Neden dolayı istişareler hakkıyla yapılmamaktadır? (3)

YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN

Fikirlerin Dayatılmadığı, Kıdem/Makam/Paraya Sahip Olma Üstünlüğü Etkisinden ve Ekipçilik/Tarafgirlik’den Uzak İstişareler

Şimdi de “ideal istişare” yazısında Hocaefendi’nin ideal bir istişarenin yapılması adına istişarede münazara ve müzakere ahlakının  nasıl olması gerektiği hususundaki tesbitlerine bakalaım: “Öncelikle bir ferdin kendi kafasına göre karar alması, aldığı bu kararı bir sabite haline getirmesi ve daha sonra da meşverette görüşülecek bütün meseleleri bu sabitelere göre örgülemeye çalışması meşveretin ruhunu bilmeme demektir. Bunun yerine insan, işin içine hislerinin karışmaması, heva ve hevesini akıl ve mantık zannetmemesi için meşverette görüşülecek mevzularla ilgili aklına gelen mülahazaları, akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimin yanı sıra batınî hasseleriyle de değerlendirip bir yere not etmeli, görüşülecek mevzuların çerçevesini belirlemeli, daha sonra meseleyi meşverete sunmalıdır.“

İstişare Kendi Fikirlerimizi Dayatma Yeri Olmamalıdır…

İstişare öncesinde kendi başımıza ya da bizim gibi düşünen insanlarla kararlar alınıp, sabit fikirler haline getirilmemeli ve bu düşüncelerin kabul edilmesi için istişareler yapılmamalıdır. Bu toplantılar kendi fikirlerimize meşruiyet kazandırma yerleri olmamalıdır. Hislerimizin etkisi altında, heva ve heveslerimizin yönlendirmesiyle değil ve işin manevi boyutları da hesaba katılarak önceden bir takım gündem maddeleri oluşturma gayreti içerisinde olmalıdır. Ne kadar orijinal olurlarsa olsunlar, istişareye arzedilen fikir ve tekliflerin kabul görmemesine de hazır bir ruh haliyle toplantılar yapılmalı ve kabul görmediğinde ise ısrar ve inat tavrı sergilemeden, çıkan sonuçları hazmedilebilmelidir.

Hocaefendi aynı yazıda bu hususa istişarelerdeki usul uzerinden de değinmektedir: “Esasında meşverette izlenmesi gereken usul münazara ve müzakeredir. Münazara ve müzakere ise kesinlikle tartışma ve didişme demek değildir. Buradaki asıl hedef, hakikatin tebellür etmesi, billurlaşıp ortaya çıkmasıdır. Zira “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat tecelli eder.” Tartışmadan ise hakikat parıltıları değil, parçalanmalar, bölünmeler doğar. Çünkü münazarada insaflı olmak ve karşı tarafın düşüncesine saygılı kalmak asıl iken, tartışmada “dediğim dedik” mülahazasıyla hareket etmek ve karşı tarafı mahcup düşürmek de vardır.”

Kıdem ve Makam Üstünlüğü Değil Hakk’ın Hatırı…

Diğer taraftan Hocaefendi kıdemlerin ve makamların kullanılarak istişarelerin fikirleri dayatma yerleri olmaması gerektiği ile ilgili şu önemli tesbitleri yapmaktadırlar: “O halde dile getirilen görüşlerden birisinin zerre kadar hayır ağırlığının söz konusu olduğu bir yerde; ne kıdemin, ne unvanın, ne makamın ne de parmakla gösterilen biri olmanın etkisi söz konusu olamaz. Aksine hakikat orta yerde dururken bütün bunları bir kredi olarak görme ve baskı unsuru yapma meşveretin ruhunu tahrip etme demektir.

Karşı tarafı dinleme saygısını gösteremeyen ve sürekli kendi düşüncelerini doğru gören kimse esasında nefsini put haline getirmiş bir zavallıdır. Nefsi karşısında rükû ve secdeye varan böyle bir zavallı ise din ve hizmet adına konuştuğunu zannetse de, hakikatte nefsi hesabına konuşuyor demektir. Dolayısıyla onun ortaya koyduğu düşünceler hep reaksiyona sebebiyet verecek, tepkiyle karşılanacaktır.”

İstişarelerde kıdem ve kredilerini kullanma zaafı olan insanların bu egoist ve bencilce tavırları istişarelerin yümün ve bereketini alıp götürecektir. Halbuki, Hz. Üstad, Münazarat’ta ortaya konan fikirleri sadece kendisi söylediği için kabul etmemeleri gerektiği ile ilgili şunları söylemektedir:Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız; bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız; bana reddediniz, gönderiniz.”

Maddi güç sahiplerinin fikirlerini dayatmaları…

Zenginlerin, parayı kontrol eden insanların bu sahip oldukları imkanı fikirlerini kabul ettirmek için kullanmaları da aynı şekildedir. Bazen kıdem, makam ve mevkiler, bazen de ekonomik üstünlükler bu amaçla kullanılabilmektedir. Bu hususların hiç birisinin istişarelerde daha fazla söz söyleme hakkı vermemesi gerekmektedir. İstişarelere katılan herkes bu noktada aynı haklara sahiptir. Bu hususların önlenebilmesi açısından, dönem başlarında ve belirli aralıklarla şuranın mahiyetinin, usullerinin ve prensiplerinin müzakere ortamında ele alınması ve karar alma süreçlerinin nasıl gerçekleşeceği ile ilgili ortak bir mütabakata varılması faydalı olacaktır.

Mutlaka İstişare; Fakat, Kiminle?!.

Daha önce hizmet insanlarında olabilecek tarafgirlik, adam kayırma ve ekipçilik hastalıklarının yol açtığı önemli tehlikelerden bahsetmiştik. Bu tehlikelerden bir tanesi de, istişarelerin aynı düşüncedeki, bir takım menfaatler ortak paydasına sahip ve bir kısım çıkar bağları ile bağlanmış olan insanlarla yapılmasıdır.  Böyle olunca, istişareler, muhaliflere veya muhalif fikirlere hakkı hayat tanımayan, ikili-üçlü ekip kulislerinde alınmış kararların kabul veya dikte ettirildiği toplantılar olmaktan kurtulamayacaktır.

HocaefendiMutlaka İstişare; Fakat, Kiminle?!. Başlıklı bir sohbetinde istişarenin kimlerle yapılması gerektiği ile ilgili çok önemli tesbitler yapmaktadırlar: “Size yağ çekenlerle istişare etmeyeceksiniz. Bir yönüyle bir kısım çıkar bağlarıyla size bağlanmış insanlarla istişare etmeyeceksiniz. Onlar ‘Âlem seninle gurur duyuyor’ derler. Sizden bir kısım beklentileri bulunan insanlarla istişare ederseniz, ‘Eşin yok, menendin yok, kakül-ü gülberlerine acem mülkü fedadır!’ diyenlerle istişare ederseniz, yanıltırlar sizi. Çünkü onlar dar ufukludurlar. Sadece bugünü görürler; belki bir de çocuklarının hayatlarının sonuna kadarki zaman dilimini görürler. Böylesine dar düşünceli kimselerle engin ufuk isteyen meseleler çözülemez. Başka bir derdi olmayan, oturup kalkıp mefkurenizi ikame etme istikametinde sancı çeken ve bir çıkar bir menfaat beklemeyen insanlarla istişare edeceksiniz. Size de dokunsa başkalarına da dokunsa düşüncelerini objektif olarak, makul ve uygun bir üslupla ortaya koyacak insanlarla istişare edeceksiniz.”

Bilmiyorum ki mesele bu kadar güzel, bu kadar açık ve hiçbir tevile imkan tanımayacak şekilde daha nasıl ifade edilebilir.  “Size yağ çekenlerle istişare etmeyeceksiniz. Bir yönüyle bir kısım çıkar bağlarıyla size bağlanmış insanlarla istişare etmeyeceksiniz. Başka bir derdi olmayan, oturup kalkıp mefkurenizi ikame etme istikametinde sancı çeken ve bir çıkar bir menfaat beklemeyen insanlarla istişare edeceksiniz.”  

Aksi takdirde yaptıklarınız iştişare olmaktan çıkar. Buna riayet etmeden yapacağınız toplantıların bir bereketi olmayacağı gibi buralarda aldığınız kararlarla insanlara zulmedecek, insanların kin ve nefretlerine maruz kalmaktan kurtulamayacaksınız. Niyetlerinizin temiz olması, manevi yönden çok donanımlı  ve deha seviyesinde yeteneklere sahip olmanız sonucu değiştirmeyecektir.

Hayırhah Arkadaş ve Mâbeyn-i Hümâyûn

Hocaefendi Hayırhah Arkadaş ve Mâbeyn-i Hümâyûn başlıklı sohbetinde bu hayati problemi şu şekilde ele almaktadır: “Ertuğrul Düzdağ Bey der ki: “Esas Abdülhamid’in (cennet-mekân) başına gelen o gailelerin arkasında mâbeyn-i hümâyûn vardı.” Mâbeyn-i hümâyûn dediğimiz o kalem-i mahsus (özel kalem) müdürleri, danışmanlar, mütebasbıs insanlar çevreyi sarınca, hiçbir hakikat doğrudan doğruya merciine ulaşmıyordu. Düşünün ki, Hazreti Üstad yüz sene önce güneydoğuda, doğuda üniversite yapma meselesini teklif etmişti. Doğunun problemi cehaletti, ilimle giderilecekti; ihtilaftı, ittifakla giderilecekti; fakirlikti, millete kazanma yolları gösterilmekle giderilecekti. Bediüzzaman bu reçeteyle gelmiş, mâbeyn-i hümâyûna müracaat etmişti. Heyhat, sesi yukarıya çok farklı ve çarpık aksettirilmiş; neticede hakkında deli denmiş ve Hazret tımarhaneye gönderilmişti. Bu, mâbeyn-i hümâyûnun, o çevrenin, o danışmanların, o kalem-i mahsus müdürlerinin gazabına uğrama demekti.

Dolayısıyla o dönemde Abdülhamid’e (Mekânı Cennet olsun, ona karşı hürmetim yürektendir) alerji duymayan, ondan rahatsız olmayan bir elit yok gibiydi; hemen herkes rahatsızdı ondan. Mesela büyük müfessir Allâme Hamdi Yazır küstürülmüştü; Sultan hal’ edilirken fetvanın metnini o yazmıştı. Mehmet Akif gibi bir insan diyor ki, hal edildikten sonra, “Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!” Siz zannediyorum sıradan bir insan için bile kullanmazsınız bu tabiri. “Yıkıldın gittin ey mülevves devr-i istibdad” şiirinde açıktan açığa “Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!” diyor. Fakat bunu dedirten nedir? O mâbeyn-i hümâyûn. O her dediğine “Efendimiz, ne buyuruyorsanız, doğrusu odur! Nasıl ferman ediyorsanız, ne dediyseniz mahz-ı hikmettir efendim, mahz-ı maslahattır efendim, mahz-ı istihsandır efendim; siz kat’iyen yanlış söylemezsiniz!..” diyen kimselerdir.”

Yeter ki Konuşan Hakikat Olsun!

Bir diğer önemli husus ise hakikatlerin başkaları eliyle ortaya konulmasından rahatsızlık duymamaktır. Eğer bir düşünce başkaları tarafından dile getirilmiyor ve bunun ifade edilmesi bir öneme sahip ise hakkın hatırı için konuşmalıdır.  Hocaefendi istişarelerde gıybete girmemenin önemini ele aldığı kısımda şu hususlara dikkat çekmektedir: “Evet, mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması ise hikmet olmalıdır. Yani sözlerinde bir hikmet varsa konuşmalı, yoksa susmalıdır. Şairin dediği gibi “Leylî sözü söyle yoksa hâmûş!” Yani konuşacaksan sevgiliden söz et, aksi hâlde sus! İnsanları Allah’a giden yollara ulaştırmayan, onlara Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) giden yolları açmayan ve İslâmî hakikatler adına bir şey ifade etmeyen konularda gevezelik yapma ihtimali belirdiğinde, kalbten daha büyük hale getirilen o yaramaz dil ısırılmalı ve sükût edilmelidir.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin