Okurlarla hasbihal ve sosyolojinin katı gerçekleri

SALİH HOŞOĞLU | YORUM

Bugüne kadar yazdığım yazıların bazılarına okuyucular tarafından önemli eleştiriler ve katkılar oldu. Şu ana kadar bunlara bir cevap yaz(a)madım, bu ilk olsun. TR724.com’da, Youtube’da, X’de (eski Twitter) ve diğer sosyal medya mecralarında okuyucuların yorum ve eleştirilerini mutlaka değerlendirmekten yanayım. Ancak bunu yaparken bazı süzgeçler kullanıyorum.

Öncelikle içinde hakaret, küfür ve şiddet çağrısı bulunan yorum ve yazıları hiç dikkate almam, hatta sonuna kadar okumam. Böyle yazılara asla cevap vermem, cevap verilmeye değer bulmam, bu tarz yazıları okumayı ve ciddiye almayı zül sayarım. Aynı şekilde troll olduğunu anladığım kişilerin yazı ve yorumlarını da kati surette dikkate almam, okumam ve değerlendirmem. Maaşlı (parayla çalışan) veya gönüllü fark etmez troll olduğu ayan-beyan belli olan kişilerin yaptığı abuk yorumları ciddiye alıp cevap veren yazar ve akademisyenleri de yadırgarım.

Müstear bir isimle yazılan bir kaç cümleden çıkarım yaparak bazen bir cemaati, bazen bir siyasi görüşü mahkum eden aklı başında bilim insanlarının bu çıkışlarını da hayretle izlerim. Bunca manipülasyonun olduğu günümüzde ne idüğü belli olmayan birinin yazdığı saçma bir yorumdan yola çıkarak birilerini mahkum etmek veya onlara cevap yetiştirmeye çalışmak bana makul gelmez. Ancak belli edep ve ciddiyetteki yorumlar, isimsiz de olsa, ne kadar ağır ve aykırı da olsa, okurum ve değerlendiririm. Bu yazıları değerlendirirken yazanın kimliği ikinci planda kalır, içerik önemli olur.

Son dönemde Türkiye sosyolojisinin bir gerçeği olan laik-dindar çekişmesi üzerinde yazılar yazdım. Bu yazılardan amaç birilerini kötülemek veya yüceltmek değil, yaşananları anlamlandırmaya çalışmaktır. Bir ülkedeki insanlar ve topluluklar farkında olmasalar da birbirlerine çok benzerler, hadiselere benzer reflekslere sahiptirler. Mesela şimdilerde çokça dillendirilen “dindarların rasyonel olmadığı, bir parti liderine, şeyhe, hocaya bağlanıp hiç sorgulamadıkları, empati yapmadıkları” gibi iddialar dindar olmayanlar içinde aynıyla geçerlidir.

Yine son zamanlarda sıkça dillendirilen dindar görünüp dünya malı derleme, kendi grubunu kayırma ve yolsuzluk yapma çarpıklığı diğer sosyal gruplarda da aynıyla vakidir. Yani Türkiye’de laikler yahut liberaller muhafazakarlardan daha dürüst değillerdir. Bu cihetten bakılınca dindar ya da seküler olmak tek başına bu konularda fark oluşturmamaktadır.

Demem o ki ‘laik mahalle’ dediğimiz bazılarının laik sosyoloji dediği olgu ciddiyetle irdelenmeyi hak eden bir şeydir. Türkiye’de laik kesim devlete yüzyıldır hakim olduğu ve de daha eğitimli ve zengin fertlerden oluştuğu için görece daha etkili olmaktadırlar. Daha eğitimli ve donanımlı olmaları nedeniyle daha fazla sorumululuk üstlenmeleri beklenmektedir.

Bir okurumuzun “Bu adaletsizliği laikler bitiremez” yazımın altına yazdığı yorumundan bir parça şöyle: “Bu adaletsizliği laikler bitiremez, doğru. Ama bu adaletsizliği dindarlar da bitiremez. Bu adaletsizliği dürüst, vicdanlı, karakteri açgözlülüğünün önene geçen insanlar bitirecek. İsme ve kime yaradığına, kimlerin söz konusu olduğuna bakmadan kanunların metnini önemseyenler bitirecek. Bunlar laik de olabilir, dindar da. Laikler dindarları sevmediği için adalet, hukuk devleti talebi yok demenin altı yazıda doldurulamamış. Ayrıca yazar laiklerin dindarları sevmediğini düşünüyorsa bunun nedenlerini de sormalı, sorgulamalı değil mi? Acaba neden sevmiyorlar? Neden korkuyorlar? Bu irrasyonel bir antipati mi? Yoksa dindarlarda içselleştirilmemiş kuru kuru bir laf dindarlığı gördükleri için mi sevmiyorlar, güvenmiyorlar, korkuyorlar? Bu korkunun arkasında kendini yenileyemeyen, çağ dışı kalmış bir dindarlık anlayışı görmeleri olmasın? Dindarlar gücü tamamen ellerine geçirse torpilin, liyakatsızlığın, şeyh ve tarikat lideri sultasının bitmeyeceğini, ama sözde dini değerler öne sürülerek türkülerin, şarkıların, sinemanın biteceğini, kültürümüzün elinin kolunun kesileceğini görmeleri olmasın bu korkunun altında? Anlamıyorum, bunca olup bitenden sonra biz neden özeleştiriyi hep başkalarından, laik kesimden vs. bekliyoruz? Biz her problemi çözdük de laiklerde bunu görecek göz, anlayacak akıl olmadığı için mi bugünkü tablo ile karşı karşıyayız?”

Buradaki yorumların ilk kısmına aynıyla katılıyorum, adaleti temin edecek olanlar mazlumun kimliğine bakmadan haklıya hakkını verenler olacaktır. Zaten bu güne kadar yazılarımda farklı bir iddiada bulunmadım. Okurumuzun gözünden kaçan esas konu farklı, problem laik mahallenin dindarları sevmesi yahut sevmemesi meselesi değil. Herkes, her sosyal grup, öncelikle kendi menfaatini düşünür, bunu yaptı diye laikleri kınayacak da değiliz. Problem başka gruplara olan yaklaşımın bariz adaletsizlikler içerip içermediğiyle alakalıdır. Türkiye’de laik entelektüellerin kahir ekseriyeti uzun yıllar boyunca dindarları ya yok saydı, yahut düşmanlaştırdı. Şimdilerde devlete hakim olan kesimle barışmış gibi duruyorlar.

Laik mahalle aydınları dindarları niye ötekileştirdiler, yok saydılar, engellemeye çalıştılar? Çünkü kendilerini “ülkenin gerçek sahiplari ve geriliği yok edecek kurtarıcılar” olarak kodlamışlardı. Adeta varlık nedenleri ve alamet-i farikaları dinden uzak olmak olarak tanımlanmıştı. Gerçekte ise bunu kendi konumlarını ve menfaatlerini korumak için yaptılar ama belki büyük kısmı bunun farkında bile değillerdi. Tıpkı köyden kente göçen kitlelerdeki laik allerjisinin ideolojik olmaktan çok sınıfsal bir kızgınlığa dayanması gibi. Laikler bu patolojiden dolayı toplumun yüzde yetmişlik kesimi ile asla barışamadılar, o kesime çoğu zaman ulaşamadılar. Oysa toplumu hor görmek yerine anlamaya çalışmalı, dışlamadan dönüştürmek için adımlar atmalıydılar. Yüz yıllık çok başarısız bir batılılaşma tecrübesinden sonra ülkede her alanda kontrolü kaybettiler.

Bugün laiklerin esas hayıflanmaları gereken husus 1990’larda Hizmet’in başlattığı “herkesle diyalog, toplum kesimleri arasında köprülerin kurulması” gibi hayati konularda başlattığı faaliyetlere gösterdikleri direnç olmalı. Abant Platformu ile gerçekleştirilmeye çalışılan “herkesi kendi konumunda kabullenme” gayretlerine büyük oranda bigane kaldılar, hatta o gayretleri berhava etmeye çalıştılar. Aralarından Toktamış Ateş gibi çok azı bu durumu gördü ve kurulmaya çalışılan köprülere destek verdi. Sivil-asker burokraside ve siyasette makam hırsı ve ideolojik saplantılarla gözünü karartmış organize bir azınlığın onları sürüklemesine razı oldular. 1950 sonrasında iktidarda genellikle sağ partiler olsa bile muktedir olanlar büyük oranda asker-sivil laik çevrelerdi. Ülkeyi 2010’a kadar laikler kontrol ettiği için çözülemeyen her problemi halk onların hanesine yazdı.

Şimdi gelinen yer laik mahalle için de hiç iç açıcı değil. Halihazırda Hizmet düşmanlığı/Batı karşıtlığı ortak paydasında radikal İslamcı bir kısım çevrelerle ortaklaşmaları onlara bir şey kazandırmıyor. Sağlıklı bir dönüşüm için o zaman mevcut olan fırsatlar şu anda artık yok, en azından onlar muktedir değiller. Türkiye demografik olarak eğitimli nüfusunu kaybederek büyük zarara uğradı, uğramaya devam ediyor. Ekonomisi de ciddi zarar gördü. Üstelik onların hiç istemediği/istemeyeceği sayıları on milyon olduğu söylenen bir yabancı göçü alındı.

En kötüsü toplumun alt tabakasında radikal fikirler ciddi taban buldu. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu toplumun çok az bir kesiminde bir “Asr-ı Saadet” olarak anlatılan 1930’lara dönüş hülyaları kurmak değildir ama hala onu zorlayan bir kesim mevcut. Eşit vatandaşlık haklarını amasız, fakatsız herkes için istemekle belki ilk adım atılabilir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Cumhuriyet tarihinin en iyi anayasasını 1960 darbecileri yaptı denir. Okuyunca anayasayı çok ilerici yanlarını görürsünüz bizzat kendinizde.

    Ama aynı darbeciler , en azılı suçları işleyenlerin ta kendileri idi ve bir başbakanı da asmışlardı.

    Tabi, 60-80 arası mükemmel demokratik geçti demiyorum, ama metin olarak en azından anayasa ruhundan bahsediyorum.

    En iyi şeyi yapanların, en kötüler olması, tuhaflığı, kastım benim.

    Tarihi muktedirler, kazananlar yazmasa idi, aslında tarihin çoğunun bu yukardaki tuhaflıkla olduğunu da görecektik.

    En azından elimizde şu var.

    Benim iyim, senin kötün , senin kötün benim iyim olabiliyor, bunu ölçebiliyoruz.

    Timur kötülenirken bizim coğrafya da, anavatanda büyük kutsal bir şahıs olarak görülür.

    Bir Fatihi, Çandarlı ailesinden de ayrıca dinlemek gerekebilirdi belki.

    Demek istediğim, kötü ve iyinin, insanlaşmış halinin, ideolojik hale gelmiş halinin bakış açısına göre ayrımının farklı olduğu.

    Kuzey Kore insanı, biz nasıl bakarsak bakalım, ne dersek diyelim, kendi liderlerini taparcasına seviyor örneğin.

    60 Darbecilerinin en eşitlikçi, en özgürlükçü anayasa yapmasına geri dönersek.

    Mantıklıdır aslında yaptıkları işte bu nedenle.

    Kendi varlıklarını garanti altına aldıktan sonra, en mantıklı şey, çağa uygun bir yönetim modeli.

    Osmanlıyı defalarca anlatırız da oysa.

    Osmanlı gücü, kuvveti garanti ettikten sonra, vergi gelirlerini, kapı kulunu, tımarlı sipahileri garanti ettikten sonra, karışmadı iç işleyişe, yöneticileri de yerelden seçti. Hatta Enderunu Payitahtın merkezinde kurdu, sadrazamlarını, vezirlerini böyle seçmekten çekinmedi.

    Tüm Osmanlı coğrafyasında Türk nüfusunun sayısı yüzde 5 10 dır belki.

    Ama sistemi ayakta tutan dinamikleri elde ettikten sonra gerisini önemsemedi.

    60 darbesini yapanlar içinde durum farklı değildi o nedenle. Artık demokratik bir sistem uluslararası arena da, ekonomik cepheden işlerine geldi çünkü.

    Petrolü, doğalgazı olmayan ülkelerin en önemli dinamiği demokrasi çünkü. Ancak o atmosferde gelişeceğini antidemokratikte olsa aklı başında olan herkes biliyordu çünkü.

    Tabi, evdeki hesap çarşıya uymadı. Palazlandığını düşündükleri şeyler olunca da, 80 darbesi geldi.

    Bu sefer, doğrudan anayasa üzerinden vesayeti yansıtma, orduyu daha geride tutmayı tercih ettiler. Hem daha görünmez rahatsız edici idi bu.

    Kapalı devre sistem kurup çekildiler. Sistemin sac ayaklarını, anayasa mahkemesi, yargıtay, danıştay üyelerini seçimlerini, yürütmenin esas fonksiyonlarını vb öyle bir kapalı devreye dönüştürdüler ki,

    Artık kendi içinde demokratik olmanın zararı yok, faydası da çok.

    Ama bu sefer darbeler yiye yiye alışmış bir toplumun içindeki değişik dinamikler, bu sefer onların yaptığını anladı ve benzer bir yolla tersine mühendislik yaptılar.

    Bir sistemi değiştirmek yerine, sistemin parçası olma.

    80 anayasası mekanizması bunu engellemeye müsait değildi.

    Karşıda bir düşman algısı üzerine oturmuştu, oysa barışçıydı karşı karşıya oldukları herşey.

    Bir gölge, bir ruh gibi, hissedilen ama ne olduğu tam bilinemeyen.

    Gördükleri şey sadece, artık kendi vesayet sistemlerinin devamına ilişkin kadroların alınmamasıydı eskisi gibi.

    Zamanın ruhu da buna yardım etti, sayıları yetmedi.

    Bir örnek ile gidersek,

    2001 yılında Vergi Müfettişi 15 tane alınırken, aldıkları personelin tam kendi zihinlerine uygun seçe seçe almayı önemserken,

    Avrupa Birliği uyumlaştırma ile birlikte, kamu bürokrasisine aynı anda 1000 tane vergi müfettişi alınmıştı örneğin.

    Bunun gibi daha pek çok alanda ihtiyaçlar nedeniyle personel alımı, kadro alımı yapınca kamu sektörü ve nispeten çok çok daha adil bir sistem da Rahmetli Ecevit tarafından ortaya konunca,

    Demokratik sınırlar içinde işleyişe uygun bir sistem inşasında, kendi çocuklarını göremediler.

    A kadro personel 7 bin er, 8 bin er alınmaya başlayınca bir yıl içinde, artık olay onlar için kontrol edilemez hale geldi.

    Kim ne derse desin, kıyasen çok daha eşitlikçi bir sına sistemi ile, artık

    Kamu büroksasinin, ekonomi ve mali bürokrasinin çok önemli yerlerinde ummadıkları durumu görmeye başladılar.

    Artık, Hesap Uzmanları, Maliye Müfettişleri de, BDDK Murakıpları da, Üst kurul uzmanları da, önemli gördükleri kale gibi gördükleri yerlerin A kadroları da gözle görülür şekilde istedikleri kişilerden oluşmadı.

    Bu sistemi oysa kendileri böyle kurmuştu.

    Mülakat sistemini kendileri kurmuştu.

    Gizli kapaklı ilansız sınav yapmak, bir tabloya ilan asıp, birkaç üniversitenin, mülkiyenin öğrencilerine hitap edip, onları da zaten az çok tanıyıp istediğini seçme sistemi,

    Birden kontrol edilemez, sınav ile alınan sisteme dönüşmüştü çünkü.

    Ve bunu engelleyecek bir mekanizmaları yoktu. Çünkü daha demokratikti.

    Basitçe, Hak edenler arasından yapılan seçim, adil değildi…

    Ama ilerlemeydi bu da sonuçta. baştan hiçz adil olmayan sistem, en azından hak edenlerin arasında yapılan haksızca seçime dönüşmüştü.

    Ama sonuçta bu da bir ilerlemeydi.

    Adli, idari alan böyleyken askeri alan zaten malumunuzdu.

    Kısaca, öteki odaklı, ötekini yok etmeye odaklı sistemleri, bu tarz bir yönetişim sistemine uygun değildi.

    Herşey kanunlara, nizannamelere uygundu..

    Çok da basitti, bu milletin çocuğu, bu milletin her kurumunda çalışmaya hakkı vardı..

    Ergenekonla mücadele vb hususlar da eklenince, bu bir ülkeyi iyiye kötüye götürme olayı değildi.

    İşte tam bu nokta da,

    Zafere giden yolda, herşey mübahtır anlayışı çıktı..

    Tabi bunun islamicesi yorumu.

    hayr-ı kesîr için şerr-i kalîl yorumu mu dersiniz,

    Alemi islamın geleceği için, bunlar olmalı mı dersiniz,

    Sistem yeniden kurulmadan önce bu tarz durumlar olmalı mı dersiniz,

    Artık ne derseniz deyin,

    Zulme, cinayete varmayan, hatta demokratik teamüllere aykırı olmayan, ama insanlar tarafnıdan neyaptığının çok rahat fark edildiği, bir ORGANİZMA hastalığı ortaya çıktı.

    Her organizma, yayılmak ister, çoğalmak ister.

    Torpil morpil iddiaları ile kapatımaya çalışılsa da,

    dersaneler, eğitim kurumları, evlerden yetişme onbinler belki yüzbinler vardı.

    Demokratik sistem zaten bu onbinler, yüzbinler için en iyi şarttı.

    Sistemin sadece işlememsi yeterliydi.

    Bu nedenle de, yanlış olmayan yanlış yapıldı.

    Osmanlı doğal sınırlarına ulaşınca yıkılmıştı denir. Ya daha da ilerlemeliydi, okyanusu aşmalıydı, yoksa mukadderdi bu sonuç denir.

    Ve nitekim öyle oldu, bir kumpas ile camdan saraylar, inci taneleri, güzel bir nesil biçildi, kesildi.

    Organizmasınn doğası sorgulanmaya başladı, başka organizma ya da organizmalar tarafından.

    Oysa, sosyolojisi bu idi.

    Her sistem ilk kurulurken böyle kurulur, sonra ruhuna göre ya iyi olur ya kötü.

    Hz. Peygamber bile bundan nasibini almıştı, ne yaparsa yapsın, aramızda bozgun çıkarıyorsun, ikilik çıkarıyorsun, ne istersen vermiyor muyuza gelmişti iş.

    Ben özetle şunu söylemeliyim.

    Ne laik, ne dindar, ne 3. ortalama yol..

    Türkiye de bir sistemi inşa etmek zorunda olan bir kadro olmak zorunda. Adil olmak, hukuku uygulamak vs den önce, kesinlikle organiza bir kadro olmak zorunda.

    Suçun, sistemleştiği, organlaştığı, kurumsallaştığı, devletleştiği bir yerde, birbirinden bağımsız insanlar tarafından demokratik teamül içinde bir çözüm çıkamaz. Mümkün değil.

    Şöyle bitireyim.

    2016 da geniş tanımla kamu çalışanı 3.5 milyon civarıydı.

    2023 Türkiyesinde, 6 milyona yaklaştı.

    Yok laikler mi, yok islamcılar mı düzeltecek, yok ideal olan şu bu demeye devam edelim.
    Atı alan üsküdarı geçti, kadrolar, güvenlik bürokrasisi ve sivil bürokrasi, yargı, haksızlığın bini bin para edilerek, dönüştü gelişti.

    Ve hiç merak etmeyin.

    Ve göreceksiniz, sistemi kendi kafalarına göre tam inşa ederlerse, kapalı devre sistemi olarak kurarlarsa,

    yarın çok demokratik bir sistemi kuracaklarından da asla şüphe etmeyin.

    Birden bire değişeceklerinden dönüşeceklerinden.

    Zira, artık mevzilerini almış, kurumları kilit noktalardan tutmuş, mekanizmaları, emniyet sübaplarını kontrol altına çoktan almış olacaklar.

    Romantik bizler de tartışalım duralım.

  2. Türkiye köprüden önceki son çıkışları çoktan geçmiş ve geri dönülemez bir yola girmiş durumda malesef…

    Kitleler arası düşmanlıklar her geçen gün çığ gibi büyümekte, bu düşmanlılara daha yenileri eklenmekte…

    Laik kesimin Cemaate olan düşmanlığında hiç bir yumuşama olmadığıda ortada, halbuki cemaat Türkiye için fevkalade bir imkandı.
    Cemaati temizlediğini düşünen derin devlet karşısına Suriye ve civar ülkelerden gelen kitlelerle karşı karşıya kaldı. Cemaati mumla ararlarmı bilmem ama HİÇ BİR ŞEYİN ESKİSİ GİBİ OLAMAYACAĞI ORTADA..

    Aynen dediğiniz gibi de; Türkiye her türlü radilalizm için hayat kaynağı oldu…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin