Neden mülkiyet hakkı: Türkiye

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Türkiye özel mülkiyet konusunda ciddi sıkıntıları olan bir devlettir. Bunu tarihle, siyasal kültürle, uygulanan hukukla ve rejimlerle bağlantılım olarak ele almak mümkündür. Bunu yapmadan önce birkaç örnek vermek yerinde olacak kanısındayım. 

Öncelikle özel mülkiyet ve mülkiyet hakkı konusunda en ciddi ihlaller, 1917’deki Ermeni soykırımı esnasında gerçekleşti. Elbette 1917 soykırımında insan kaybı ön planda tutuluyor – ki olması gereken de budur. Fakat soykırım dışında yağma boyutunu ihmal ederek bu konuya yaklaşmak eksik kalır. Ermenilerin ata yurtlarından sürülmeleri başlı başına bir mülkiyet sorunudur zaten. Evler, araziler, tarlalar, fabrikalar, mücevherat, para – ne varsa zorbaca ve barbarca el değiştirdi. Bu yapılan bir mega hırsızlıktır. Ermenilerin mallarına çöreklenenler, onların evlerine yerleşenler, onların tarlalarını gasp eden ve sürenler, olayın dramatik bir yersiz-yurtsuzlaştırma politikası olmasının yanında, devlet eliyle Kanun-ı Esasi’nin (Osmanlı anayasasının) ve ilgili mevzuatın öngördüğü mülkiyet hakkının bilerek ve isteyerek (kasten) ihlalidir. Ermeni soykırımı yanında Rumların Anadolu’dan sürülmesi de özellikle batı Anadolu’da ciddi mülkiyet hakkı ihlallerine neden olmuştur. Yunanistan’dan gelen mübadiller, Türkiye’yi terk eden Rumlardan sayıca daha azdı. Rumlardan “boşalan” yerler yağmalandı ve gasp edildi. Türkler arasında hala gayri Müslim azınlıkların eskiden yaşadıkları mekânlarda altın ve define aranır. Bu esasında yaşanan trajedinin boyutunun ortaya koymasının yanı sıra, yağma ve talanın toplumsal seviyede nasıl meşru kabul edildiğine bir örnektir. Devlet düzeyinde ise bu el koymadır. Her ikisinde de devlet, kendi anayasa ve yasalarına uymayarak özel mülkiyet hakkının gaspına olanak tanımakta, teşvik etmekte, hatta bazen bunu kendisi yapmaktadır! 

Bunun yanı sıra, Cumhuriyet döneminde – savaş dönemlerinde yaşanan el koymaları hariç tutacak olursak – özellikle Varlık Vergisi gibi yine azınlıklara yönelik izlenen politikalar, özellikle mülkiyet hakkı ihlallerine neden olmuştur. Dersim olaylarında “sürülen” ahalinin mülkiyet hakkına da riayet edilmemiştir. İnsanlar evlerini ve arazilerini terke zorlanmıştır. 1990’larda köy boşaltmalarda da aynı yöntem izlenmiştir. İnsanların evleri yakılıp yıkılmış, özel mülklerinden olan insanlar ülkedeki metropol bölgelere göç ettirilerek sosyoekonomik olarak sıfırlanmış bir şekilde hayata yeniden başlamak mecburiyetinde bırakılmıştır. 

Bu yaşanmış tarihi pratik dışında, mülkiyet hakkının dünyanın diğer bölgelerine nazaran neden Türkiye’de gelişmediği konusu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu konuda Osmanlı döneminde uygulanan politikalar önemlidir. Daha önce de vurguladığım gibi, Osmanlı sistemi tüm arazilerin sultana ait olduğu ön kabulüne dayanmaktaydı. Buna göre sultan istediğine arazi tahsis eder, istediğinden de bu arazileri geri alabilirdi. Mutlak monarşik uygulamalarda monark kanundur ve devlettir. Dolayısıyla siyaset teorisinde iktidarın sınırlanması dediğimiz aşamaya gelinceye kadar özel mülk monark tarafından verilen (bahşedilen) bir ayrıcalıktır. Avrupa Ortaçağında krallar yanında prensler, Katolik Kilisesi vs. yapılar nedeniyle devamlı çoğulcu yapılar var oldu. Osmanlı’da ise padişahın dışındaki otoriteler hep merkezin adamlarıydı. Batı kültüründeki ademi merkeziyetçilik, kralların mutlak iktidarına olanak tanımadı. Monarklar iktidarı devamlı başka merkezlerle paylaşmak durumda kaldı. Aristokratların gücü ellerinde bulundurabildikleri arazilerden geliyordu. Çünkü üretim yapabiliyorlardı. Merkezden bağımsızdılar ve merkezin altında – hukuken – yer alsalar da, fiilen vergi toplayabiliyorlardı. Oldukça otonomdular. Bu durum konfederatif ve karşılıklı bağımlılık içerisinde olan irili ufaklı iktidar ortaklıklarını mümkün kıldı. Oysa Osmanlı’da merkezi otorite periferiye “adam atıyordu” ve istediği zaman atanan “memurları” görevden alıyordu. Bu durum Osmanlı’da bir aristokrasi sınıfının doğmasına engel oldu. Merkez çok güçlüydü. Merkezin korkusu, ademi merkeziyetçiliğin ayrılıkçılığı körüklemesiydi. Mülkün sultanın olması ve sultan tarafından sınırlı (ve ucu açık, belirsiz, keyfe keder) olarak şahıslara veya ailelere devri, Batı’dan çık farklı bir sosyal yapı doğurdu. Periferideki halkların devlete bağlılıklarını sağlayan ceberut devletti. Özgürlük sağlayan Osmanlı efsanesi, fiiliyatta el koyma ve gaspta ifratına kaçmamak olarak özetlenebilir. Osmanlı’nın gayrı Müslimlerden aldığı kafa vergisi, tümden el koyma olmasa da bir nevi haraçtı. Osmanlı sistemi üretmiyor, üretilene el koyuyordu. Modern döneme dek (19. yy.) yasal olarak yetkileri sınırlandırılmamış padişahlar tarafından yönetilen Osmanlı, yetki terkini ancak güç kaybına uğradığında yapmaktaydı. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da merkezden kopması böyle bir güç kaybı sonucunda gerçekleşti. Bu nedenle Osmanlı tebaası arasında devletin “güçlü” oluşu, hep “el koyma kapasitesi” ile eş tutuldu. 

İttihatçılar Ermenileri zorunlu göçe tabi tutarken, bu uyguladıkları korkunç ve insanlık dışı “politikanın” finansal ve ekonomik boyutlarını mutlaka düşünmüş ve hesap etmişlerdi. Kurtuluş Savaşı sonrasında İttihatçıların B takımının kurduğu cumhuriyetin var etmekle gurur duyduğu “Türk burjuvazisi”, Ermeni mülklerinden elde edilen sermaye ve varlık birikimi sayesinde oluşturulmuştu. İttihatçı A takımından nefret eden Mustafa Kemal ve arkadaşları, bu kıskançlık ve nefrete karşın nedense İttihatçılar tarafından yapılan Ermeni soykırımını hiç gündemlerine almadı. Oysa taktiksel olarak İttihatçı A takımını iyice itibarsızlaştırmak ve izlerini tümden silmek için bu insanlık suçunu resmi tarihe almaları daha mantıklı olmaz mıydı? İşte bu noktada, finansal rasyonalizasyon devreye girdi. Eğer Ermeni soykırımı kabul edilmiş olsaydı, “Türk burjuvazisi yaratma” projesi suya düşecekti. Dolayısıyla “Türk sermaye birikimi” bir talan üzerine inşa edilmişti. Talanın temelleri, devletin mülkiyet hakkını gasp etmesi ile gerçekleştirilmişti. Ekonomik temelleri mülkiyet hakkı ihlaline dayanan yeni devlet, bunu sosyal genetiğine işledi. Bu işin tadına vardılar. Bir taşta iki kuş vurmak “iyiydi” vesselam! Hem hedefteki grubu imha etmek, hem de onun mallarına konmak ve bu sayede tercih edilen başka bir toplumsal grubu (Türkler!) varlıklı hale getirmek. Mesele buydu. 

Mülkiyet hakkının terine göre “esnetilebilmesi” devleti kontrol edilemez kılmaktaydı. Türk politik elitleri bunu gördüler. Devlet, bir taraftan mülk gasp ediyor, diğer taraftan talan ettiği “ganimeti” kendisini iktidarda tutacak odaklara peşkeş çekiyordu. Böylece AKP’nin etrafındaki “parazitlerin” arka planındaki ilişkiler ağını görmüş oluyoruz. AKP alenen İttihatçıların ve Kemalistlerin sisteme “aşıladığı” bir uygulamayı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanıyor. Bugün “FETÖ’cülerden” gasp edilen “ganimetler” rejim diskurunu meşrulaştırıcı bir çamaşır deterjanı olarak kullanarak aklıyor, pür-i pak hale getiriyor, hatta İslamileştiriyor. Ve bu kutsanmış “ganimet” kısmen yağmacı siyasi sınıf, kısmen de onları destekleyen parazitler (Cengiz İnşaat vb.) arasında üleştiriliyor. Paylaştırılıyor demek istemedim ve bu nedenle bir kumar veya gasp terminolojisi olan “üleştirmek” fiilini bilerek kullandım!

Özel mülkiyetin ihlali, iktidarın kontrolden çıkmasıdır. Hatta zıvanadan çıkmasıdır. Özel mülkiyet hakkının olmadığı yerde devlet de iktidar da sınırlandırılamaz. Bu tür yapılar hem otoriterliğe hem de yolsuzluğa kaymak mecburiyetindedir. Bu bir nevi siyaset bilimi “yerçekimi yasasıdır” diyebiliriz. Türkiye’nin gerek yönetimsel, gerekse de finansal olarak iki yakasının bir araya gelmemesinin en önemli nedeni işte bu tarihsel arka plan ve onun bugünlere gelinceye kadar iyice rafine hale getirilmiş “yöntemleridir”. Mülkiyete el koyabilen bir rejim her şeyi yapabilir! 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin