YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Sermayesi yalan olanların huyu, hicret sonrasında da devam etti.
Bedir’i çantada keklik görmüşlerdi ama hiç beklemedikleri bir hezimetle yüzleştiler.
Üstelik, intikam hırsıyla geldikleri Uhud da aynı çizgide devam ediyordu!
Mekke ordusuna, yine kaçmak düşmüştü!
Bu esnada, Ayneyn tepesinden yakıcı bir ses yükseldi:
“Muhammed öldürüldü!”
Bu, Cuâl İbn-i Sürâka şeklinde ete-kemiğe bürünmüş Şeytan’ın sesiydi.
Hicret öncesi Necidli ihtiyar kılığında Dâru’n-Nedve’ye gelerek “öldürme fetvası” veren Şeytan, yine devredeydi.
Yalandı ama olsun; şeytanî mantık bu ya, yalandan kim ölmüş!
Kulağı Şeytan’da olanların zihninde şimşekler çaktıran bir sesti bu. Hemen sarıldı ve tekrarlamaya başladılar:
“Muhammed öldürüldü!”
Cephenin mertliğinde zafer yüzü göremeyenler, yalanın namertliğine sarılmış, hezimet sarmalından çıkış yolunu da Cehennem’e açılan zifiri karanlığın girdabına bağlamışlardı!
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ölüm haberi üzerinden gidişatı değiştirecek, sözde yalandan bir zafer devşireceklerdi!
Okçular Tepesi’ndeki zafiyetten sonra gidişat değişmiş ve bu arada İbn-i Kamia, zırhları içindeki haliyle Allah Resûlü’ne benzettiği Mus’ab İbn-i Umeyr’i şehid etmişti. Uhud’u kaynatan yalanın farkına varmışçasına haykırdı:
“Muhammed’i ben öldürdüm!”
Yalanın yamacısı da bulunmuştu!
Zil takıp oynayacak kadar çakırkeyiftiler ve fırsat fevt etmeden haberi aldı ve avaz avaz köpürtmeye başladılar!
Öyle ya, dersini İblis’ten alanlara her şey mübahtı ve İmâme’nin olmadığı yerde tespih tanelerinin de dağılıvereceğini zannediyorlardı!
Halbuki, Uhud’un kınalı kurbanı Hazreti Mus’ab’ın bayrağı yere düşmemiş, onu bir melek dalgalandırıyordu!
Ne acı ki bu haber, içeriden de destek bulmuştu; yoldan dönmeyip Uhud’a gönülsüz gelen İbn-i Selûl’ün adamları, aynı nakaratı almış, tekrarlayıp duruyorlardı.
Ortada anlaşılmaz bir garabet vardı; bedenleri Uhud’daydı ama Şeytan ve Mekkelilerin ağzıyla konuşuyorlardı! Onlardan biri, “Abdullah İbn-i Übeyy’e haber gönderelim; bizim adımıza Ebû Süfyân ile konuşup emân dilesin. Böylece topyekûn kılıçtan geçirilmekten kurtuluruz.” derken bir diğeri, “Artık Muhammed öldürüldü; Ebû Süfyân ve askerleri gelip sizi öldürmeden kavminize geri dönün!” diyordu.
Yüzü yalan, yükü yalan, sermayesi yalan, hatta hayatı yalandan ibaret olan fırsat avcılarına gün doğmuştu; gördüğü herkese bu haberi ulaştırıyor ve cepheyi terk ederek evlerine geri dönmeleri telkininde bulunuyordu!
Uğrunda ölmeyi vuslatın zirvesi gören Sahâbe’yi, en hassas noktadan vurmak demekti bu ve geçici de olsa Ashâb arasında karşılık buldu.
Can evinden vurulmuşlardı; ne aldıkları kılıç darbesi ne de hedefi oldukları ok veya mızraklar, bu denli yakmamıştı canlarını. Duyduklarının şokuyla ne yapacağını bilemeyip olduğu yerde kalanlar, elindeki kılıcı bırakıp bir kenara oturanlar, kaddi bükülmüş olarak Medîne yoluna düşenler, hatta ne yapacağını bilemeyip can kardeşine kılıç sallayanlar bile vardı!
Neyse ki Uhud’da, dersini Kur’ân’dan almış, Resûlullah’ın da rahle-i tedrisinden geçmiş bir Ashâb vardı; bu oyunu, kanlar içinde yatan Enes İbn-i Nadır gibiler bozdu: “Ey kavmim!” diyordu. “Şayet Muhammed öldürüldüyse, bilin ki O’nun Rabbi öldürülmedi. Öyleyse ne duruyorsunuz! Kalkın, siz de O’nun çarpıştığı ve öldüğü dava uğruna mücadele edin, vuruşun.”
Uhud’un ardından Cennet kokusu getiren bir duruştu bu. Üstelik, arkadaşlarının söylediklerinden dolayı hicap duyuyor ve Cânân ile hasbihalinde, “Allah’ım!” deyip onlar adına da özür diliyordu!
Ne de olsa, durduğu yeri bilenlerin hali bir başkaydı!
Haberi duyunca beyninden vurulmuşa dönen Hazreti Ömer’i o gün, “Kimseyi ‘Muhammed öldürüldü!’ derken duymayayım; yoksa hiç tereddüt etmez, kellesini alırım!” derken görmüşlerdi.
O gün Uhud’da, “Bugün bana düşen, O’nun davası uğrunda savaşıp şehid olmak ve böylelikle yine O’na kavuşmak!” diyen bir de Hazreti Ali vardı.
Ve daha niceleri…
Çetin imtihanın finalini, Ka’b İbn-i Mâlik’in serinleten sesi bitirdi:
“Resûlullah’ı şu gözlerimle gördüm; miğferinin altından kan sızıyor, ama yaşıyor!”
Onun bu heyecanına şahit olan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), mübarek elini kaldırıp sessiz olmasını işaretledi.
Heyecan güzeldi ama gürül gürül konuşması gerektiği yerde bazen sükût, cepheyi inleten münferit çığlıktan daha kalıcı tesir icra edecekti.
Aynı zamanda mü’min, akıl ve muhakemesiyle hissiyatını kontrol altına alabilen irade insanı demekti ve bunca bâdireye rağmen, “Allah’ım! Sen kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar!” diye dua eden Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) duruşu, bu manada çok şey ifade ediyordu.
Ve, o gün kimin, hangi duruşunun isabetli olduğunu tescil eden yine Kur’ân oldu:
“Muhammed, sadece Resûldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice Resûller gelip geçmiştir. Şayet O, ölür ya da öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner ve dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah, hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükafatlandıracaktır.”