Yorum | Bülent Keneş
Kendileri çaldılar. Kendileri rüşvet aldılar. Kendileri bol paralı toy bir ajanının önüne yatıp Suriye’deki katliamın finansörü İran’a uluslararası yaptırım altındayken nefes borusu oldular. Kendileri tekin olmayan Ortadoğu cangıllarında doyumsuz ihtiraslarının peşine düşüp başlarına türlü işler açtılar. Uzak yakın demeyip ülkelerin içişlerine kendileri karıştılar, rejim değiştirme sevdasına boylarının ölçüsünün yeteceğini sandılar. Kendileri başka ülkelerin halklarına, liderlerine, değerlerine hakaret üzerine hakaretler ettiler. Kendileri türlü terör örgütüne tırlar, uçaklar, gemiler dolusu silah ve mühimmat gönderdiler. Kendileri koskoca devleti uluslararası terör örgütleri ile iş tutan adi bir suç örgütüne, ülkeyi uluslararası teröristler için güvenli bir otobana çevirdiler…
Bu yaptıklarından, çaldıklarından, aldıklarından edindikleriyle kendilerine şatafatlı hayatlar, haram saltanatlar kurdular. Şimdi tutmuş ellerine yüzlerine bulaştırdıkları kirli hesaplarının ağır faturasını 80 milyona ödetmeye çalışıyorlar. İçimden kabara kabara haykırmak istiyorum: Hayır beyler, bu kirli fatura sizin. Türkiye’nin değil…
ERDOĞAN REJİMİ’NİN TÜKENMİŞLİĞİ KİEV’DE KAMERALARA YANSIDI
Haysiyet kırıcı bir şekilde sırtına yüklenen bütün bu taşınması zor ağır yükle neresine dokunsan dökülen Türkiye’nin içler acısı mevcut halini herhalde en iyi devletin tepesini işgal eden Erdoğan’ın Kiev’de kafasını boynunun üzerinde tutamayacak kadar tükenmiş o zavallı hali temsil ediyor olmalı. Sakın ola ki iyice cazgırlaşarak seslerini arsızca yükseltmelerine, çaresizlikten sürekli sağa sola çemkirerek herkese ayar vermeye yeltenmelerine aldanmayın. Bugün Erdoğan rejimi, Kiev’deki o acınası görüntü kadar bitmiş, tükenmiş durumda. Bu tükenmişliği “bizi çekemiyorlar”, “başarılarımızı kıskanıyorlar”, “yedi düvel bir olmuş bize saldırıyorlar”, “kalkınmamızı, gelişmemizi, Türkiye’nin büyümesini istemiyorlar” diyerek istedikleri kadar efsunlanmış tribünlerine pazarlayıp dursunlar. Nafile… Bu afra tafranın, sadece kendi tribünlerini coşturan bu gölge boksunun devletler düzeninde hiçbir karşılığı bulunmuyor.
Şuna şüphe yok ki, bugün Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar onursuz bir yalnızlığa düçar olmuş durumda. “Onursuz yalnızlık” diyorum çünkü bu aşağılayıcı yalnızlığı “onurlu yalnızlık” diye pazarlayacak muktedir yalakası şahsiyet fukaralarının olduğunu daha önceki tecrübelerden biliyoruz.
Erdoğan rejiminin ülkeyi maruz bıraktığı şey “onursuz yalnızlık”tır, çünkü Türkiye’ye dost diyebileceğimiz ya da mevcut haliyle Türkiye’ye dost olmaktan onur duyabilecek neredeyse ülke kalmadı. Yüklü bedeli peşin ödenmiş kurmaca enstantaneler dışında Erdoğan’la aynı kareye girecek kimse yok artık. Dünya âlem biliyor ki, Erdoğan uçaktan sığır etine kadar türlü şekillerde ambalajlanmış rüşvetlerle kapılarını çalabildiklerinden başkasıyla artık görüşemiyor. Medeni dünyadan bazı ülkelerin Erdoğan rejiminin onursuz yalnızlığını fırsata çevirmek ya da şerrinden emin olmak üzere yer yer yakınlık gösterileri yapmaları da sizi aldatmasın sakın!
ERDOĞAN’IN KENDİSİNİ EN RAHAT HİSSETTİĞİ YERLER DEĞİŞTİ
Mevcut haliyle Erdoğan’ın ancak elleri kendisininki kadar kirli, yüzleri insanlık suçlarıyla lekeli rejimlerden yüz bulabilmesi bir tesadüf değil. Zaten Erdoğan en fazla insanlığın ve hukukun unutulduğu bu tür yerlerde kendini rahat hissediyor. Bosna Savaşı sırasında Müslümanların kökünü kazımaktan bahseden Sırp liderin eşliğinde aynı bölgede başkalarının kökünü kazımaktan bahsedebilme rahatlığı da bundan.
Filozofların “sosyal bir hayvan” olarak tanımladığı aklı başında hiçbir insanın yalnızlığı onurlu görmesi düşünülemez. Hele hele bu, tercih edilen değil de mecbur kalınan bir yalnızlıksa kendi onursuzluğunu da beraberinde getirir. Erdoğan rejiminin yapıp ettikleri yüzünden Türkiye’nin başına gelen de budur. Türkiye’nin uzun yıllar müttefiklik ilişkisi içerisinde olduğu ve geniş bir demokratik değerler paylaşımı içerisinde bulunduğu Batı’dan uzaklaşarak hızla yalnızlaşması sürecinin hiç de kısa sayılmayacak bir mazisi var. Göz göre göre sebep olunan bu yalnızlaşma sürecinin başlarında bugün Erdoğan’ın sözcüsü olan İbrahim Kalın, döneminin en güçlü emperyal devleti olan İngiltere’nin 19. yüzyılın sonlarında formülize ettiği “görkemli tecrit – splendid isolation”dan mülhem Türkiye’nin yalnızlığını “değerli yalnızlık” olarak tanımlamıştı.
Oysa Türkiye’nin tecrit ve itilmişliğine “değerli yalnızlık” diyerek övünç meselesi haline getirmekten daha büyük bir saçmalık olamazdı. Başbakan Disraeli tarafından uygulanan “görkemli yalnızlık” politikası, İngiltere’nin kıta Avrupa’sındaki ülkelerin kendi aralarındaki itiş kakışa müdahil olarak enerji kaybına uğramak istememesi anlamındaydı. Yoksa İngiltere, Erdoğan rejimi gibi müttefiklik ilişkilerinden ve kendisini medeni dünyaya bağlayan siyasi ve etik değerlerden tamamen koparak fırtına önünde sürüklenen çürümüş bir yaprak gibi kâh Ortadoğu’nun şımarık petrol şeyhlerinden medet uman, kâh Avrasya’nın tahakkümcü bir despotuna yaltaklanan bir ülke haline gelmemişti.
BEŞ ON DAKİKALIK GÖRÜŞME İÇİN 11 MİLYAR DOLAR…
Yalnızlaştıkça arsızlaşan Erdoğan rejimi, içerideki keyfilikleri, hukuksuzlukları, zulümleri, vahşetleri ve dışarıya yönelik hakaretleri, şantajları, blöfleri ve tehditleri yetmezmiş gibi son yıllarda başka ülkelerin vatandaşlarını rehin almaya da başladı. Böylece devleti uluslararası münasebetlerinde de adi bir suç şebekesi haline getiren Erdoğan, medeni dünyadan gün be gün daha fazla cüzzamlı muamelesi görür hale geldi. Fransız lider Macron’un adeta iğrenerek görüşmek zorunda kaldığından bahsettiği Erdoğan’a dair Alman lider Merkel’in veya Avusturyalı, Hollandalı, İsveçli, İsviçreli vs. siyasilerin hissiyatını anlatmaya bile gerek yok sanırım. Düşünsenize bir, burada karakter ve ahlak olarak kendisine en fazla benzeyen ABD Başkanı Trump’ın bile beş on dakikalık bir görüşme için 11 milyar dolarlık çeki peşinen görmek istediği bir adamdan bahsediyoruz.
Sanmayın ki demokratik dünyada itibarı yerlerde sürünen Erdoğan ve adamlarının demokrasiyle arası limoni olan ülkelerdeki itibarı yüksek olsun. Şundan emin olabiliriz ki Rusya, Çin, İran, Arap ve diğer Asyalı liderlerin gözünde de Erdoğan’ın değeri ancak kendilerine yaltaklandığı orandadır. Çünkü, dost da olsanız düşman da olsanız uluslararası aktörlerin yürüttüğü ilişkiler sistematiğinde öngörülebilirlik ve güvenilirlik olmazsa olmaz bir ön şart niteliğindedir. Erdoğan ve yoz rejimine bakıp da öngörülebilir olduğunu ya da muhataplarına güven telkin ettiğini söyleyebilmek ne kadar mümkündür? Evet doğru, milli menfaatlerin ana parametre olduğu uluslararası ilişkilerde ülkelerin ebedi düşmanları olamayacağı gibi ebedi dostları da yoktur! Ama ortak değerler ve müşterek çıkarlar üzerinden uzun soluklu ortaklıkları fevkalade imkân dahilindedir. Hiçbir ortaklık da güvensizlik ve muhatabın öngörülemezliği üzerine inşa edilemez.
ERDOĞAN REJİMİ TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI İLİŞKİLER DÜZLEMİNİ DEĞİŞTİRDİ
Demokratik ülke liderlerinin tiksindiklerini saklama ihtiyacı bile duymadıkları bir rejim ve lidere, kendileri de tam demokrasi olmayan ülke ve liderlerin saygı duyabileceğini sanıyorsanız yanılırsınız. Bununla birlikte, uluslararası değerler ve ilişkiler düzleminizin insanlığın ortak birikimi olan evrensel değerlerin en gelişkin olduğu ülkelerle birliktelikten Sırbistan gibi dünün soykırımcılarına, Venezuela, İran, Suudi Arabistan, Sudan gibi günün diktatörlüklerine kayması çok büyük bir sorundur. Böyle bir düzleme geçtiğinizde Avrupa ülkeleri, ABD ve medeni ülkelerin kapıları tek tek yüzünüze kapanır. Sırf adı sizinle anılanlar bile, tıpkı Almanya ve Avusturya’nın yaptığı gibi, o ülkelerde şüpheli muamelesi görmeye başlar. Sizin ve zorba rejiminizin yapıp ettiği pisliklerden tiksinti duyanlar gün gelir, nihayet ABD’nin bir uyarı niteliğinde yaptığı gibi, topyekûn milleti cezalandırmak zorunda kalır. Dünyanın dört bir tarafındaki en saygın yayın organlarında hakkınızda her gün, azıcık onurunuz olsa sizi yerin dibine geçirecek, onlarca haber yayınlanır, analizler yapılır.
İçeride yavuz hırsız zorbalığıyla bastırdığını düşündüğü rüşvet ve yolsuzluk skandalı, dönüp dolaşıp küresel siyaset meydanında yeniden ayağına dolaşır hale gelince, Aralık 2013 sonrası içeride yaptıklarını Erdoğan bugünlerde dışarıda da yapmaya yelteniyor. Evrensel hukukun keseceği faturayı mertçe kendisi ödemek yerine, millete ödetmeye kalkıyor. Bir de üstüne şark kurnazlığı yapıyor ve ABD Yönetimi’nin vize kararını sanki Büyükelçi almış gibi sunmaya çalışıyor. Aklınca bir taraftan kışkırttığı Trump Yönetimi’ne diğer taraftan yaltaklanmaktan hala medet umuyor.
Sanki bir büyükelçinin iki ülke arasındaki köklü ilişkileri derinden sarsacak bir politikayı tek başına belirlemesi mümkünmüş gibi vize kararı konusunda aynı anda hem eziklik, hem yalvarma, hem heyheylenme ve hem de şantaj içeren şu ifadeleri pervasızca kullanıyor: “Eğer koskoca Amerika Birleşik Devletleri’ni Ankara’da büyükelçi yönetiyorsa yazıklar olsun. Çünkü bu takınılan tavır, aslında budur. ‘Sen benim stratejik müttefikime böyle davranamazsın, böyle hareket edemezsin’ demeleri lazımdı. Ama bunu diyemediler. Şu anda da bu yanlış, bu büyükelçiden gelmiştir ve büyükelçi, ‘Hükümetim adına ben bu adımı attım,’ diyorsa, eğer bunu da dışişleri bakanı, Sayın Başkan da savunuyor, arkasında duruyorsa, kusura bakmasınlar. Biz de şu anda aldığımız kararın sonuna kadar arkasındayız.”
ERDOĞAN, ZARRAB’IN İTİRAFLARINDAN NEDEN BU KADAR KORKUYOR?
Erdoğan’ı da anlamak lazım, zor durumda. Belli ki ne dediğini tam olarak kendisi de bilmiyor. Tek bildiği ve gördüğü ABD’deki Zarrab dosyasının koşar adım kendisine ve ailesine yaklaştığı. Doğal olarak Erdoğan bir türlü huzur bulamıyor, uykuları kaçıyor. Uykusuz geçen geceler sonrasında sadece kameralar karşısında uyuyup kalmıyor, çaresizlik içerisinde çareyi yumurta iyice kapıya gelip dayanmadan avazı yettiğince hır gür çıkarmakta görüyor. Bir baksanıza korku insana neler söyletiyor: “Benim kendi bankamın genel müdür muavinini kalkacaksın, hiçbir suçu olmadan alıp tutuklayacaksın. Öbür tarafta vatandaşımı (rüşvetçi Reza Zarrab oluyor kendisi), iki yıl oldu neredeyse, kalkacaksın, hiçbir şey ortaya koymadan yargılayıp, itirafçı olarak da kullanmak isteyeceksin.”
Erdoğan, Zarrab’ın kendisini de kapsayacak neleri, hangi pislikleri itiraf etmesinden korkuyor acaba? Korktuğu şeyler aslında herkesin malumu. Erdoğan belki perde önünde heyheyleniyor ama perde gerisinde yalvar yakar olmaktan da bir türlü vazgeçemiyor. İkiyüzlü bir oyun kurgulayarak çirkin bir pazarlık zemini oluşturmak için tehditten şantaja, rüşvetten yaltaklanmaya kadar her yolu deniyor. Kendisi ABD’ye rest çeker gibi kamuoyu önünde rol keserken, tüm adamlarını ABD ile arayı bulmaları için seferber ediyor.
Hırslarından yakalanan Erdoğan kâğıttan saltanatının gün be gün battığını görüyor ve tüm ülkeyi batırma pahasına yakasını kurtarmaya çabalıyor. “Kurtuluş savaşı”, “dava” dediği şey de kendi ikbali ve ailesinin istikbalinden başkasına tekabül etmiyor. Bu gerilimli ve stresli ortamda, doğal olarak, akıl ve ruh sağlığını koruması gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Kendilerini soktuğu çıkmazdan kurtarması için yine Erdoğan’ın ağzının içine bakan milyonlara ise, iki cümle yukarıda söyledikleriyle taban tabana çelişen iki cümle aşağıdaki saçmalıkları, koyunların mucizevi bir huşu içerisinde dinledikleri kaval gibi, dinlemek kalıyor.
Şöyle ki, gün geçtikçe “bir delinin günlüğü” kıvamını daha fazla yakalayan konuşmalarından birini yaptığı Perşembe günü, “Bir süredir ülkemiz, bu coğrafyadaki bin yıllık varlığı ve bekası açısından tarihinin en kritik süreçlerinden birini yaşamaktadır. İstikbalimiz için ikinci bir Kurtuluş Savaşı verdiğimiz bir zaman diliminin tam ortasındayız,” diyen de Erdoğan, bu sözleri hemen takip eden cümlelerde “Eski, o pısırık Türkiye’ye alışmış olanlar iddialı, vizyoner ve güçlü bir ülkeyi, güçlü bir Türkiye’yi hazmedemiyorlar,” diyen de.
YALANLA YELKENLERİ ŞİŞİRİLEN PEYNİR GEMİSİ BU KADAR YÜRÜYEBİLİYOR
Yani Türkiye batıyor mu, yükseliyor mu tercihi Erdoğan size bırakıyor. Bir nevi seç, beğen, al… Taban tabana zıt iki önermeyi aynı paragrafta kullanabilen Erdoğan’ın hangi önermesinin doğru olduğunu aslında herkes biliyor. Neredeyse tamamını kontrol ettiği yüzlerce medya organı üzerinden 7/24 pazarladığı “Yükselen Büyük Türkiye” palavrasının artan uluslararası hararetle suyunu iyice çektiği ve denizin bittiğini kör olmayan herkes görüyor. Yalanla yelkenleri şişirilen peynir gemisi demek ki ancak bu kadar yürüyebiliyor.
Erdoğan bir taraftan “Hamdolsun gerek Sırbistan Cumhurbaşkanı’nın Sırbistan’a indiğim anda kabinesiyle havalimanında bizi karşılaması, dün gece de uğurlarken yine kabinesiyle bizi gelip orada uğurlaması… bu da ezberleri bozan bir girişimdir,” diyerek yeni itibar ölçeğini nerelere kadar çektiğini ele verirken, diğer taraftan paranoyada nasıl bir şahikaya çıktığını şu sözlerle ifşa ediyor:
“Güney sınırımız boyunca oluşturulmaya çalışılan terör koridorunun amacının DEAŞ’la mücadele olduğunu kim iddia edebilir? Var mı böyle bir şey? Yalan. Terör koridoru, sadece Türkiye’yi kuşatmaya yöneliktir. Kimse bizi aldatmasın. Ve rejim (Şam), PKK’ya oradan ‘yanınızdayız’ diyor, Barzani’ye ‘yanınızdayız’ diyor. Dün Barzani ile çatışan rejim, şimdi ‘yanınızdayız’ diyor. PYD ile çatışanlar veya Barzani ile çatışan PYD şimdi ‘beraberiz’ diyor. Onlar, birbirinin dostudur, bizim dostumuz olamaz. Bu gerçeği bileceğiz, ona göre adımlarımızı atacağız. Suriye’yi dünyanın en büyük silah pazarına çevirenler, eli kanlı katilleri en modern silahlarla donatanlar, tüm bunları herhalde demokrasi aşkına yapmıyorlar. Bunların demokrasiyle filan alakası yok, kesinlikle yok.”
ÇATLAYAN MİLLETİN SABIR TAŞI MI, ERDOĞAN’IN AR DAMARI MI?
Erdoğan, uluslararası hukukun eninde sonunda kendisinden hesap soracağı Suriye’deki radikal terör örgütlerine illegal yollardan sevk ettiği binlerce tır silah ve mühimmatı unutmuş görünüyor. Erdoğan unutmuş görünmeyi tercih etse de hatırlamak zorunda kalacağı günlerin sayılı olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
“Son yıllarda şahit olduğu iki yüzlülük karşısında milletimizin sabır taşı çatlamak üzeredir. Şayet Türkiye’de, batılı ülkelere, kurum ve kuruluşlara güven tarihin en dip seviyelerine inmişse elbette birilerinin kendilerini sorgulaması gerekir,” diyen Erdoğan’a kesintisiz Batı düşmanlığı pompaladığı halktan başka nasıl bir sonuç beklediğini sormak lazım. Tabii çatlayanın milletin sabır taşı değil, bizzat kendisinin ar damarı olduğunu hatırlatarak…
Erdoğan çelişkiler ve tutarsızlıklarla dolu konuşmasında CHP lideri Kılıçdaroğlu üzerinden bu yazıdakine benzer eleştiriler için de önlemini almış: “Şayet biri, ülkemizin son birkaç yıldır yaşadığı açık ve örtülü operasyonları önemsizleştirmeye çalışıyorsa, o kişi bilinçli bir manipülatördür. Ülkemize diz çöktürmek için alınan kararlardan kendi hükümetini sorumlu tutan kişi aklını, hırslarının emrine vermiş bir zavallıdır. Şayet bu tarz hezeyanlar bir ülkenin ana muhalefet partisinin genel başkanından çıkıyorsa artık bu zatı, kusura bakmayın, yerli ve milli göremeyeceğim gibi bu ülkenin hassasiyetlerine kulak veren birisi olarak da görmem mümkün değildir.”
Kendisini dünyanın merkezi gören ve herkesi yargılama ve istediği şekilde mahkûm etme hakkını kendisinde bulan Erdoğan belli ki bir çeşit “millometre” cihazı icat etmiş. Böylece kim milli, kim yerli şıpın işi çözebiliyor. Şayet öyle olmasaydı kafasına bir huniyi uygun görür, “insanların milliliğini ve yerliliğini sorgulama cüretini kendisinde görecek kadar küstahlaşmak işte budur,” der geçerdik. Allah kimseyi düçar olduğu onursuz yalnızlıktan bile övünç çıkaracak kadar düşürmesin!
Budur!
NOKTA