Ana Sayfa HABER Nehre atılan bebekler; zulmün kaynağına yolculuk

Nehre atılan bebekler; zulmün kaynağına yolculuk

AHMET KURUCAN | YORUM

13 Kasım 2010 yılında kaleme aldığım ve Zaman Gazetesi’nin ‘Yorum’ sayfasında yayınlanan bir yazımın yarısını paylaşacağım sizinle. 2024 yılı gerçekleri ile mukayese eden yorumlarımı ise bir sonraki yazıma bırakacağım. O yazımın başlığı hazır: “Yazık Ettiniz!” 

Evet yazık ettiler hem kendilerine hem de ülkemize. Veyl olsun!

Yazıya geçiyorum. Şöyle yazmışım: 

Zavallı yavrucak, o gün sakin sakin akan nehrin sularına kendini salmış, hiçbir şeyin farkında olmadan hayatta kalma mücadelesi veriyormuş. Ağlamadan dolayı kısılan sesi, boğulmamak için verdiği mücadeleden takatsiz kalan vücudu ona yolun sonuna geldiğini söylüyormuş ama o yine de hayata tutunmaya çalışıyor ve son ağlayışları, son çırpınışları ile lisan-ı haliyle çevreden imdat bekliyormuş. O köylü bu manzarayı görür-görmez hiç düşünmeden atlamış suya ve kurtarmış o yavrucağızı.

Kim kurtarmaz ki?

Köylü kurtardığı bebeği hemen evine götürmüş. Hanımı yapılması gerekli her şeyi hemen yapmış. Tabii küçük yer, köy bu haberle çalkalanmış o gün. Ertesi gün bir başkası nehirde iki bebek görmüş. O da tıpkı bir gün önceki arkadaşının yaptığı gibi suya atlamış ve bebekleri kurtarıp köye getirmiş.

“Üst üste iki gün karşılaşılan bu vaka tesadüf olabilir mi?” diye sormuşlar köylüler akşam köy odasında birbirlerine. “Yarın nehrin kenarında gözetlemeye duralım.” kararı çıkmış yaptıkları toplantıdan. Ertesi gün nehrin kenarında nöbet bekleyen köylüler gördükleri manzara karşısında şaşırmış kalmışlar; çünkü dört bebekle karşılaşmışlar.

Uzatmayalım; 8-16-32 her gün iki katı ile artan bebekler nehirden tabiri caizse fışkırmaya başlamış. Köylüler bu duruma çare bulmak adına toplantı yapmışlar ve bebekleri kurtarmak için iyi yüzme bilenlerden bir kurtarma ekibi kurmuşlar. Fakat mesele kurtarma ekibi ile bitmemekteymiş. Asıl sorun kurtarıldıktan sonra başlamaktaymış. Sorun, bunların bakım ve görümünü kim ve nasıl yapacak sorusunun cevabında kilitliymiş.

Şöyle çözüm bulmuşlar önceleri; bebekleri ailelerin yanına vermişler. Sonraları her geçen gün kabaran sayı karşısında yurtlar-yuvalar kurmaya başlamışlar. Bebekler büyüyüp çocuk olunca eğitim-öğretim ihtiyaçları devreye girmiş. Bu defa kreşler, okullar, pansiyonlar açmışlar. Fakat hayat bütün hızıyla devam ediyormuş; çocuklar büyümüş, delikanlı, genç kız olmuş, derken olgunlaşmışlar ve hastaneden bankaya hayata ait her türlü ihtiyacı karşılamaya çalışmış köylüler ve bizim köy olmuş kocaman bir şehir.

Bu arada bebeklerin nehirden toplanma işi devam etmiş; çünkü bebeklerin ardı-arkası kesilmemiş. Nihayet bir gün köylüler bir toplantı yapıp, “Problemin kaynağı ne? Bu bebekler nereden geliyor?” sorusunu sormuşlar kendilerine ve bir ekip oluşturup nehrin kaynağına doğru ekibi dualarla yola çıkarmışlar. Ekip nehir boyunca gitmiş ve büyük bir şehirle karşılaşmış.

Gülen Hareketi, ‘adaleti’ hedeflmiş olarak yoluna devam ediyor

Meğer ki o şehirde bir hükümdar varmış. Hükümdar, halkına karşı Hz. Musa dönemindeki Firavun’u aratmayacak bir tutum içine girmiş. Yeni doğan bebeklere hakk-ı hayat tanımıyormuş. Doğan çocukları anne-babalarından zorla alıyor ve nehre salıyormuş. Ekip hemen köye dönmüş ve elde ettikleri sonucu köylüleriyle paylaşmış. Köylüler, “Sorunun kökenine inmek zorundayız, sorunun kaynağı zulüm; zulmün ilacı ise adalet.” demişler ve zulme sebebiyet veren fakirlik, cahillik, ayırımcılık, eşitsizlik ve benzeri her türlü şeyle mücadeleye başlamışlar.

Size aktarırken aralarını boşlukları doldurmada benim de katkımın olduğu ‘bir varmış, bir yokmuş’ ile başlayan hikâye burada bitti. Gelelim bununla anlatılmak istenen asıl meseleye. Söz konusu hikâye Amerika’nın ilk başkenti Philadelphia’da geçen hafta yapılan bir konferansta dile getirildi. Konferansın ana başlığı “Dünya’da Dünya ile Birlikte Barışı Gerçekleştirme: Gülen Hareketinin Ekolojik Adaleti Sağlamadaki Rolü” idi. Bir gün süren konferansta Gülen Hareketi ekolojik adalet ekseninde masaya yatırıldı.

Gülen Hareketi’nin ‘kutsalı’; insanlığa hizmet!

Hikâyeyi ise “Kutsal Yer Olarak Tabiat ve Dinî Barış’ın Fethullah Gülen Düşüncesinde ve Hizmet Hareketinde Geleceği” başlıklı tebliğ sunan Dr. Joseph Stautzenberger anlattı. Tahmin edeceğiniz ve ettiğiniz gibi hikâyedeki köyü ve köylüleri Gülen Hareketi olarak niteledi Dr. Stautzenberger ve şöyle bağladı sözlerini: “Gülen Hareketi yardımlaşma hareketi olarak başladı, global manada adaleti hedeflemiş olarak yoluna devam ediyor. Adalet ile sorunun kökenine indi, inmeye çalışıyor, bir sivil toplum kuruluşu olarak imkânlar nisbetinde yapabileceğini yapmaya devam ederken, yardımlaşma faaliyetlerini de hiçbir zaman unutmadı, unutmuyor.”

“Fethullah Gülen: Bir Hizmet Hayatı” başlıklı kitabın yazarı Dr. Jon Pahl’ın yaptığı şu tespit en az birincisi kadar önemli ve dikkat çekiciydi. Bir itiraf manasını da taşıyan tespitiyle Pahl şöyle dedi: “Batı’da kutsal mekân anlayışı anıt, abide, heykel, kilise vb. somut, fizikî yapıya sahip eserlerle sınırlanıyor her nedense. Son zamanlarda buna 11 Eylül saldırılarında yıkılan İkiz Kuleler de eklendi. Ama Gülen Hareketi’nde kutsal, insan ve insana hizmet eden her şeydir. Bu, yeri gelir hastane olur, okul olur, yeri gelir hastanede hastaya, okulda talebeye verilen hizmet olur.”

Devam edeceğim.

1 YORUM

  1. Yaşar Şimşek
    Merak ediyorum, acaba ne zaman açık açık yazacaksınız, bize yeni bir İslam lazım diye? Dünyadaki bütün dinlerin protestan, reforme edilmiş, update edilmiş versiyonları var, İslam'ın da olması lazım diye... (RTE bu güncelleme meselesini bir zamanlar nasıl ballandıra ballandıra anlatmıştı... kendine uygun bir update de yaptı ya neyse...) Ortodoks veya otantik din anlayışı günümüze uymuyor diye ne zaman açık açık ilan edeceksiniz? İslam'i zamanın ruhuna göre baştan aşağı yeniden sekillendirmemiz lazım diye net bir şekilde ifade edeceksiniz... Yaptığınız şeyin adını koyup ne zaman kurumsallasacaksiniz? Ya da günümüze en yakın dönemde İslam'dan tamamen ayrıştırılmış biçimde kendi kurumsalligini kazanma mücadelesinde son aşamada bulunan Alevilik veya Bektaşilik gibi müstakil bir din olma yoluna ne zaman gireceksiniz? Tarihte bunun çok sayıda örneği de var halbuki, Bahailik, Durzilik, Yezidilik, Sihizm vb. Günümüz protestan Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerine muntesip cemaatlerde artık iyice yaygınlaşmış ve oturmuş olduğu gibi temel öncelikleri "insanlara yardım ve herkese iyilik" olarak belirleyip "otantik dini öğretileri ve ortodoks uygulamaları" geride bırakacak... Ya da bu protestan cemaatlerde son derece yaygın olduğu biçimde "otantik itikat ve ibadet" gibi kavramları daha arka sıralarda bırakan ve ateist, deist veya agnostik gibi farklı inanç ya da görüşleri benimseyen insanların cemaatin her kademesinde bulunmasının son derece normal olması ne zaman gerçekleşecek? Diamond Tema yanlış hatırlamıyorsam Nevsin Mengü ile bir röportajında günümüz Türkiye'sinde kendisini ateist, deist, agnostik gibi tanımlayan insanların çoğu aslında eskiden de müslüman değillerdi, sadece ben onların bunu fark etmelerine katkı sağlamış olabilirim gibi bir laf etmişti. Bu farkındalık Hizmet hareketine aidiyet duyan insanlar arasında ne zaman yaygınlaşacak acaba? Hizmet hareketini benimseyip de kendisini gayri müslim kümede bir inanç veya felsefeye sahip olarak gören insanlar harekette ne zaman ön planlarda yer almaya başlayacaklar? Hareket merhamet, adalet, eşitlik, özgürlük, insanca yaşam olsun da, gerisi çok da önemli değil, hatta belki hiç önemli değil, varsın başka bir şey olmasın noktasına ne zaman gelecek? Bu konuda bu yorum köşelerinde yazan Cemil Nadir Özgün beyin (ismi yanlış yazdıysam kusura bakmasın) cesaretini tebrik etmemek de haksızlık olur açıkçası, bir tek kendisini gördüm şimdiye kadar. Gerçekten çok merak ediyorum benim de hayatımın bir döneminde aidiyet hissettiğim "Hizmet hareketi" nereye doğru evrilecek? Protestan bir İslam cemaati mi olacak, dinden bağımsız sıradan herhangi bir sivil toplum örgütü mü, yoksa Bektasilik benzeri İslam'dan ayrışması yüzlerce yıl sürüp sallantıda kalmış bir cemaat mi? Bekleyelim bakalım, bekleyip görelim. Herşeyin mutlak hakikati bir gün muhakkak ortaya çıkacak, lakin o gün dünyadaki sıradan günlerden bir gün olmayacak. Siz de bekleyin, biz de beklemekteyiz.