NECİP F. BAHADIR | YORUM
Nuray Mert ‘İslamcı mahalleye’ yakın bir yazar ve bir düşünce insanı… Başörtüsü yasağına karşı çıktı. Düşüncelerini ‘fısıldamadı’ açıkça yazdı. Zor zamanlarda duruşunu bozmadı. Sahadaydı, meydanlardaydı. Siyasetin gündemine ilişkin ‘sıcak yazılar’ yazmaktan da çekinmedi. Yeri geldi, askere kafa tuttu, yeri geldi statükoyla savaşa tutuştu.
‘Tatlı su demokratlarından’ değil yani. ‘Rüzgar gülü’ hiç değil. Bırakın rüzgarı, fırtınaya karşı yürümekten geri durmadı.
Bir süredir ekranlarda görünmüyordu. Gazete sayfalarında yoktu ya da bana denk gelmedi. En azından eskisi gibi ‘aranan bir isim’ olmadığı açık. Belki nadiren ekranlar kendisine açıldı. Yazılarını ise ancak internet ortamında yayınlayabildi. Medya ‘aykırı ve cins’ düşüncelere kapalı. İktidarın canını sıkacak bir cümlenin bedeli çok ağır çünkü.
Onun için görsel ve yazılı basının gözdeleri AKP’den ‘icazet almış’ gazeteci ve yazarların işgali altında. Patronajın tercihi de bu yönde. Medya dediğin ‘resmi gazeteden’ farksız. Muhalif mecra ‘yok’ denecek kadar az. Onların da ne kadar ‘AKP muhalifi’ olduğu tartışılır. ‘Majestelerinin muhalefetinden’ hallice denebilir.
İsmail Saymaz, ‘Gezi’ ile susturuldu
10 gün öncesine kadar İsmail Saymaz diye bir gazeteci vardı. Hem yazıyor, hem de konuşuyordu. Belki ülkenin en popüler ismiydi. Araştırıyor, soruşturuyor, perde arkasını öğrenmeye çalışıyordu. Sadece siyasi olaylara değil Narin’in öldürülmesine bile el atmıştı. Yazıları, haberleri aydınlatıcı ve bilgilendiriciydi. Ve de ufuk açıcı… Yazdıklarından çok istifade ettiğimi itiraf etmeliyim.
Yurtdışına çıkarken pasaportuna el konduğunu öğrendi. Hakkında bir soruşturma vardı. Ne olduğundan avukatı da kendisi de habersizdi. Korktu, panikledi… Dosyasının içeriğini öğrenmek istedi. İfade için hazır olduğunu duyurdu. ‘Dosyası hakkında gizlilik’ kararı vardı. Soruşturma ‘terörden’ açılmıştı. Beklemekten başka çaresi yoktu. Polis de çok bekletmedi!
Bir sabah şafak vakti kapısı çalındı İsmail Saymaz’ın… Polis aldı götürdü. ‘Gezi dosyasına’ dahil edildiğini öğrendi. Gezi mi kaldı Allah aşkına…!!! Üzerinden ne kadar çok zaman geçti. Gezi yargılanmadı mı? Eksik kalan neydi? Maksat ‘Gezi olayını’ yargılamak falan değil. Gezi üzerinden AKP karşıtı çevrelere ‘gözdağı’ vermek, olmadı tutuklayıp hapse göndermek. AKP yandaşları ‘gezi dosyası açılıyor…’ haberlerini ‘psikolojik harbin’ gereği olarak yaymaya başlamıştı.
Rasim Ozan Kütahyalı adında biri İsmail Saymaz’a ‘kefil’ oldu. “Tutuksuz yargılansın…!” dedi. Hangi trafiğin içindeyse, onları devreye soktu. Ve bunu da duyurdu. Ne ala memleket! Siyasetçisinden gazetecisine kadar herkesin eli yargının üzerinde. Bir yandan Kütahyalı, diğer yandan Cem Küçük… Ve de Ankara!
‘Yargı bağımsız ha…’ Kütahyalı’nın ‘kefaleti’ mi etkili oldu yoksa dosyanın içeriği mi? Bilen yok fakat İsmail Saymaz ifadesinin ardından ‘konutunu terk etmeme’ kararı çıktı, ‘ev hapsi…’ yani.
AKP rejimi, cunta yönetiminin de ötesinde!
Yahu bu ülkede kehanetleri Ankara tarafından hoş karşılanmadığı için astrolog tutuklandı. Ne yargısı, ne bağımsızlığı, ne adaleti… Erdoğan, “Cunta biz değiliz CHP…” diyerek ahkam kesiyor. Hangi askeri yönetim astrolog tutuklar? Hangi cunta yönetimi 35 yıl öncesinin yatay geçiş dosyasını tekrar açarak ‘diploma iptal’ eder? Var mı örneği… AKP iktidarı ‘cuntanın’ da ötesinde… Askeri yönetimlerin bile ‘hayal edemediğini’ yapar. Manzara ortada…
İsmail Saymaz korktu ve sustu… Yazıyı da bıraktı, konuşmayı da… Dönecektir belki, fakat eski İsmail Saymaz’ı artık ara ki bulasın. Vaktiyle ‘karanlıkta fısıldaşanlar…’ diye bir kitap okumuştum. Stalin döneminin Rusya’sını anlatıyordu. AKP döneminden ne farkı var?
AKP’nin Stalin’den eksiği yok, fazlası var. Stalin, Melek İpek gibi bir ismi hapse atmazdı. “O kadar da değil…” derdi. AKP ne bebek dinledi, ne yaşlı… Hapishaneleri ağzına kadar doldurdu.
AKP’nin devri iktidarında Türkiye ‘karanlıkta fısıldaşanlar ülkesi’ oldu. Konuşmak suç, yazmak suç… Düşünce ve fikirlerinizi ‘fısıltı halinde’ dile getirebilirsiniz. Bunun susmaktan bir farkı var mı? Söze ve yazıya dönüşmeyen ‘düşünce ve fikrin’ varlığından söz edilebilir mi? Düşünce ifade edilince fikre dönüşür. Korku rejiminin hangi boyuta ulaştığının ispatı ve delili İsmail Saymaz’dır. Başlı başına bu örnek yeter. Gazetecileri, düşünce adamları susturulmuş bir ülkenin iflah olması, iki yakasının bir araya gelmesi mümkün mü?
İsmail Saymaz açıkça söyleyemedi. “Korkuyorum…” demek kolay mı? Saymaz’ı anlıyorum, eleştirmiyorum da… Sadece tespit yapıyorum.
Nuray Mert’in ‘Ben piyasadan çekiliyorum’ söylediklerini okuyunca içim acıdı. Mert de korkuyorsa vay o ülkenin haline… Mert’in sustuğu bir ülkede kim konuşabilir, kim yazabilir ki… Ülkem adına korktum, endişeye kapıldım. 23 yılın sonunda AKP’nin Türkiye’yi getirdiği yer burası… Acaba Erdoğan ve arkadaşları yakından tanıdıkları Nuray Mert’in söylediklerini duyar mı? Mert’in çığlığı Saray’ın duvarlarını aşar mı? Zor, kolay değil.
Susarak çok şey anlatıyorlar
Mert’in söylediklerinden birkaç cümleyi paylaşmak isterim. Bir yazı aslında bu. Medyascope’de yayınlandı; “Ramazan’ın ilk günü, Akit TV’de bir programa davetliydim. Eşin dostun uyarılarına kulak asmadım, hangi mecra olursa olsun ayırt etmemek gerektiğini düşündüm, programa katıldım. Program boyunca ısrarla Kürt meselesi ile ilgili görüşlerim, zamanında başıma iş açan eski görüntüler, çarpıtılmış konular gündeme geldi. Bir kez daha tüm samimiyetimle görüşlerimi izah etmeye çalıştım. İşaret fişeği miydi, uğursuz bir alamet mi bilmiyorum ama ertesi gün de, Oda TV denilen mecra, bu programın tepki toplayacak bölümlerini kapsayan bir haberini yapmış. Biri İslamcı, biri ulusalcı, birbirinden uzak gibi bilinen iki mecra, bilerek veya bilmeyerek beni hedef haline getirebilecek noktada buluşmuş…”
AKİT TV ile Oda TV’nin buluşması bana hiç şaşırtıcı gelmedi. Erdoğan ile Doğu Perinçek aynı çizgide buluştuktan sonra Mert niye şaşırdı ki… Neyse bu tespitin Nuray Mert gibi bir isim tarafından yapılmış olması da ayrıca önemli ve kıymetli… Devam ediyor Mert; “Nitekim, iki buçuk hafta sonra hakkımda 2014 yılında, bir kadın gazeteciler ziyareti çerçevesinde, Suriye’nin Kürt bölgesinde çekilmiş bir fotoğrafa dayanarak ‘silahlı örgüt üyeliği’ ithamı ile ağır ceza davası açıldığı tebliğini aldım. Nasıl bir iştir, anlamak zor…”
İşte AKP Türkiye’si…
Ah Nuray Mert ah! Bu ülkede ne insanlar ‘silahlı terör örgütü’ üyeliğinden yargılandı ve hüküm giydi, bir bilseniz. Hiç şaşırmazdınız. AKP yargısıdır yapar, sizden örgüt üyeliği de çıkarabilir, yöneticiliği de…
Haksız mı Nuray Mert; “Kendi adıma da ülkem adına da artık korkuyorum. Kendi adıma, soluğu cezaevinde alırsam kedilerime kim bakar diye korkuyorum. ‘Torun’ saydığım, yeğenimin küçük kızından ayrı kalırım diye korkuyorum. Geçirdiğim ölümcül hastalığın izleri, sağlık durumum, yaşım itibarıyla tahammülüm, mecalim bitmek üzere diye korkuyorum. Ülkem adına, bir karanlık tünelde nereye gittiğimiz meçhul hale geldiği için korkuyorum. O küçük kız için korkuyorum. Gocunulacak yanı yok, insan korkan bir varlıktır. Sonuçta bu nedenle ve başıma açılan son davada sonuç ne olursa olsun, hep bir vatandaşlık görevi olarak gördüğüm ülkeme ilişkin siyasi yorum yazısı yazmaya, görüş bildirmeye son verme kararı aldım…”
Ve İsmail Saymaz’dan sonra Nuray Mert de sustu. Nuray Mert ve İsmail Saymaz gibi bazılarının ‘suskunluğu’ konuşmalarından daha etkilidir. Sonuçları olur. Baksanıza ‘susarak’ ne çok şey anlatmaktalar…
Siz de duymuyor musunuz? AKP sanıyor ki muhalifler sussa mesele kalmayacak… Ne büyük yanılgı… Oysa asıl mesele onlar susunca…!
Susmakla olmaz.. haykirmak lazim… Ali Unal, Ahmet Altan olmak lazim
Neden Bluesky paylasim linkiniz yok
“AKP’nin Stalin’den eksiği yok, fazlası var. Stalin, Melek İpek gibi bir ismi hapse atmazdı. “O kadar da değil…” derdi. ”
Şartlar uygun olsa Tayyip Erdoğan ve ona biat edenler neler yapar hayal edemiyorum.
Ancak Stalin’in neler yaptığı hakkında bilginiz var mı? Stalin döneminde kaç insan doğrudan öldürüldü, kaç insan sürgünde öldü, bilginiz var mı? Yaşlı, çocuk demeden sürgün edilen. insanlar nasıl öldüler bilginiz var mı?
Firavun ile Nemrut’u kıyaslamak ne kadar abes ise bir diktatörü başka bir diktatör ile kıyaslamak da o kadar abes. Kim daha kötü umurumda değil, ikisi de kötü, ikisi de zalim.
Çok önemli bir noktayı atlamayın; Tayyip Erdoğan tek başına yapmıyor bu zulmü. Kapıkulu gibi davranan siyasetçiler, meyda çalışanları, ve elbette bürokratlar. Ama tüm bu zülmü ona destek veren kitleler, sessiz kalan neme lazımcılar ve oh olsun diyen ideolojik körler sayesinde pervasızca yapabildi.
Bu güzel yazı için teşekkürler.
Bir-iki cümle hariç her bir cümlesi güzel…
“AKP’nin Stalin’den eksiği yok, fazlası var. Stalin, Melek İpek gibi bir ismi hapse atmazdı”.
Halktan biri “mübalağa” yaptığında üzerinde konuşulmayabilir ama -özellikle- sizin gibi bir yazar bu tip ifadelerde daha dikkatli olmalı.
AKP ve SCCB Komunist Partisi karışlaştırılabilir. Stalin ile Erdoğan da karşılaştırılabilir.
Erdoğan’ın zalimliğinin tescili için Joseph Stalin’le, Mao Zedong’la, Adolf Hitler’le, Pol Pot’la, II. Leopold ile karşılaştırılmasına gerek yok.
“Erdoğan, zalim, AKP zulüm aparatıdır” ama “Erdoğan, Stalin’den daha zalimdir” ya da “AKP, Stalin dönemindeki Komunist Parti’den eksiği yok, fazlası var” gibi ifadeler “mübalağa, zımni yalandır” kapsamında düşünülebilir.
“Sessizlik Kültürü: Sosyolojik Bir Yara”
Toplumların ortak hafızasında “zulüm” kavramı, çoğu zaman sadece büyük olaylara, tarihe geçen trajedilere ya da çok uzak coğrafyalarda yaşanan insanlık dramlarına dair kullanılagelmiştir. Oysa zulüm, yalnızca savaşlarda, göç yollarında, toplu kıyımlarda gerçekleşmez. Bazen bir evin içinde, bazen bir okulun koridorlarında, bazen de bir işyerindeki sessiz baskılarda var olur.
Ve dikkat çeken gerçeklerden biri de şudur: İnsan, çoğu zaman en yakındaki zulme karşı sessiz kalırken, en uzaktakine karşı güçlü bir tepki gösterebilir. Bu durum ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de, sosyolojik açıdan anlaşılır bir zemin üzerine oturmaktadır.
Çünkü yakındaki zulme karşı çıkmak, bireyden bir bedel ister.
Kimi zaman aile içinde çatışma, kimi zaman sosyal çevrede dışlanma, kimi zaman ekonomik ya da statü kaybı… Örneğin, bir okulda öğrenciye yapılan haksızlığı dile getiren bir öğretmenin karşılaşabileceği tepkiler, bir iş yerinde mobbinge uğrayan çalışanı savunan bir yöneticinin göze alması gereken riskler vardır. Bu nedenle birey, çoğu zaman “görmemeyi” ya da “duymamayı” tercih eder.
Benzer şekilde, devlet eliyle bazı kesimlere yönelik uygulanan ayrımcılık ya da adaletsizlikler karşısında da insanlar sessiz kalabilir. Örneğin, kamuda liyakatin göz ardı edilerek sadece belli bir gruba pozisyon verilmesi, diğerlerinin sistematik olarak dışlanması durumunda; bu adaletsizliği gören bir memur ya da bürokrat, konuştuğunda görevden alınma, sürgün edilme ya da sosyal olarak damgalanma korkusuyla sessiz kalmayı seçebilir. Veya siyasal zulm karşısında tarafımsa yanında veya sessiz durularak görmemezlikten gelinir.Bu suskunluk zamanla toplumsal hafızada normalleşir, hatta kimi zaman zulme destek gibi algılanır.
Oysa uzak coğrafyalarda yaşanan zulümler karşısında gösterilen tepkiler genellikle güvenli alanda şekillenir. Toplumsal kabul görür, hatta bazen alkışlanır. Tepki göstermek bir vicdan temizliği işlevi görürken, kişiye ahlaki bir üstünlük hissi kazandırabilir. Bu yüzden bir dindar, bir kanaat önderi ya da herhangi bir birey, yakın çevresindeki haksızlıkları görmezden gelirken, uzak diyarlardaki acılara karşı yüksek sesle konuşabilir.
Bu durum, bireyin kendi sosyal konumunu, bağlı olduğu toplulukları ve sahip olduğu değer sistemini koruma refleksiyle de ilgilidir. Yakındaki haksızlık, bireyin “aidiyet duyduğu” sistemin içinde gerçekleştiğinde, onu dile getirmek bir tür “ihanet” ya da “fitne çıkarmak” gibi etiketlenebilir. Böylece kişi, içsel bir çelişkiyle yüzleşmemek adına sessizliğe bürünür.
Halbuki sosyolojik gerçek şudur: Zulme karşı duruş, adaletin en sade biçimidir. Ve adalet, en çok yakınımızdaki ilişkilerde sınanır. Evde, okulda, mahallede, kamu kurumunda ya da cemiyet içerisinde…
İslam düşüncesinde de bu mesele üzerine ciddi bir hassasiyet vardır. İnaç sistemimizde bu konuda iki önemli görüş bulunmaktadır:
Birincisine göre zulme rıza küfürdür. Yani zalime karşı sessiz kalmak, hak ile batılın arasındaki çizgiyi inkâr etmektir.
İkinci görüşe göre ise zulme rıza zulmün kendisidir. Bu yaklaşım da suskunluğu bir tür iştirake dönüştürür. Her iki yaklaşım da gösteriyor ki, inançlı bir kimsenin zulüm karşısındaki tavrı, onun iman ve ahlak ölçüsünü yansıtan bir turnusoldur.
Ne yazık ki tarih boyunca, kimi zaman “zalim bizdense susmak evladır” anlayışıyla hareket edenler olmuştur. Bu noktada şu çarpıcı söz bir vicdan aynası gibidir:
“Zulmeden bir dindar kötüdür; daha kötüsü, ‘zalim bizden’ diyerek susan dindardır.”
Toplumsal barış ve vicdani bütünlük, bireyin bu sınavı ne ölçüde geçebildiğiyle doğrudan ilişkilidir. Sessiz kalınan her zulüm, yalnızca mazlumu yaralamaz; toplumun adalet duygusunu da zedeler. Zamanla bu duyarsızlık, toplumsal bir norm hâline gelir. “Bana dokunmayan zulüm, zulüm değildir” anlayışı yerleşir. Bu da uzun vadede empati duygusunu zayıflatır, toplumsal çözülmeyi hızlandırır.
Ve tarih göstermiştir ki; zulmü işleyenler de, ona ortak olanlar da dünya üzerinde er ya da geç bir şekilde bedel ödemiştir. Nice iktidar sahipleri, koltuklarında otururken yaptıkları adaletsizliklerin karşılığını hem halklarının lanetiyle hem de tarihin kara sayfalarında almıştır. Allah’ın adaleti mutlaka tecelli eder; bazen bir nesilde, bazen birkaç kuşak sonra… Ama asla zayi olmaz. Mazlumun ahı, ilahi adaletin gecikmiş değil, gizlenmiş yankısıdır.
Sonuç olarak, bir toplumu sağlıklı kılan şey, yalnızca büyük acılara gösterdiği refleks değil; en küçük adaletsizlikte dahi ses çıkarabilen bireylerin varlığıdır.
Çünkü zulüm, sadece uzak diyarlarda değil; bazen bir evin içinde, bir kurumun koridorlarında, bir köyün meydanında ya da bir ilçenin yönetiminde sinsice yaşar.
Ve unutulmamalıdır ki; zulme karşı çıkmanın bedeli varsa, sessizliğin faturası daha ağırdır.
Zulüm nerede yaşanırsa yaşansın acıdır. Ancak en çok, susulan yerde çoğalır.