyor ve bir anlamda bunlar arasındaki mücadele de Türkiye’nin geleceğini belirleyecek hâle geliyor. Bununla birlikte İsrail’e karşı politikalarıyla Türkiye’nin bölgede kazandığı kredi, Arap milliyetçiliğinin ‘yükseltilmesiyle’ kısa sürede silinebilecek durumda.
Hemen bütün devletler aynı şekilde davranıyor aslında: Riski en aza indirerek en fazla kazanmak. Ancak bazen ‘kalıcı barışı ancak savaşlar sağlar’ diyenlerin sesi yükselebiliyor. Kulak kabartmamak lazım…