Yorum | Dr. Serdar Efeoğlu
1908’de Meşrutiyetin ilanını sağlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 31 Mart Olayı sonunda Abdülhamit’i tahttan indirerek istediğini yapabileceği bir ortama kavuşmuştu.
Cemiyet, “hürriyet, eşitlik, kardeşlik, adalet” prensiplerini savunsa da kısa bir süre sonra “otoriterleşme” eğilimi öne çıktı. İttihatçılar bir taraftan muhalefeti sindirmeye, diğer taraftan da Abdülhamit devrinin kadrolarını bürokrasiden ve ordudan tasfiye etmeye başladılar. Hatta “sabık dönemin” bütün memurlarından intikam alınması bile tartışıldı. Cemiyete göre böylece “istibdat enkazı” ortadan kaldırılacaktı.
ABDÜLHAMİT KADROLARININ TASFİYESİ
İttihatçılar önce Abdülhamit devrinin saray görevlilerini ve Hükümetlerde görev almış nazırlarını tasfiye ederek icraata başladılar. O zamanki ifadeyle “tensikat” sadece üst düzey memurlarla sınırlı kalmadı, orta ve alt seviyedeki memurlar da hedef alındı.
Emeklilik için otuz yıl memuriyet şartı olması, birçok memurun emekli maaşı olmaksızın sokağa atılması anlamına geliyordu. Bu düzenleme sonradan değişse de İttihatçıların onayladığı memurlara çalışma imkânı sağlanarak diğerleri tasfiye edildi. Meşrutiyetin ilanından bir yıl sonra tasfiye edilenlerin sayısı 8.000’i aşmıştı. 1910 yılındaki tasfiyelerle beraber ihraç edilen memur sayısı 17.924’e çıkmıştı.
O dönemki ülke nüfusu ve memur sayısı dikkate alındığında ihraç sayısının çok fazla olduğu anlaşılacaktır. Bu çaptaki bir tasfiye bürokratik işleyişi aksattığı gibi “mazuliyet ve emekli maaşları”, zaten iyi durumda olmayan bütçeye ciddi bir yük oluşturdu.
Tasfiyelerde belirli ölçüler olmadığından Cemiyeti destekleyen memurlar görevlerine devam ettiler. Örneğin emeklilikte yaş sınırlaması getirilmesine rağmen İttihat ve Terakki’yi destekleyen müftüler emekli edilmedi.
Tasfiyede İttihatçı kulüplerin ihbarları ve hazırladıkları listeler etkili oldu. Bazı yerlerde valilere baskı yapılarak memurların tasfiyesi istendiği gibi örneğin Trabzon’un bazı kazalarında halkın baskısı ile kaymakam ve memurlar makamlarından atıldı.
Diğer yandan “atılan” memurların yerine memur olmak isteyen kişiler, devlet dairelerinin önünde büyük kalabalıklar oluşturdular. Bu arada Abdülhamit devri memurlarından bazıları İttihatçıların yanında yer alarak tasfiyeden kurtulmuşlardı.
Tasfiyelerde Abdülhamit devrinde görev yapmanın tek başına problem olarak görülmesi, “vasıflı” pek çok memurun ihracına ve bürokrasinin zaafa düşmesine neden oldu. Yeni atanan memurların liyakatsizlikleri ve İttihatçılara “yandaş” olmanın asıl kriter olması, devlet dairelerinde birçok işi aksattı. Cemiyet, böylece kadro savaşını kazanırken en büyük zararı devlete veriyordu.
TASFİYE-İ RÜTEB KANUNU
İttihatçılar bürokraside gerçekleştirdikleri tasfiyeyi orduda da yaptılar. Bu dönemde orduda “mektepli” ve “alaylı” olmak üzere iki tip subay bulunuyordu. Mektepli subaylar Harp Okulu mezunlarından, alaylı subaylar ise orduya “nefer” olarak girip sonradan subaylığa geçen askerlerden oluşuyordu.
Cemiyet hedefine ulaşırken mektepli subaylara dayanmış, “alaylı subaylar” genellikle Abdülhamit rejiminin yanında yer almışlardı. İttihatçı subaylar, Meşrutiyetin ilanından sonra da doğrudan siyasetle uğraşmaya devam ettiler.
İttihatçılar muhalif olarak gördükleri alaylı subayları tasfiyeye giriştiler. Bu durum orduda “mektepli-alaylı” çatışmasına neden oldu. Hatta “gayrimemnun” alaylı subaylar, 31 Mart Olayında önemli bir rol oynadılar.
İttihatçılar tasfiye için 7 Ağustos 1909’da “Tasfiye-i Rüteb (Rütbelerin Tasfiyesi) Kanunu’nu” çıkardılar. Kanun bir taraftan orduda büyük çaplı tasfiyelere imkân tanımakta, diğer taraftan da Abdülhamit devrindeki rütbelerin haksız yere alındığını varsayarak birçok subayın rütbesini indirmekteydi.
İttihatçılar, alaylı subayların büyük bir kısmını ihraç ettiler. İhraç edilenlerin bir kısmına emekli maaşı bile bağlanmaması ciddi mağduriyetler oluşturdu. Bu durum orduda görev yapan kabiliyetli alaylı subayların Cemiyetin temelini oluşturan mektepli subaylara düşman olmalarına yol açtı.
Harbiye Nazırı Salih Paşa tasfiyenin alaylı subaylara yönelik olmadığını; ahlak, kabiliyet ve kapasite bakımından yapılan değerlendirmeler sonunda listelerin oluşturulduğunu söylese de bu sözler gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü tasfiyelerde İttihatçı subayların “muhbirliğinden” ve Abdülhamit döneminde Yıldız’da toplanan “jurnallerden” yararlanılmıştı.
Birçok subay rütbe tenzilinden nasibini almış; örneğin Esat Paşa’nın rütbesi feriklikten mirlivalığa indirilmiş, birçok miralayın rütbesi yüzbaşılığa, hatta mülazımlığa yani teğmenliğe düşürülmüştü. Mahmut Şevket Paşa’nın örnek olması için rütbesini Birinci Feriklikten Ferikliğe indirmesi ve “bir yıldızı kendi eliyle sökmesi” de tepkileri azaltmamıştı.
İttihatçılar “Tahdid-i Sinn Kanunu” ile de rütbelere göre yaş sınırları belirleyerek belli bir yaşa geldiği halde terfi edemeyen subayları tasfiye ettiler. Bu kanunun ordunun gençleştirilmesini sağladığı düşünülse de genç subayların savaşlarda tecrübesiz ve yetersiz olmalarıyla facialar yaşandı. Bu düzenlemelerle birkaç yıl içinde subay kadrosunun üçte biri tasfiye edildi.
HALASKÂR ZABİTAN (KURTARICI SUBAYLAR)
Yapılan tasfiyeler ve İttihatçıların kendi kadrolarını öne çıkarması sonucunda subaylar “İttihatçı-İtilafçı” ve “Alaylı-Mektepli” şeklinde ikiye ayrıldılar. İttihatçıların bu uygulamalarına karşı çeşitli rahatsızlıklar ortaya çıktı.
Ordunun içindeki bir grup subay “Halaskâr Zabitan” adıyla örgütlenerek Cemiyeti tehdit etmeye başladı. Halaskâr subaylar, ordunun siyasetten tamamen ayrılmasını talep etmekte, bunu isterlerken kendileri de “siyaset yapmaktaydılar”. Bu tehditler İttihatçı desteğiyle hükümet kuran Said Paşa’nın istifa etmesine ve yeni hükümeti Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kurmasına neden oldu.
“Baba-Oğul Kabinesi” veya “Büyük Kabine” denilen Hükümetin yanlış uygulamalarına İttihatçıların yıpratıcı muhalefeti de eklenince ülke büyük bir felakete sürüklendi. Trablusgarp Savaşı devam ederken dört küçük Balkan devletine karşı savaşa girildi.
Tasfiyelerle tecrübeli kadrosunu kaybetmiş ve ihtilaflar içine düşmüş Osmanlı ordusu Balkan Harbinde büyük bir bozguna uğradı. Savaş sonunda Kosova, Manastır, Üsküp, Ohri, Berat, Ergiri, Yanya, Selanik, Drama, Kavala ve Batı Trakya yani “Avrupa Türkiye’si” büyük ölçüde kaybedildi.
İttihatçıların “yandaş ordu” oluşturma gayretlerinin faturası çok ağır olmuş, zaafa düşen orduya yeni yönetimin basiretsiz politikaları da eklenince tam bir felaket yaşanmıştı.
“EN AHMAK ADAM BİLE ÖRFİ İDARE İLE MEMLEKETİ İDARE EDEBİLİR”
İttihat ve Terakki’nin bu ölçüde tasfiyeler yapmasına “örfi idare” yani bugünkü ifadeyle “sıkıyönetim ve OHAL” rejimi fırsat verdi. İttihatçılar 1909’da ilan ettikleri örfi idareden bir türlü vazgeçmeyerek ülkeyi iktidardan düştükleri 1918’e kadar dokuz yıl süreyle bu şekilde yönettiler.
İttihat ve Terakki bu yolla muhalefeti sindirme ve hürriyetleri kısıtlama imkânından hiçbir zaman vazgeçmedi. Ancak örfi idarenin sürekli uzatılması zaman zaman Mecliste şiddetli tartışmalara neden oldu.
Örneğin Lütfi Fikri Bey, İtalyan birliğinin öncülerinden Kont Cauvur’un sözünü Meclis’te naklederek “Örfi idare sayesinde en ahmak bir adam bile memleketi idare edebilir” diyordu. Mustafa Sabri Efendi de “Örfi İdare, kanun dışına çıkan İttihatçıların emrinde bir rejimdir… Bir korku rejimidir bu. Öyle ki, korktukça kanun dışına çıkıyor, kanun dışına çıktıkça korkuyor” demekteydi.
ORDU NE HALDE?
Bugün Türkiye bir buçuk yıldan bu yana OHAL rejimi ile yönetiliyor. OHAL’in verdiği “sınırsız” güçle bürokrasi ve ordu, bugüne kadar görülmemiş ölçüde kıyıma uğruyor. Binlerce subayın tasfiyesiyle Türk ordusunda hiyerarşinin bozulduğunu, liyakatin ortadan kalktığını ve ciddi bir “kaht-ı rical” yaşandığını tahmin etmek zor değil.
Böyle bir ortamda “Osmanlı ordusunun yaşadığı en zelil mağlubiyet” olan Balkan Harbi öncesinde yaşananlardan ve savaştaki felaketten ders alınmamış olacak ki Türk ordusu “realiteden uzak bir hamasetle” yeni maceralara sürükleniyor.
Her an bir ihbarla hapse atılmayı veya ihraç edilmeyi bekleyen, 15 Temmuz’da yaşadıklarıyla üstteki komutanına güveni kalmayan ve yanındaki herkesi “fişleme memuru ve muhbir” olarak gören subaylardan oluşan bir ordunun en küçük operasyonlarda bile büyük sıkıntılar yaşaması muhtemel görünüyor.
Bu durumda zararın neresinden dönülürse kâr olacağını hatırlatarak yüz yıl önceki felaketlerin tekrarlanmamasını temenni edelim.
Kaynaklar: A. Kırmızı, “Meşrutiyette İstibdat Kadroları”, Jön Türk Devrimi’nin 100. Yılı, 2008; N. Manav, “II. Meşrutiyette Abdülhamit Devri Kadrolarının Tasfiyesi”, BÜ SBE Dergisi, S. 2, 2017; Z. Türkmen, “Ordu-Siyaset İlişkileri”, Balkan Harbi Paneli, 2015, T. Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul 1998, C. 1.