Normalleşme

M. EFE ÇAMAN | YORUM

Son sekiz yıldır en çok tartışılan ve üzerinde yorumlar yapılan konuların başında şüphesiz “normalleşme” geliyor. Normal giden bir rejimin rutin ya da daha teknik ifadeyle anayasal çerçevenin dışına çıkmasının ardından, belli bir süre sonra yeniden rutine ya da anayasal mimariye geri dönmesi anlamına gelen normalleşme, genellikle ara rejimlerden sonra gündeme gelir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hiçbir zaman tam anlamıyla kurumsallaşamamış ve rejimini oturtamamış bir ülke olan Türkiye, ara rejimlere olduğu kadar normalleşme dönemlerine de aşinadır. Sürekli türbülanslarla geçen Türkiye siyasi tarihinde birçok askeri müdahale ya da darbe, ara rejimlere neden oldu. Mevcut anayasal devlet mimarisi bu ara rejimlerde ya tümden ya da kısmen iptal edildi. Anayasal prosedürlerle seçilmiş yasal ve meşru hükümetler devrildi, yerlerine gücü anayasaya ve yasalara dayanmayan yönetimler – rejimler – kuruldu.

Kurulan bu ara rejimlerin ömrünü ne belirledi? Bu ara rejimler neden ve ne tip evrelerden geçerek rejimi normal anayasal çerçeveye sokmak durumunda kaldılar? Bu süreçler nasıl oldu? Bu yazıda bunların üzerine zihin egzersizi yapmak istiyorum.

İlk ara rejim 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası meydana geldi. Demek ki 1923’ten 1964’e kadar kesintisiz bir rejim söz konusuydu. Demokrasi olmasa da, istikrar bakımından herhangi bir majör problem olmadan, bu rejim tam 41 sene boyunca ülkeyi yönetti. Çok sesliliğin ve açık toplumun olmaması, ağır insan hakları sorunları, tek parti rejimi gibi meselelerin varlığına karşın, teknik olarak rejimin konsolide ve kurumsal olduğu uzun bir zaman diliminden bahsediyoruz.

Bu süre zarfında Türkiye birçok olumsuzluğa karşın eğitim seferberliği, kadın erkek eşitliği, laiklik, Batılı yasaların uygulanması gibi Müslüman çoğunluklu bir ülkede ilk kez denenen birçok reform yaptı. Bu reformlar bugünkü sonuçları bakımından değerlendirildiğinde önemli sosyolojik rezonans elde etti ve aradan geçen 101 yıllık süreçte Türkiye sosyolojisini derinden etkiledi ve siyasal kültürü biçimlendirdi. Tekrar vurgulamak isterim ki burada ele aldığım niteliksel kalite değil, teknik olarak rejimin yönü ve sistemini konsolide etmiş olması, yani kurumsallaşmasıdır.

Buna ek olarak bu rejimin dış konjonktürün de etkisiyle 1950’lerden itibaren çok partili parlamenter demokrasiye geçme hamlesi yapmış olması, yine rejimin olumlu hanesine yazılması gereken bir artıdır. Zira diğer diktatörlüklerin aksine, Türkiye rejimi tek partili ve karizmatik otoriter liderli bir rejim devam ederken, çok partili seçimleri gerçekleştirmiş, tek parti diktatörlüğü seçim sonuçlarını kabul ederek, seçimi kazanan muhalefete kazasız belasız iktidarı terk etmiştir. Ancak devletin anayasal düzeni devam etmiş, diğer bir ifadeyle rejimsel dönüşüm yumuşak olmuştur.

Buna karşın yeni iktidar olan Demokrat Parti 27 Mayıs 1960’ta askeri bir darbeyle devrilmiş, bir ara rejim başlamıştır. Ordu iktidarı devraldıktan sonra derhal yeni anayasa çalışmalarına başlamış ve bir yıl bir aylık anayasasız bir süreden sonra 1961 Anayasası yürürlüğe girmiştir ve böylece yeniden çok partili rekabetçi demokratik modele geri dönülmüştür. 15 Ekim 1961’de de, yani darbeden 17 ay kadar sonra, genel seçimler yapılmıştır. Normalleşmeye geçiş bakımından bu süreyi herkes dikkate almalıdır. Tüm gücü, yeni anayasa yapabilecek kadar etkili olan askeri cunta, bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra bir kenara bırakıyor ve alelacele çok partili anayasal sisteme geri dönüyor.

12 Mart 1971 ara rejimine gelmeden, 12 Eylül 1980 darbesini ele almak daha doğru olur, zira 1960 darbesi gibi, 12 Eylül darbesi de mevcut anayasayı feshetmiştir, ancak anayasal kurumları devam ettirmiştir. Mesela bağımsız mahkemeler gibi önemli anayasal kurumlar darbeden sonra rijit formlarda da olsa işletildi. Ancak esas benzerlik, darbeden hemen sonra, 7 Kasım 1982’de, darbeden tam 14 ay sonra, yeni anayasa için referandum yapılmış, sonrasında 18 Ekim 1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi (darbe sonrası Türkiye’yi yöneten generallerden oluşan anayasa dışı organ) anayasayı onaylamış, böylece 1982 anayasası yürürlüğe girmiştir. Akabinde 6 Kasım 1983 tarihinde genel seçimler yapılmıştır. Böylece formel normalleşme sağlanmıştır.

Yine diğer bir askeri müdahale 9 Mart 1971’de girişilen ve başarısız olan ulusalcı-sol darbe teşebbüsü ardından gerçekleştirilen 12 Mart askeri müdahalesidir. 12 Mart 1971 tarihinde ordu bir muhtıra yayınlayarak iktidarı devirdi. Yerine bir teknokrat hükümet kurdurdu. Orduda tasfiyeler yaptı ve siyasete ince ayar verdi. 9 Mart darbe teşebbüsüne katılan askerler emekliye ayrıldılar.

Dikkat ederseniz 1960 darbesi yönetimi olan Milli Birlik Komitesi’nin perde arkasındaki gerçek lideri Cemal Madanoğlu’nun da aralarında bulunduğu subaylar, sivil kanatta Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’un da aralarında bulunduğu öne sürülen birtakım siviller, 1971 muhtırası sonrası takibata alınıyor, hatta İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü kitabında anlattığı işkencelere maruz bırakılıyor. Fakat bu sert uygulamalar bile, 1971 Muhtırası sonrası darbecilikle suçlanan subayların özlük haklarına dokunulması sonucunu doğurmuyor.

Askerler emekliye sevk ediliyorlar, ailelerine ve çocuklarına dokunulmuyor, mallarına mülklerine el konmuyor, senelerce hapislerde çürütülmüyor. Avcıoğlu ve Selçuk gibi ulusalcı-sol aydınlar normal yaşamlarına kısa süre sonra dönüyor, gazetecilik ve yazarlık kariyerlerini ve siyasi faaliyetlerini aynen devam ettirebiliyorlar. Yani 12 Mart 1971 Muhtırası inanılmaz kısa bir süre sonra normalleşmeyle sonuçlanıyor.

Gelelim 28 Şubat 1997 post modern darbesi denilen askeri müdahaleye. Bu tarihte gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında başbakan Necmettin Erbakan’a askeri kanat ağır baskı uyguladı ve 8 saatlik toplantıda 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, kaçak Kuran kurslarının engellenmesi, tarikatların faaliyetlerine son verilmesi, kılık kıyafet yasasının gereğinin yapılması (başörtüsü yasağının uygulanması), İslami sermayeye sınırlamalar getirilmesi, Tevhid-i Tedrisat (eğitim öğretim müfredatlarının tektip olması) gibi noktaların altı çizildi.

Erbakan önce bildirinin altına imza koymayı reddetti. Generaller imzalamaması durumunda yaptırımların geleceği tehdidinde bulundu. Tansu Çiller imza koyunca Erbakan da MGK kararlarını imzalamak zorunda kaldı. Ancak Erbakan kararları uygulamayınca bu kez generaller İrtica Brifingleri uygulamasını başlattılar.

Bu arada Yargıtay başsavcısı Vural Savaş Refah Partisi hakkında kapatma davası açtı. Ardından 11 Haziran 1997 brifinginde Genelkurmay irticaya karşı silah kullanılabileceğini duyurdu. Bu gelişmelerin yarattığı baskı ortamında DYP milletvekilleri DYP’den birbiri ardına ayrılmaya başladılar. İki DYP’li bakan da koalisyon hükümetinden istifa etti.

18 Haziran’da Erbakan istifa etti ve Cumhurbaşkanı Demirel hükümet kurma görevini Tansu Çiller yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi. Süreç esnasında ve sonrasında, gerekirse 1000 yıl süreceği söylenen 28 Şubat süreci giderek yumuşadı. Refah Partisi yerine Fazilet Partisi kuruldu ve partinin seçimlere katılımı engellenmedi. Bu parti 18 Nisan 1999 genel seçimlerine katıldı ve 111 milletvekili çıkardı.

Kısacası genel olarak iki yıl gibi bir zaman diliminde 12 Şubat sürecinin hedefi olan siyasi hareket başka bir isimle yoluna devam etti. Rahşan affı olarak bilinen genel af kapsamında 28 Şubat sürecinde aralarında Fethullah Gülen’in de bulunduğu, haklarında suçlamalarda bulunulan birçok isim af kapsamına girdi ve hukuki takibatları sonlandırıldı.

Tüm bu ara rejimlerin ortak özelliği, ordu, yani TSK tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. Askerlerin siyasete etkisi anayasaya aykırıdır ve yapılanlar elbette demokratik teamüller ve anayasal rejim mimarisi bakımından kabul edilemez. Ne var ki bu müdahaleler, ister 1960 ve 1980 darbeleri gibi doğrudan iktidarı deviren ve anayasayı lağveden askeri müdahale olsun, isterse 1971 ve 1997 muhtıraları gibi iktidar üzerinde baskı kurarak ve tehditle iktidarı devirerek, anayasal sistem içinde iktidar değişikliği ile neticelensin, birkaç yıl içerisinde normalleşme başlamıştır.

Hiçbir darbeden sonra ara rejim konsolide olmamıştır ve de facto uygulamalarla ülkeyi yönetmeye tevessül etmemiştir. Bilakis darbeciler kendilerini yasal ve siyasal güvenceye aldıktan hemen sonra siyaseti normal akışına bırakmışlar – ya da bırakmak zorunda kalmışlardır.

 

15 Temmuz 2016 sivil darbesi ise, aynı tarihte gerçekleştiği iddia edilen askeri darbe teşebbüsünü bahane ederek kendi rejimini kurmuştur ve hâlihazırdaki İslamcı-Avrasyacı-Derin Devlet koalisyonu kurulmuş, aradan geçen 8 yılı aşkın zaman süresince, Türkiye tarihinde görülmemiş bir takibat dalgası başlamıştır.

Ne 27 Mayıs, ne 12 Mart, ne 12 Eylül, ne de 28 Şubat, 15 Temmuz sonrası yaşanan çapta bir tasfiye uygulamasında bulundu. Hatta yanından bile geçmedi! Daha sözde darbe kalkışmasının hemen ertesi günü binlerce yargı mensubu hâkim ve savcının adları listelerdeydi.

Bu insanların isimleri ne zaman kara listeye alınmıştı? 160.000’i aşkın kamu personeli, 8.000’i aşkın akademisyen KHK’larla ihraç edildi. Bu uygulamaların yüzde biri bile, daha önceki ara rejimlerde gerçekleşmiş değil! Bunlar normal olabilir mi?

İstatistiksel verileri buraya doldursak onlarca sayfa uzunluğunda bir yazı oluşur.

Tüm ara rejimler çok kısa bir süre zarfında normalleşme düğmesine bastılar. Ama elbette düğmeye basmak normalleşmenin hemen gerçekleşmesi anlamına gelmiyor. Mesela 12 Eylül darbesinden sonra elbette 2 yıl içinde normalleşmenin asgari koşulları gerçekleşmiş, yeni anayasa yürürlüğe girmiş, seçimlere gidilmişti. Ama siyasetin ve sosyolojinin normalleşmesi için 10 yıl kadar beklemek gerekmişti. Hatta 1982 anayasası AB reformlarına kadar onlarca kez değiştirildi ve demokratikleştirildi. Demek ki formel olarak normalleşme düğmesine basılması yeterli değil.

Fakat şunu dikkate alınız; 15 Temmuz süreci sonrası aradan geçen sekiz uzun yıla karşın daha normalleşme düğmesine bile basılmadı! Mesela 12 Mart Muhtırası, 9 Mart askeri darbe girişimi sonrasında bu girişimin içinde yer aldığı öne sürülen askeri personeli emekliye sevk etmekle yetindi. Kategorik olarak 9 Mart 1971 darbe girişimi ve 15 Temmuz 2016 sözde darbe girişimi benzerdir. Ancak sonuçları bakımından, “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz ve bunun ardından gerçekleşmiş sivil darbe yüksek sayıda tutuklamalar yapmıştır ve bu tutuklama rakamları dünya darbeler tarihinde hiçbir darbeyle karşılaştırılamayacak kadar kapsamlı, hatta astronomiktir. Keza Türkiye’de tam askeri darbeler sonrasında bile şu ankine benzer niteliklerde otoriter bir rejim inşa edilmemiştir.

Bir diğer önemli fark, muhalefetin takındığı tutumdur. 27 Mayıs’ın da, 12 Mart’ın da, 12 Eylül’ün de, 28 Şubat’ın da karşısında bir muhalefet vardı. Bu muhalefet hiçbir zaman darbelerin veya askeri dönemlerin diskurunu benimsemedi. İtiraz etmese de, kullanmadı! Bugün ise Yenikapı Ruhu dimdik ayakta ve başta ana muhalefet olan CHP olmak üzere tüm muhalefet partileri rejim diskurunu olduğu gibi kabul ediyor ve kullanıyor.

Kanımca tüm diğer ara rejimler bir tarafta, 15 Temmuz sonrası kurulan rejim diğer bir tarafta olmak üzere, aradaki en büyük fark, 15 Temmuz’un bir sivil darbe olmasıdır. Türkiye’de sivil darbe ardılı bir rejim var. Bu rejimin yıkılması ve 1982 Anayasası’nın devlet mimarisine geri dönüş bir anayasal zorunluluktur ve haktır. Normalleşme budur. Normalleşme bunu hedeflemelidir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin