Olağanüstü dönem nasıl biter?

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Bu yazıda bahsedeceğim meseleler lüks değil, zorunluluklardır. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak ya da ilm-i siyaset gereği gündeme getirilmemesi gereken yan meseleler de değillerdir. Bunlar her şeyin temeli meselelerdir. Resim yapmak isteyen birinin tuvale ihtiyaç duyması gibi, olmazsa olmazdırlar. Bu nedenle her ne kadar mecburen bazı kuramsal meselelere girmek durumundaysa da, bu yazı felsefi veya kuramsal (teorik) değil, bilakis tümüyle pratiğe yöneliktir. 

Bu girizgâhtan sonra, o halde başlayayım: 

Olağanüstü dönemlerde yargı siyasal iradenin bir enstrümanı haline getirilir. Bu nedenle olağanüstü dönemler a) anayasanın rafa kaldırıldığı, b) sivil darbeyle devlet mimarisinin hukuksuzca dönüştürüldüğü, c) siyasal erkin hukukun kapsamı dışına çıktığı ve kendisine ayrıcalıklı, dokunulmaz ve hukuk tanımazlığına olanak veren bir ortam yarattığı, d) vatandaşları – çoğu zaman geniş kitleler halinde – hukuk tekniğine aykırı yollarla kriminalize ettiği, e) fiili rejimlerin ortaya çıktığı ve konsolide olduğu dönemlerdir. Türkiye böyle bir dönem yaşıyor. Böyle bir dönemden geçiyor diyemiyorum, çünkü bu gidişatın bir sona yaklaştığına dair herhangi bir emare yok. Yaklaşan seçimler, bu yönde bir umut doğursa da, yargının ve anayasal devlet mimarisinin aldığı darbeler ve bunun sonucunda ortaya çıkmış bulunan hasar ağırdır ve bir gecede giderilemez. 

Olağanüstü dönemler, Türkiye denen devletin son 150 yılında karşımıza oldukça sıklıkla çıkmıştır. Hatta iddia edilebilir ki Türkiye’nin yakın tarihi kâğıt üzerindeki anayasal düzenin fiilen (de facto) uygulanmaması tarihidir. Tanzimat’tan bu yana modern Osmanlı-Türkiye tarihinde anayasalar sıklıkla rafa kalktı. Fiilen içinde bulunulan durumla idealde anayasa ve yasalar tarafından öngörülen durum arasında farklılıklar oldu. Bu farklılıklar her zaman devlet tarafından hedefe alınan muhalifler üzerinde Demokles’in kılıcı olageldi. Bazen aleni askeri darbeler, bazen ihtilaller, bazen muhtıralar, bazen fiili güç aşımları, bazen açıkça anayasal düzeni ortadan kaldırmalar söz konusu olan bu tarihte, Türkiye de facto gücü elinde bulunduranların borusunu öttürdüğü bir devlet oldu. Bu devlette hiçbir kompleks siyasal sorun veya sosyal mesele uzlaşı ile çözülemedi. Siyasetin temel işlevlerinden biri olan konsensüs bulmak, Türkiye siyasetinde söz konusu olmadı. Bilakis, gücü elinde bulunduranların karşıt fikirlere karşı dayatmada bulunması siyasal gelenek olageldi. Bu durum Türkiye demokrasisinin çoğulculuktan ziyade çoğunluk diktası olarak anlaşılması ve bu anlayışın siyasal kültür haline gelmesine neden oldu. 

Devletin temelini hukuk oluşturur. Hukuksuz bir devletin baskı aracı olması ve vatandaşını özgür, mutlu ve huzurlu kılmaması kaçınılmaz bir sonuçtur. Türkiye devletinin temelini hukuk oluşturmuyor. Çünkü kuruluşundan bugüne hukuk kurallarına istisna yapan ve bu sayede siyasi olarak kendisine hedef addettiği kişi ve grupların üzerine devlet şiddetiyle giden bir rejim var. Bu rejimin ideolojisi ve başındaki şahıslar zamana ve mekâna göre farklılık gösterebilir, ama işlevleri ve işleme mekanizması üç aşağı beş yukarı aynıdır. Türk devlet geleneği, hukukun yerleşmemesi ve işletilmemesi geleneğidir. Doğal olarak bunun siyasete yansıması, siyasal karar alıcıların (ille politikacı olmaları gerekmez, gücü eline geçirenler şeklinde okunmalıdır) kendilerini mütemadiyen hukukun üzerinde algılamaları, bu yönde çabalamaları, bunu güçlü iktidar addetmeleridir. İttihatçılar, Atatürk dönemi, İnönü dönemi, darbe dönemleri, muhtıra dönemleri, Erdoğan dönemi gibi dönemler böyledir. Hukukun siyasal hedeflerle enstrümantalize edilmesi ve muhaliflerin kısmen veya toptan, hukuk araçsallaştırılarak üzerine gidilmesi, tipik bir davranıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bunun istisnası olan dönemler ya hiç yoktur, ya da gayet azdır. Tekrar altını çiziyorum, kâğıt üzerinde yazan değil fiiliyatta uygulanan rejimden bahsediyorum. Bunun kültürel nedenleri var, ama buna girerek konuyu dağıtmak istemiyorum. 

Bu yazıda olan durumu aktarmaya çalışacağım. 

Güçler ayrılığı, erkler ayrılığı veya kuvvetler ayrılığı olarak ifade edilen kıstas, hukuk devletlerinin temelidir. Bu temel alelade felsefi bir mevzu değildir. Tam tersine, politik pratiğin en önemli uygulamasıdır. Kurumsallaşmış hukuk devleti, güçler ayrılığı olmadan meydana gelemez. Güçler ayrılığı modern zamanların ve Batı siyasi serüveninin bir ürünüdür. Ortadoğu-İslam uygarlığında, Çin uygarlığında, Hint Uygarlığında, Afrika veya Orta/Güney Amerika uygarlıklarında bilge monarklar ve onların sağladığı adalet, çıkardığı yasalar, istikrarlı ve halklarının mutlu eden dönemler olmasına karşın, bunlar o monarkların bireysel tercihlerine dayalı dönemlerdir. Hukuk devletinin temeli, siyasi iktidarın – monarkın, kralın, sultanın, hanın vs. – gücünün sınırlanmasıdır ki bu ancak monarkın yasalara tabi kılınmasıyla gerçekleşir. Monarkın yasa yapıcıdan yasanın altında yer alan bir süjeye dönüşmesi, sınırlı gücü olanaklı kılmış, inanılmaz güçlü siyasal merkezi parçalara ayırmış, bu merkezlerin arasında bir denge meydana getirmiştir. Yargının üstünlüğü ilkesi, işte bu denge ve fren mekanizmasının temelidir. Yargı, devletin mimarisine uygun olarak işlemesini olanaklı kılan en önemli erktir. Diğer bir ifadeyle, yürütmenin müdahalesine olanak vermeyen bağımsız mahkemeler olmaksızın, siyasal gücü sınırlandıramazsınız. Siyasal güç sınırlandırılmadığında, yasaların altında olmayı kabul etmez. Yasaların altında olmayan yürütme erki (monark, hükümet, kabine, başkan, vs.) otoriterleşir ve yasadışılığa kayar. Siyasetin yerçekimi kanunudur bu. 

Temel hukuk kaideleri olan masumiyet karinesi, kanunsuz suç olmaz ilkesi, kanunların geriye yürütülmemesi ilkesi, yasalar önünde eşitlik ilkesi, suçun bireyselliği, mahkemelerde çapraz sorgulama ilkesi (ya da savunmaya savcılık kadar olanak tanıma prensibi) vs. uygulanmıyorsa, yargı adaleti tecelli ettiremez, aksine salt yürütmeyi memnun edici ve onun otoriter beklentilerini meşrulaştırıcı bir kılıf olur. Türkiye’de bu parodi oynanıyor. Diğer bir ifadeyle yargı siyasallaşmıştır. Daha doğrusu Türk yargısı hep siyasaldı, ya da yürütmenin altındaydı. Güçler ayrılığı gereği yargı erkinin yürütmeyi (idareyi ve siyasi karar alıcıları) denetlemesi olanaklı olmadı. Olağanüstü durumun normalleşmemesini son 150 yıldır izliyoruz. Tüm analizlerin temelini bu gerçek oluşturmalıdır. Devlet, yargıyı muhaliflerin sırtında kırbaç olarak kullanıyor. Dönemsel olarak hedefteki muhalifler ve onların peşindeki iktidar mümessilleri değişse de, bu ilke ve bu gelenek hep baki kaldı. 

Adalet mülkün temelidir denilir. Ama o temelin nasıl bir devlet mimarisinde ve nasıl bir pratikte gerçekleştirilebileceği tartışılmaz. Trajik olan, hukuk fakülteleri de dâhil olmak üzere, bu tür temel meselelere kimsenin inmemesidir. Oysa eğer gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiyse, tüm düğmeleri açıp düğmeleri baştan sona yeniden iliklemeden sorunu çözemezsiniz. 

Sorunun çözülmesi için ilk önce insanların birbirlerinden farklı düşündükleri gerçeğini kabul etmek gerekiyor. Temel insan hakları dışında, devletin ideolojik bağlamda taraf tutmaktan ve bu ideolojik tarafa göre vatandaşlarını endoktrine etme amacından vazgeçmesi gerekir. İnsan hakları temelli haklar ve özgürlükler dışında her türlü siyasal düşüncenin ifadesi ve savunulması hukuk devletinde olanaklıdır. Bu gerçekleşmeden seçimsel prosedürün özgür ve adil seçimler şeklinde gerçekleşmesi olanaklı olamaz. Diğer bir ifadeyle, hukuk devleti olmadan demokrasi özgürlük, huzur, istikrar, adalet ve mutluluk getirmez. Çünkü hukuk devleti olmaksızın sayıca azınlıkta kalanların hakları savunulamaz ve demokratik prosedür çoğunluk diktasına dönüşür. Çoğunluğun azınlıkları ezdiği (görece sayıca az olan grupları baskıyla susturduğu ve onlara istediği her şeyi dayattığı) bir sistem, otoriter, hatta totaliter bir cehennemdir. Bu tür sistemlerde çoğunlukta olanlar (ya da güçleri sayesinde gücü elde edenler) diğer gruplara özgürlük hakkı tanımaz. Bu tür sistemlerde devlet sürekli birilerinin devletidir, herkesin devleti değildir. Bunun tipik örneklerinden biri eski Doğu Bloğu ülkeleriydi. Ancak baskıyla ve zulümle kitleleri bu tür bir cenderede ancak belli bir süre tutabilirsiniz. İnsan doğası gereği özgürlüğe eğilimli bir varlıktır. Siyasi endoktrinasyon, kontrol, yasaklar, zindanlar, ordu, polis ve istihbarat unsurlarının gücü elinde tutanların oyuncağı haline getirilmesi toplumları bir yere kadar zapt-ı rapt altında tutabilir. Fakat bardak bir süre sonra taşar. 

Bu nedenlerden dolayı, demokrasi eğer hukuk devleti yoksa eşitliğe, özgürlüğe ve adalete değil, baskının ve zulmün kurumsallaşmasına hizmet edebilir. Bir analoji yapmak gerekirse, bu, bir futbol maçının hiçbir futbol kuralı olmaksızın, taraflı bir hakem yönetiminde oynanmasına benzer. Bu tür bir ortamda adil bir yarışmadan söz etmek olanaklı olabilir mi? Böylesi bir maçın sonucu, hangi takımın daha iyi oynadığına dair bir fikir verebilir mi? Hakemin takımlardan birinin on ikinci oyuncusu gibi davranması, hatta diğer takımın kalesine gol atması adil olabilir mi? Bu mücadelenin adil bir müsabakaya olanak sağladığını kim iddia edebilir? Hukuk devleti olmadan seçimlerin yapılıyor olması da böyle bir durumdur. Devlet yönetiminde yargı erki (mahkemeler) hakem konumundadır. Yürütme erki karşısında tarafsız olmadan, seçimler özgür ve adil olamaz. Türkiye yargısının konumunu yürütmenin güdümünden çıkarmadan (yani yargının siyasetin köpeği olması durumunu sonlandırmadan) Türkiye’nin bir hukuk devletine ve işleyen bir liberal demokrasiye dönüştürülmesi olanaksızdır. 

Erdoğan, suç ortakları ve güç paydaşları beraberce bardağı kırmış olabilirler. Ama onların gitmesi otomatikman bardağı eski haline getirmeyecek. Önce devletin enkazının kaldırılması, sonra da devletin yeniden inşası gerekiyor. Yeniden inşa edilecek devlette adil siyasi mücadeleleri sağlayacak ve siyasal konsensüse olanak tanıyacak “oyunun kuralları” ortaya konmak zorunda. Bunun olabilmesi için yargı katliamının mağdur ettiği insanların rehabilite edilmeleri, onlardan özür dilenmesi, devletin (Erdoğan sonrasında işbaşına gelecek liderin/liderlerin) ciddi bir özeleştiri yapması şart. Açıkçası bunun yapmak devletin yeniden inşasından daha zordur. Fakat mevcut kuralsızlıklar rejiminde devletin yeniden inşası için gerekecek asgari müştereklerde uzlaşı olmayacağına göre, en azından eski nizamın (1982 Anayasası’nın) restore edilmesi realist bir yaklaşım olur. Bu, bozulan bilgisayar programının eski bir tarih temel alınarak başlatılması gibi bir kurtarma işlemidir. 

Bu koşullar mevcutken, rejimin yaptığı işkenceleri, kaçırmaları, hukuksuz gözaltıları ve tutuklamaları, tüm sonuçlarıyla birlikte KHK’ları, hapisteki gazetecileri ve siyasi tutsakları, mala ve mülke çökmeleri vs. kategorik olarak reddetmeden muhalefetin bir umut olabilmesi mümkün müdür? Muhalefet daha söylemsel olarak bile devletin restorasyonundan bahsedemiyorken, iktidara gelirlerse her şeyin düzeleceğini ummak ne derece realisttir? 

Bu lanet olası olağanüstü dönemin bir an önce bitmesini ve normalleşmeyi isteyenlerin, bunlara ciddiyetle kafa yormaları gerektiğini düşünüyorum. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. ulkede olan bunca sey KHK’larla olduysa, bunlarin geri alinmasi da bir KHK’ya bakar. hatta ulkedeki multeci sorunu bile bir KHK ile biter. devlet, hukumet yeter ki istesin. yeter ki kendilerini bir yerlere satmasinlar. bu ulke kendini 20 senede toparlar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin