Olana teşhis koymak neden önemli? 

YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN

Olana teşhis koymalıyız. Bunu yapmadan kendi alacağımız bireysel pozisyonu da belirleyemeyiz. Tabii bireysel pozisyon alanlardan veya böyle bir isteği olanlardan bahsediyorum. O halde gelin bir genel durum değerlendirmesi yapalım. 

Her durum değerlendirmesi kısmen eleştiri de içerir. Bu geleneği bozmayayım. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra birçok gazeteci, akademisyen ve uzman Türkiye’nin geleceğine ilişkin analizlerini, tahminlerini ve öngörülerini gözden geçirmeye başladı. Haklılar. Çünkü en temel mesele, en başında paradigmanın iskeletini oluşturan sabiteleri doğru tespit etmekti. Çoğu bunu yapamadı. Ve yanıldılar. Seçimler yoluyla rejimden kurtuluşa ilişkin genel geçer ön kabul böylece yerle bir oldu. 

Oysa son yedi yıldır ben yazmaktan, siz okumaktan bıkmadınız: bu rejim seçimle gitmez. Ya içeride bir çöküntüyle, ya da dışarıdan bir etkiyle yıkılacak. Her ikisinin aşağı yukarı eş zamanlı olması da elbette olası. Fakat kesin olan şu ki, demokratik yolla bu rejimden kurtulmak mümkün değil. 

Sosyal bilimler, doğa bilimlerinde olduğu gibi net yasalar ortaya koyamaz. Bununla beraber, bazı esasları iyi tespit eder. Demokratik hukuk devletleri kırılgandır ve demokratik yolla başa geçen bir iktidarla birlikte işlevsizleşebilir. Ancak işlevsizleşmesi kritik eğiği aşmış ve yeterince otoriterleşmiş bir iktidar, seçimlerle gitmez. Öncelikle otoriterleşmenin kritik eşiği aşıldıktan sonra seçimler adil ve özgür yapılamaz. Türkiye’de olan tam da buydu. Esasında yıllardır ben de, birçok başka meslektaş da söylemekten yoruldu. Türkiye hukuk devletine ilişkin ne kadar özelliği varsa son on yılda kademeli olarak tümünü yitirdi ve devletin anayasal mimarisi çöktü. Düşünün ki, uzunca süredir bu rejim astığı astık, kestiği kestik, elinde yargı erkinin tüm gücünü toplamış bir şekilde karşısına çıkan tüm potansiyel muhalifleri etkisizleştiriyor. Selahattin Demirtaş ve on Kürt vekil, yıllardır hapishanede. Ya da rejim yine istediği medyayı yok edebiliyor. Kapatılan gazete ve televizyonların haddi hesabı yok. Kapatmadıklarını da hizaya soktu zaten. Muhalefetimsi olanları da tek tük kaldı, ama onlar da rejimin belirlediği oyun kurallarına göre davranıyor. Tıpkı siyasi partiler gibi. CHP ve AKP arasında, örneğin konu KHK’lılar veya Gülen Cemaati’ne tasnif edilenler olunca, tam bir uyum var. Rejimlerin en önemli özelliği, yukarıda vurguladığım “oyunun kurallarını belirleme” kapasitesidir. Bununla doğru orantılı olarak konsolide olurlar. Diğer bir ifadeyle kendilerini empoze ederler. İktidar ve dil arasındaki ilişki böyle bir şey. O dili oturttuktan sonra, güç öyle bir düzeye çıkar ki, artık konu iktidar olmaktan ziyade rejim olur. Sosyal bilimler her ne kadar doğa bilimlerinde olduğu gibi “kanun” ortaya koyamasa da, ana ilkeleri ve eğilimleri belirleyebiliyor. Otoriterleşen devletlerde iktidarın rejime evrilmesi konusunda yapılan çok sayıda çalışma, otoriterleşmenin iç dinamikler üzerinden ters istikamete dönüştürülmesinin imkânsıza yakın olasılıkta olduğunu ortaya koyuyor. 

İşte bunları, seçimlerden önce yazıyordum. Ve sürekli “karamsarlıkla” suçlanıyordum. Beni eleştirenler, insanlara umut vermem gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Seçimlere kısa zaman kala ben de “madem öyle, çok zorlamayayım” noktasına geldim. Kılıçdaroğlu seçilirse en azından değişim şansı artar diye düşündüm. Oysa Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa ittifakı, kullandıkları siyaset dili üzerinden bunun olmayacağını adeta mütemadiyen ve yüksek sesle ilan ediyorlardı. Mülteci/sığınmacı karşıtı retorik, anti-Kürt dil, KHK’lılar konusunda net tavır alamamak gibi birçok işaret, muhalefet denen yapının esasında ana işlev olarak rejime meşruiyet devşirdiğini ortaya koymaktaydı. Nitekim seçimler sayesinde Erdoğan dünyaya “Türkiye demokrasisinin işlediğini” (!) ispat etti. Benim bile tahminlerimde aklıma gelmeyen bir pasiflikle, Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa paydaşları “adam kazandı” tadında bir kabullenme zafiyeti sergilediler. YSK’ya yapılan adet yerini bulsun itirazlarının dışında dişe dokunur hiçbir demeç, direniş, sorgulama, dik durma gerçekleşmedi. Oysa ben seçim sonuçlarına topyekûn itiraz edeceklerini tahmin etmiştim. Beni yanılttılar. Erdoğan’ı hiç zorlamadan havlu attılar. Rejimin dümen suyunda olduklarını kamufle etme gereği bile hissetmediler. Rejimin muhalefeti yine rejime can suyu oldu. 

Demokrasi beklentisi bir başka bahara kaldı, bu bir. Ama ikincisi, demokrasiyi kendi partisinde bile uygulamayan bir partiden nasıl demokrasi çıkar sorusunu sormayan sözde uzmanlara ciddi bir şamardı bu. Bu zevat Kılıçdaroğlu kem küm etmeye başlayıp genel başkanlığa devam tavrı aldığında da pek bir şaşırdı. Delegelerin iradesine ipotek koyamam bahanesiyle, CHP içerisinde aynı tas aynı hamam bir gidişat olması, demokratik yollarla Erdoğan’dan kurtulacaklarını sananlara ciddi bir hayal kırıklığıydı, dediğim gibi. Fakat esas mesele, zaten parti içi demokrasi işleseydi de, CHP içerisinde bir demokratik ve sol ekip başa geçmeyecekti. Nasyonalizmden beslenen CHP kimilerine antipatik ve moral bozucu bir ifade gibi de gelse, gerçek buydu. Türkiye siyasetinde her şey İslam-Türklük hattı üzerinden şekilleniyordu. Tüm partilerde bunun bir karışımı vardı. Bu Türk partileri grubunun dışında kalan tek parti, HDP, zaten tüm partiler tarafından yalnızlaştırılmış ve tecrit edilmişti. Yine de Kürtler bir gayret Kılıçdaroğlu’na destek verdiler. Oysa dediğim gibi durum umutsuzdu. Böylece Kürt siyasi hareketi partiyi Türkiyelileştirme rotasını sorgulamak noktasına geldi. Selahattin Demirtaş aktif siyasetten çekilme kararı aldığını duyurdu. 

Tüm bu gelişmeler esasında Erdoğan’a yarıyordu. Erdoğan Türkiye siyasetinin bir tür orkestra şefi gibi, olayları belirleyebiliyordu. Belki de reisçi tabanın en çok hoşuna giden de buydu. Türkiye insanı kazanını sever. Kazananın hileyle hurdayla mı yoksa bileğinin hakkıyla mı kazandığının fazla bir önemi yoktur. Erdoğan bunu iyi biliyordu. Karşısındaki kitlenin psikolojisini iyi çözmüştü. Ben mi patates mi, karar verin türü bir formülasyon, itiraf edeyim, dâhiyaneydi. Türkiye’nin Norveç olmadığını anlamamakta ısrar eden uzmanlar, Türkiye insanının da necip falan olmadığını sanırım artık iyice anladılar. Emin olun Erdoğan seçimden bir gece önce televizyonlara çıkıp 17 Aralık tapelerinin gerçek olduğunu da söyleseydi, yaklaşık her iki seçmenden birinin oyunu alırdı. Türkiye siyasetinde seçmenin oy verme davranışı rasyonel ve nesnel argümanlar ve çözümlemeler ışığında gerçekleşmiyordu. Kamplara ayrılmış toplum, kendi klanının liderine destek çıkıyordu. Erdoğan İslamcı-Muhafazakâr mahallenin reisiydi. Ve bu mahalle sayıca çoktu. Matematik bu kadar basitti. 

İç ve dış kırılganlık dışında rejimin yıkılma olasılığı yok. İçeride favori teori ekonomi! Ekonomik bir çöküntü durumu olmasını, birçokları gibi ben de sistemin en ciddi iç zafiyeti olarak okuyorum. Fakat Erdoğan bunu kendi işine yarayacak bir araca da dönüştürebilir. Dışarıda ise, ekonomiye bahane bulmak için dış bir ulusal dava yaratmak adına kumar oynayacak bir Erdoğan’ı olası görüyorum. Bu olursa dış tepki sert olabilir. Ve Türkiye Rusya, İran veya Venezüella gibi uzun süre dayanamayabilir. Bu senaryoları önümüzdeki yazılarda yine konuşuruz. Şu aşamada gözlemlemek ve analize devam etmek önemli kanısındayım. 

Sanırım sürgünde muhalifler için bu yaz Türkiye’ye gitme planları suya düştü.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. İmla hataların düzeltilmiş hali. ilk yorumu silebilirsiniz.

    Rejim futbol maçında rakibibin her defasında yere düşmesi ile maçı kazandı. Sonra ayakta durmasını beceremeyenler geldi Tayyipi tebrik ettiler.

    Tayyipi gören “ah” diyerek yere düşüyor ve Tayyipin önünü açıyorlar. Sonra teşhis koyuyor. Köylerden gelen futbolcuları yeterinde hazırlayamadık. Tayyip ayaklarını kaldıramadan sürüklüye sürüklüye gidiyor ve golu atıyor. Atamasa da YSK devreye giriyor yada şikeci oyuncular devreye giriyor.

    Sloganlar hep Tayyip lehine oluyor. Muhtemel slogan atanlara bahşiş, çay verilecek.

    Yani aslında altta bir dram yaşanıyor. İnsanlar fakirlikten güçlü lidere bürünüyor. Köpek bile ekmek gelecek yerde saatlerce beklerler..

    2010 referandumunda her yeri sattılar diye panik yapanlar, ben başımı örtmem diyenler 2010 sonra hiç seslerini çıkarmasılar. Meseleyi aşırı sembolleştirdiler ama semboller meseleleri çözmedi. çünkü içten oh olsun diyorlardı.

    Otobanda Tayyipin basması ve sarayına ulaşması en büyük zevkleri oluverdi.

    Sanki müslümanlara hollywoodun filmi seyrettiriliyor. Ama bu film aslında gerçek. Daha bunu ayırt edemıyor şaşkınlar.

    Rejim büyük tuzaklarla dolu. Ele geçirilen bir rejim herşey ele geçirmiş demektir. Mesela okullarda Allah yoktur bile öğretebilir. İtiraz eden çocuklar dışlanırlar. Hatta zamanla bu çocuklar üzerinden terör örgütü kurarak Allah vardır diyen çocukları o toplama kamplarına alırlar.

    Peki bu hayal mi? O zaman Kürtlere ne yaptılar ya benimsin yada teröristsin demediler mi? Kürt aydınları pkk ya, müslüman alimleri ışide öldürtecekler.

    Zaten bütin bu sahneler gerçekleşsin diye chp uzun vadede Kemalist söylemi ağzına almıyor. Çok plancılar çok.

  2. -Erdoğan kaybetseydi, elbette gidecekti. Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’nun atadığı İçişleri Bakanı Canan Kaftancıoğlu ile bakan yardımcısı M.E.Çaman; “ne yaparsak Türkiye’ye ve Türk halkına daha çok zarar verebiliriz” anlayışı ile çoktan çalışmalara başlamış olurlardı.
    Kaftancıoğlu, Çaman ekibinin ilk yapacakları faaliyetler sanırım; bölünmenin ön adımları olan belediyelere özerklik, anadilde eğitim, sözde Ermeni Soykırımını tanıyarak toprak ve tazminat verilmesi, Türk milletinin moral çöküntüsünü hızlandırma adımları atmak şeklinde olurdu.
    Irak ve Suriye zaten bölünmüş durumda, Türkiye’den koparılacak büyükçe ve Akdeniz’e uzanan toprak parçası ile Büyük Kürdistan ilan edilirdi.
    Yazar, Türk milletinin necip, temiz, asil olmadığını iddia ediyor. Chp’ni işgal etmiş kripto Ermenileri seçseydik, kendi başımıza çorap örseydik, o zaman necip olurmuyduk.
    Çaman; kendini “sürgündeki muhalif” olarak tanımlıyor, Abdülhamid dönemine gönderme yapıyor. Abdülhamid’in ceplerine bolca harçlık koyarak sürgün ettiği bu sözde aydın muhalifler arasında Çaman ayarında birileri var mıydı, bilmiyorum ama, Çaman’ın görüşleri, Türk milletine bakışı dikkate alındığında olacağını sanmıyorum.

      • Canan Kaftancıoğlu’nun sözde Ermeni Soykırımını savunduğu, Chp’ne il başkanı olduğunda asla geri adım atmadığı saçma mı.
        Oysa Kaftancıoğlu sırf bu özelliğinden dolayı, yani Türk düşmanı olması sebebiyle il başkanı yapıldı. Çünkü geçmişi, ailesi, fikirleri zaten biliniyordu, bilinçli olarak bu mevkiye getirildi.
        M.Efe Çaman’ın tr724’de yazdığı bütün makalelerinde ille de lafı oraya getirerek, Türklerin soykırımcı olduğu, kötü insanlar olduğu, Ermeni, Kürt, Süryani, Rum, vb. soykırımı yapmakla suçladığı yalan mı, saçma mı.
        Çaman’ın makaleleri sır değil, gizli değil, açın, okuyun.
        Bir insanın kendi doğduğu ülkesini, beraber yaşadığı halkını, milletini sevmesi dünyanın her yerinde olağan bir şey. Türkiye’de ise bu milliyetçilik hastalığı olarak görülüyor. Çünkü Çaman gibi, Hasan Cemal gibi çakma sosyal demokratlar bizi böyle düşünmeye yönlendiriyor.
        Çaman, bir konuyu daha asla atlamıyor. Öz be öz Türk olan Alevileri, sanki kendisi Alevi yanlısı imiş gibi kışkırtmaya çalışıyor. Oysa ki Çaman’ın Alevi, Sünni, Müslüman, Hristiyan, vb. umurunda olacağını sanmıyorum. Alevileri, Türklerden ayrı bir konuma oturtmak ise en çok Almanya’nın istediği şey.

  3. 90 larda, ODTÜ Fizikte okuyan bir arkadaşım, Komunizm fikrini savunan arkadaşlarında 2 tip insan tipine rastladığını söylemişti.

    1. grup: İdeolojik bir körlüğe kapılmış kesim. Komünizm fikrinin yeniden dirileceğine inanan kesim.

    2. grup: Rusyanın dağılmasıyla, derin bir hayalkırıklığı yaşayan, hayatı anlamsızlaşan, ama uyanan, yaşamı yeniden yorumlamaya çalışan, onun gerçekleri içinde kendine yer edinmeye çalışan kesim.

    Danimarkalı yönetmen Lars von Trieri muhakkak duyanımız oldu. Filmlerini izlemenin cesaret isteyeceği bir yönetmen. Deccal, Anti-Christ, Melankoli vb filmlerin yönetmeni ve senaristi.

    Filmlerde gerçekten inandığımız şeyleri, bazen şeytani, bazen gerçekçi, bazen de ilahi çerçeveden önümüze sunup, gerçekten öyle mi? sorusunu muhakkak insana sorduruyor

    Emin misin?

    Aslında sende emin değilsin, sadece bastırıyorsun?

    Bence sen gerçekçi bakmıyorsun olaya?

    demeye getiren bir cesaretle, insanın ruhuna saldırıyor.

    Evet bildiğiniz saldırıyor. Öyle arka yollar, göndermeler vs değil, Şeytanı görüyorsunuz bazen, bazen bir MELEK yetişiyor sanki. Ve bazen melek gibi konuşanın şeytan olabileceğini, şeytan gibi yaklaşanın da aslında melek olabileceğini önceliyor sanki.

    Bu bakış, film eleştirmenlerince de savunuluyor. Ekşi sözlüğe girin, bu bağlam da bizzat izleyicilerin yorumlarını okuyun da görün demek istediğimi. Tabi önce birkaç filmini izlemek şartıyla.

    Şimdi yazacağım nokta da biraz buna benzer. Biraz ruhlarınıza saldırılmış hissedebilirsiniz, hırpalanmış hissedebilirsiniz, ama amacım Lars von Trier gibi yapmak değil.

    İnanclara mesafeli, bir zamanlar psikolojik tedavi de gördüğü söylenen bu yönetmenin sadece metodunu kullanıcam.

    ODTÜ lü komunistlerin hayal kırıklığı yaşanlar ile yılmadan yıkılmadan o inancı bağlılığını devam ettirenlerden bu nedenle bahsettim.

    Uzatmadan soruma geçeyim.

    İnandığınız şey, gerçeklerle örtüşmüyorsa, gerçekleri mi kabul edersiniz, yoksa inandığınız şeye mi devam edersiniz? (İnandığınız şeyden kastımın DİN olmadığını, ama Din eksenli bir düşüncenin hedefleri, iddiaları bağlamında düşünün.)

    Mesela, Bediüzzamanın, Ümit var olunuz, 21. asırda en yüksek ve gür sadası olacaktır, düşüncesini, bu zulmün bitmesine adres olarak mı gösteriyorsunuz?

    Bu zulmlerin bitmesini, “işaret edilen o güzel günleri” referans alarak, demek ki bitecek olarak mı algılıyorsunuz?

    Ya ömrü hayatınızda, kalan 10 yılda, 20 yılda bunu görmezseniz, zulmun bitmediğini,i Bediüzzamanın, bu beşaretine ötesi Bediüzzamana olan itimadınız sarsılacak mı?

    Erdoğan zulmünün belirli bir süre de bitmesini haklılığınızın delili mi sayıyorsunuz?

    Erdoğan zulmu bitmezse, daha uzun yıllar kalırsa, ve ondan sonra da sistemleşirse, bugün ÜMİT vaadeden büyüklerinize, itimat ettiklerinize olan manevi bağlarınız zedelenir mi?

    sonuç odaklı mısınız? Sonuçlar üzerinden haklılığı içinizden sorguluyor musunuz?

    Süreç uzarsa, zulm devam ederse, kendinizi kandırılmış hisseder misiniz?

    Çok güzel günler görmenin bir şekilde size doğrudan/dolaylı olarak vaad edildiğini düşünüyor musunuz? Öyleyse, o güzel günler önümüzdeki yıllarda gelmezse, düşüncenizde kaymalar olur mu?

    Zamanı geriye alabilme imkanınız olsaydı, hizmette olur muydunuz, olmaz mıydınız?

    Erdoğan Rejimini, zulmunu yaşayan olarak, önümüzdeki 5 yıl-10 yıl içerisinde, Erdoğan rejiminin, sisteminin bitmediğini görürseniz, Hizmet ideali ve düşünceniz yıpranacak mı?

    Bir hayal kırıklığı hissine kapılmış hissedecek misiniz?

    Değer verdiğiniz büyüklerine bakışınız değişecek mi?

    Bu soruları yazarken kendime de sordum elbette, özetini şu soru üzerinden vereyim.

    Zamanı geri alabilme imkanınız olsa, hizmet hareketinin düşüncelerine aktif katılır mısınız yine?

    EVET…

    Şimdi ikinci kısma geçelim bu satırların ardından. Gerçeklik kısmına.

    …………………………………………………………………………………………………………………………………….

    Bir TV programında denk geldim. Alanında uzman 2 kişi şöyle konuşuyordu.

    12 Eylülü görmemiş, o zaman reşit olmayan kesimde, herşeyin birşekilde yoluna gireceğine yönelik bir İNANÇ var.

    12 Eylülü görmüş, o zaman reşit olanlarda da, herşeyin bir şekilde kötüye gideceğine yönelik İNANÇ var.

    Tabi, inanç dersekte, bildiğimiz DİNSEL boyutu olmayan, bir çeşit TUTUM bu diye eklemişlerdi.

    Tespitlere katılıyorum.

    Cüneyt Arkının filmleriyle yetişmiş 12 Eylül sonrası nesil,

    finalin muhteşem olacağı,

    kötü adamların bir noktadan sonra tek tek devrildiği,

    film sahneleriyle büyüdüler. Öncesinde adam gibi film sektörü olmadığı için zaten onlarda filmler değil gerçekler ön plana çıkıyordu.

    Kısaca karşımızda iki nesil var…

    1) Film izleyerek yetişen sonraki nesil.
    2) Gerçeklerin tadını yaşayarak büyümüş önceki nesil.

    Mehmet Beyin, yazısında değindiği görüşün özü sanırım, Pollyannacılık değil gerçekçilik.

    Ve bu gerçekçilik bize güzel şeyler sunmuyor.

    Mehmet Beyin yazısında bu iki nesilden, filmlerle büyüyen nesil psikolojisinin ortamı domine ettiğini ama bunun gerçeklerle bağdaşmadığını söyleyebiliriz.

    Filmlerle büyüyen nesil psikolojisi ortamı domine etmesini elbette şöyle de algılamıyorum:

    12 Eylül görmüşler farklı düşünüyor,

    12 Eylülü görmemişler farklı düşünüyor…

    Akıl yaşta değil başta, akla göre hareket etme, analiz etme de, yeni nesilden de bu fikre çok katılan var elbette, ama şu da gerçek ki, yaşı biraz olgun olanlar, yaşanmışlığın tecrübesiyle, ki bu tecrübe kitaplardan okunarak elde edilemeyecek kadar büyük, Bilgece bir tecrübe.

    Erdoğanın demokratik yollarla gitmeyeceğini söyleyen, Mehmet Efe Caman bey de, bu tespitiyle aslında önceki neslin çözüm yöntemini de bir şekilde savunmuş oluyor.

    Herşey sonunda en güzel şekilde bitmez, iyiler en sonunda kazanmaz fikri,

    bizi aslında şuna götürebiliyor.

    Kötüler de kazanabilir. Kötüler, tüm iyi niyetlerine rağmen iyilerin, sonunda yine de onlar kazanabilir.

    Nedense ben yukarda bahsettiğim fikre katılıyorum.

    Kötüler başından sonuna kadar hep var olup, final de yine onlar kazanabilir.

    Sadece, iyilerin iyi olmaya başladığını gördüğümüz an, bir kazanma değil, sıra gelmiş, doğal ömrünü tamamlamış, bir devri daimden başkası olamayabilir anlayacağınız savunduğum fikir.

    Tarihte iyilik dönemleri ile kötülük dönemleri, zulm dönemleri de diyebiliriz buna, devri daimle gerçekleşmiş.

    Öyle saman alevi gibi yanıp sönmüyor her zaman anlayacağınız.

    İhtimal çoğunlukla, hatta devasa bir çoğunlukla, kötüler yıllarca hüküm sürüyor, ve beklenilen 50 tane finalde de hep kazanıyorlar.

    Sadece devri daim mantığıyla, doğası gereği bitmesi gerekiyor, zulm aktörleri ölüyor, yaşlanıyor, sistemleri sürdürülemez oluyor, yerini yenisine bırakıyor.

    Yenisine bırakılırken ana motivasyon da, İYİlerin sistemi yerine, eski sistemin artık sürdürülemez oluşu.

    Bu nedenle tekrar neden devri daim dediğimi açıklamışta oluyorum.

    Günümüze gelirsek, Erdoğan İktidarı 20 Küsur yıldır var. Yolsuzluklarla hırsızlıklarla geçen baştan sonra bir iktidar olsa da, esas görünür olduğu dönem 17/25.

    17 25 Aralık da ensesinden yakalanan sistematize hırsızlık ve yolsuzluk rejimi, üzerinden tam 10 koca yıl geçmiş olmasına rağmen artarak devam ediyor.

    En azından bir ivme yakaladı ve bırakmıyor.

    En ufak bir muhalif seste, ensesine biniyorlar, bu nedenle artarak devam ediyor yahut ivmesini bırakmıyor diyorum.

    Sadece, muhalif ses, durun diyen bir aklı selim kalmadı orta da, bu nedenle durulmaya çalışılıyor sanıldı.

    Kötülük, saf kötülüğe dönüştü, sistemleşti artık.

    Finali de sanırım kaç defadır hepimiz bekledik…

    Tüm bu sefer dediğimiz finaller Erdoğanın zulm sisteminin işine yaradı ve devam ediyor.

    Peki, neden bu kadar ümit?

    Neden bu kadar finalin güzel olacağına yönelik olumlu hisler?

    İnanç, ideoloji ve tutum diyorum cevap olarak.

    Her birini ayrı ayrı besleyenler var.

    Tutum, çünkü, depremler hariç gerçek anlamda felaket görmemiş nesil için, işler bir şekilde tolere edilecek düzeyde devam etti 12 Eylül sonrasında. Bu nedenle bu tutumda olanlar yine böyle az çalkantı olur, sora ama düzelir fikrindeler.

    İdeolojik bakanlara da gerek yok sanırım, bir idelojinin dayatmasıyla, hepsi düşünce olarak domine edileceği hayaliyle ömürlerini geçiren kesim bunlar. Uyuyanları uyandırmak da kolay değil.

    Komunizmin çökmesine rağmen, ODTÜ de vaktiyle, hala onun hayaliyle, öğretileriyle, kitaplarıyla yetişen arkadaşlarının halini anlatan bir dostum, ne olursa olsun, tekrardan insanların doğruyu görüp, bu komprodor sistemden az geçeceğini savunanlar var demişti. Gerçeklikten kopmuş, ideolojisinin körlüğüyle yaşayan kesim bu.

    Bunun yanında, hayal kırıklığı yaşayan kesimde var demişti. Bunlar uyanmış kesimdi. Rusyanın dağılması büyük bir hayal kırıklığı yarattığı, uyanışta demişti, içlerinden bazılarına.

    Kısaca, ideolojik olarak bir meseleye bakanları uyandıracak tek şey, hayal kırıklığı boyutundaki neticeler.

    Son seçim sonrası, ideolojik sol kesimde, kısmen de olsa bunu hissetsem de, hala o ümit o kesim de de var olduğu için, daha onlara da uyuyorlar diyorum.

    Gelelim, bizi ilgilendiren, Mehmet Beyin yazısının devasa okuyucusu olduğu, benim de dahil olduğum kitleye.

    Zulmlerden nasiplerini almış, hizmet hareketiyle bir şekilde ilintili kitleye.

    Bu kitlenin motivasyonu inanç temelli.

    Herşeyin güzel olacağına yönelik beklentinin temeli de İNANCA dayanıyor.

    Bunun temel noktasını da Kurana, hadislere dayandırıp, sürekli o günün gelecğine, zalimin zulmünün cezasını göreceğini İNANÇ ve bundan hareketle, Erdoğan ve sisteminin de şiddetli bir şekilde İlahi bir cezalandırmayla muhatap olacağı hususu.

    Bu düşüncenin aksini düşünmek, bir çeşit Kuran ve Sünnette belirtilen hususlara karşı gelmek gibi dahi düşünülebiliyor.

    Peki gerçekten durum böyle mi?

    Gerçekten, Kuran ve Sünnette, zalim cezasını çekiyor mu BU DÜNYA DA?

    Uzatmadan, bu konuya cevabı bir link ile paylaşayım.

    https://sorularlarisale.com/zalim-allahin-kilicidir-onunla-intikam-alir-sonra-ondan-intikam-alir-zalimden-bu-dunyada-muhakkak-intikam-aliniyor-mu

    Paylaştığım linkte, mussoliden, hitlerden, stalinden, leninden bahsetse de, bir Hülagü, Cengizhan vb de eklenebilir ki birilerine onlarında acımasızca zulm yaptıkları ortada.

    Akıbetleri de öyle bildiğimiz dillere destan bir sonla olmadı.

    Öyleyse, soruyu daha özelleştirerek sorayım.

    İnanç, din yönüyle dahi, Erdoğanın zulmunün bu dünyada devri daim sürecine kadar devam etmesi, hatta sistemleşmesi ortada iken, neden hizmet camiası çok yakın zamanda biteceğine dair İNANÇ taşıyor?

    Oysa, pek çok zulm ve zalim sistemi onyıllarca sürmüş, hatta bir sistem olarak devletlerin ömrü kadar sürmüş.

    Dinin, İnancın, böyle bir taahhüdü yok iken, var mış gibi bir tutuma büründük, doğru mu?

    Dinin kesin olarak vaad etmediği, bu dünya da, bir zalimin, zalim sistemin hemen cezalandırılacağı, devri daimi gereği, doğası gereği zaten uzun bir süre sonra bitmesi dışında, ibret bir şekilde sonlanmasına yönelik İNANÇ, aslında dinin kendisine aykırı değil mi?

    Aslında, Hizmet İnsanının böyle bir inanış taşımasının, din temelli bir yorulmaya dayandırılmasının tartışılması, eleştirilmesi değil kastım.

    Dikkatimi çeken şey zaman. 17 25 Aralıkla başlayan ülke çapında bir durum, ve bunun sistematik bir zulm dönüştüğü özellikle son 7 yıl. 15 Temmuz sonrası.

    Gerçekler, ortada. 17 25 i milat alırsak, 10 yıl,

    15 Temmuzu esas alırsak, 7 yıldır süren bir sistematik zulm.

    7 yıl, 10 yıl insani bakışla kısa gibi gelebilir, ama inanç bakışıyla, sosyolojik bir toplum bakışıyla bakıldığıda, çok kısa bir süre diyorsanız, zaten konuşacak bir şeyimiz kalmıyor.

    70 yıl süren bir insan hayatının, yetişkinlikle geçtiği 50 yılın, 5 de 1 inin zulmle geçmesini, hafife almak derim buna.

    Basbayağı, nereden bakarsanız bakın, özellikle 7 yıllık bir zulm, basbayağı uzun mu uzun, hatta upuzun bir zulm.

    Vurgulamak istediğim noktaya değiniyorum tam da buradan.

    İYİ NİYETLİ BAKIŞ, OLUMLU BAKIŞ, HERŞEYİN DÜZELECEĞİNE YÖNELİK TUTUM, İNANÇ….bir gün Gerçekle karşılaşabilir.

    Maocu komunizmanın, Leninli, Stalinli Komunizmin, onyıllarca, süren zulmü ortada iken,

    7 yıldır, 10 yıldır süren bir zulm sisteminin daha da devam etmeyeceğini düşünmek Rasyonel mi?

    İşte değinmek istediğim nokta bu.

    İnancın, dinin bunu garanti etmediği kısmını seçeneğin teke indirmek için verdim de aslında.

    Din, zalimin zulmunun bırakın hemen cezalandırılmasını, daha bu dünyada cezalandırılmasını net olarak taahhüt etmiyor ise, ve insanlık tarihinde gözümüzün önünde de on yıllar süren zulm sistemleri duruyorsa,

    geriye tek şey Rasyonal bakış, gerçeklerle bakış kalıyor.

    Ve bu nedenle Mehmet Efe CAMAN beyin yazısını değerli buluyorum.

    Ve üzerinde düşünmemiz gereken temel noktaya geliyorum.

    Acaba farkında olmadan,

    Bediüzzamanın, Hocaefendinin geleceğe yönelik olumlu bakışını, bir insan olarak, kendi kaderimizin, ömrümüzün, ahir ömrümüzün zulmden kurtulmasıyla bir mi tutuyoruz.

    ………………………………………………………………….

      • Hocam en azından siz anladınız o da güzel. Bizim kitlenin anlayacağını düşünüyorum aslında ama herkesin zihni o kadar dolu ki, birde uzun da olunca yazı , anlamamaktan öte, tek okuyan bir tek siz dahi olmuş olabilirsiniz. Canımız sağolsun. 🙂

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin