Yorum | Ayşe Pınar
Yaklaşık 1,5 yıl önce Türkiye’deki zulüm ve cadı avı yüzünden yurt dışına hicret edenlerden biriyim. Yakın zamanda bebeğini kucağına almayı bekleyen bir anne olarak yazıyorum bu yazıyı. Hasretle bir canı beklerken…
Dokuz aydır türlü türlü rahatsızlıklara rağmen, sonuca odaklanarak öf bile dememeyi öğretir hamilelik insana. Yaşanacak o güzel duygu için sabır zamanıdır dokuz ay. Kucağınıza aldığınız minik, tüm sıkıntıları unutturur bir anda. Sonrası da büyük bir özveridir. 4 yaşındaki oğlumdan biliyorum. Emzirmesi, gazı, uykusuz geceleri derken bitmeyen bir maratondur bu. Yani bir evlat kolay yetişmez.
İki gündür Meriç’te yitip giden canları düşünüyorum. Yerde yatan cansız çocuk bedenlerini… Ayşe ve Uğur Abdurrezzak’ı, çocukları Abdulkadir Enes (11) ve Halil Münir’i (3).. Aynı bottaki Aslı ve Fahrettin Doğan’ı, oğulları İbrahim Selim’i (2,5).. Yitip giden yedi can, iki aile… Ne emeklerle büyütülmüştü o çocuklar… Hepsi ailesinin biriciğiydi. “Meriç’te iki aile çocuklarıyla boğulmuş” deyip geçilecek bir olay değil bu. Ağıtlar yakılacak, yürekler parçalayacak, uykular kaçıracak, gözyaşını kurutacak bir hadise bu.
BOĞULUYORUM… BOĞULUYORUM…
İki ailenin haberini ve detaylarını okuduğum günden beri elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Hiç tanımadığım bu iki aileyi geride bırakmış gibi bir suçluluk var üzerimde. Yediğim, içtiğim haram gibi geliyor. Çocuğumu severken utanıyorum. Ne eve ne içime sığamıyorum. Oda değiştiriyorum, bahçeye çıkıyorum gözümün önünde beliriyor sürekli bu aileler. Eğer ülkeden erken çıkamasaydık biz de aynı akıbeti yaşayacaktık belki.
Empati kuruyorum, boğuldukları geceyi hayal ediyorum. Ne darbeden haberimiz var, ne hainlikten. Ülkemize karşı zerre kötülük yok içimizde. Bilakis bu ülkeye nasıl hizmet ederiz diye düşünmüşüz hep. Kimseye kötülüğümüz olmamış, devlet malı yememiş, haramdan akrepten kaçar gibi kaçmışız. Ama peşimize düşen zalimler yüzünden ve ailemi bir arada tutmak istediğimiz için eşim ve oğlumla sessiz sedasız kaçıyorum zulümden. Gecenin zifiri karanlığında saatlerce yürüyoruz, sonra Meriç kıyısına geliyoruz. Eski bir botla karşıya geçeceğiz, umuda geçeceğiz. Biniyoruz hepimiz. Başka bir aile de var. Eşimle oğlumuza sıkı sıkı sarılıyoruz. Fakat bir süre sonra bot taşımıyor bizi, su alıyor, sağa sola yalpalıyor ve devriliyor. Oğlum “anne” diye bağırıyor. Küçücük bedenini tutmaya çalışıyorum ama dalgalar ayırıyor bizi. Eşimi de oğlumu da karanlık, buz gibi sularda kaybediyorum. Ben de batıp batıp çıkıyorum, gördüğüm sadece gökyüzü ve suyun karanlığı. Boğuluyorum, boğuluyorum…
KEŞKELER… KEŞKELER…
İşte böyle yitip gitti Meriç’te hayatlar. Keşke gelebilselerdi, Meriç’in merhametsiz sularını geçebilselerdi de tanışsaydık, evimde misafir etseydim onları. Çocuklarıyla oynasaydı oğlum. “Yoruldunuz artık dinlenin biraz, kapınız her an içinde çalınacak, polisler gözaltına alıp evlatlarınızdan ayıracak diye korkmayın, huzurla uyuyun, geçti artık, güvendesiniz” deseydim. Sonra, “Bakmayın geriye, ülke sizin gibi ömrünü tertemiz geçirmiş insanların kıymetini bilemedi. Varsın arkanızdan, kaçtı hainler desinler. Elbet birgün utanırlar. Şimdi önünüze bakın, evlatlarınızın geleceğini düşünün” diyebilseydim. Ev tutmalarına, eşyalarını almaya, yeni bir hayat kurmalarına yardımcı olsaydım. Çıktıkları boğucu atmosferi unutmaları için destek olsaydım.
Ne çok keşke var ama artık faydası da yok. O aileler artık hayatta yok.. Başını önüne eğmesi gerekenler, arkalarından oh olsun, zaten fetöcüymüşler diyorlar. Varsın desinler.. Kalbi kurumuşlar anlamazlar, görmezler, dinlemezler. Güneş balçıkla sıvanmaz. Onlar hicret için çıktıkları yolda ruhlarını teslim etti. Geride kalan vicdanı ölmüşler gibi insanlıklarını kaybetmediler. Ama biz ölesiye üzüleceğiz, kardeşlerimiz ölüyor, eskisi gibi olamayacağız.. Bu hüzün ölene kadar bizimle..
Yahya Kemal’in dediği gibi…
‘Ölenler öldü, kalanlar muzdarip kaldık
Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık’