Ana Sayfa Yazarlar Hakan Zafer Necip millet, kötü adam kahkahası dublajı yapar mı?

Necip millet, kötü adam kahkahası dublajı yapar mı?

YORUM | HAKAN ZAFER

İnsan eliyle yaşanmış travmalar cehennemine döndü ortalık. Üzerinden hınç çıkarılmamış nesne, şizoid hayallerle üretilmemiş düşman kalmadı. Bir Allah’ın kulu da çıkıp ağlattığı annelerden, yetim bıraktığı çocuklardan, onurunu incittiklerinden ötürü vicdanı sızlayıp “dayanamıyorum artık, işin aslı öyle değil” demiyor. “Ohoooo, zaten o tıynette olsa…” diyeceğinizi biliyorum ama kötülüğün bu kadar güçlü, sızdırmaz tutkal olduğunu ben bilmiyordum.

Devletin cezai ehliyeti yok sayılınca önüne gelen devlet olmaya, devleti ele geçirmeye kalkıyor. Çünkü devlet olanın küp doldurmasına da cezalandırmasına da hesap sorulmuyor.

Devlete nasıl hesap sorulur ki?

Savaşta işe yaramadı diye cezalandırılmış tank, uçak; hazret geçerken selam vermediler diye cezalandırılan yerleşim yeri, vs. gibi alışık(!) olduğumuz türden eşyaya ceza verme fikrinden farklı bir şey bu. Mesela, evladı eğitim alamayan bir halk, Milli Eğitim Bakanlığını, evlatları güç savaşlarında, siyasi hatalarda can vermiş şehit aileleri Savunma Bakanlığını nasıl cezalandırabilir ki? Binalarını çürümeye terk edip adını anmayarak mı?

Olmaz işte. Oralarda oturanlar hiç cezalandırılmaz. Çünkü o, devlettir. Dalına üniforma atmışsa, koltuğunun arkasındaki duvara raptiyeli, baklava dilimli kadife kumaştan çerçeveli pano asmışsa tamamdır. Kızdırmaya gör, “sen benim kim olduğumu biliyor musun”la başlar, anlamadığınızı hissederse kendi anadiline yapabileceği en ağır hakaretle aşağılamaya devam eder, “Türkçe konuşuyorum kardeşim”. Halâ itiraz ederseniz ve o anlamazlığa yatıyorsunuz zannederse kudretlimizden günah gider ve son darbeyi indirir “devlet benim, ben!”.

Sıradan bir devlet dairesinde yaşanabilecek bu esnaya mercek tutun, olur il müdürlüğü. Merceği kendinize doğru çektikçe bilmem ne dairesi başkanlığı, müsteşarlığı, bakanlığı vs.

Hoşlaşmadığı bir ilin ormanı cayır cayır yanarken yüreği soğuk devletin itfaiyelerine,

Ülke ülke dolaştırıp evlatlarını kaçırtmaya gönderdiği kullarına,

Zindanda ilaç vermeyen, doktora göndermeyip öldüren gardiyanına, hapishane müdürüne,

Tutuklu babaya ölümcül hasta çocuğunu görme izni vermeyen savcıya, ölünce mezarına bir kürek toprak atamasın diye ellerini çözmeyen jandarmaya,

Kızının yaptığı siyasete kızıp vefat eden yaşlı annesini mezardan çıkaran kimseleri karakolda ziyaret eden, mahalli sanatçıyla hatıra fotoğrafı çektiriyormuş gibi poz verip serbest bıraktıran bakana,

Hasta eşine bakan 84 yaşında bir pirifâniyi ne yapıp edip hapse atan hâkime kim bir şey diyebilir?

Hele de “sıradaki şarkımız kader mahkûmlarına gelsin” kabilinden bir saçmalıkla on binlerce katile, hırsıza, dolandırıcıya, yankesiciye, namussuza af çıkartıp hapishaneden kahraman gibi uğurlayıp yerine öğretmen, öğrenci, ev hanımı, bebek, gazeteci, NASA mühendisi, yazar, şair, bilim insanı, din bilgini, ağır hasta tutuklayıp koyan devlet adına kim bunlara hesap sorabilir?

“Görülen lüzum gereği tutukluluğunun devamına…”

“Yapılan muayene sonucu herhangi bir işkence izine rastlanmadığına…”

“Sık ulan sık!”

“Bana mı sordunuz?”

“Daha bu iyi günleriniz, ‘öldürün’ diye yalvaracaksınız”

“Gelsin de seni kurtarsın”

diye diye zulmeden zurnanın tüm delikleri cezalandırılmadıkça üniforma, cübbe, önlük giyen herkese virüs bulaşır, devlet bir suçun hem kaynağı hem de aracı olmaya devam eder. Devlet kapısına iş görmek, hesap vermezlik bilindiği sürece o kapıya, yerine getirdiği emirlerinden sorumlu tutulmayan kul kıtlığı hiç yaşanmayacağı için ne gözyaşı ne de kan durur.

Sadece yapan edenin değil, bir filmde Battalgazi’nin oğlunun Bizans sarayındaki tecavüzleriyle yüreğini soğutmak, bir iki sezon dizi filmde Bayburt nüfusu kadar takım elbiseli adam öldürmüş çakma jönlere “gebert!” diye fakir çek-yatının bozuk yayı gibi fırlayarak tezahürat tutmak gibi kendinden kötülere alkış tutanların da yanına kâr kalır.

Çünkü kendi dövemiyor, adına döveni var.

Elini kana bulamıyor, adına öldüreni var.

Orman yakacak değil ya, adına yakanı var.

Tecavüz mü, tövbe tövbe; adına edeni var.

Çalamıyor, haram ya; adına devleti domuz gibi yiyen var.

Millet cezalandırmanın tadına varmış bi kere. Kediyi köpeği araba tamponuna bağlayıp son gaz gideninden; sırf yol kenarında duruyor diye 72 yaşında birini Muhammed Ali’yi güçten düşürmüş de kemer alacakmış gibi hınçla döven gencine; üç beş kilo fıstık çaldı diye bir çocuğu döve döve bayıltan, ayıltmak için hortumla su tutup yine döven kimselere… Cezalandırmanın zehri bünyeyi sarmış. İkna ile durdurulacak türden bir yanlış yön gidişi değil bu. Devam ediyor, çünkü bir boşluk bırakırsa yıkılacak korkusu var. Bahçesine bağladığı köpekler hep havlasın istiyor. Ciyaklamaya başlarsa sıradaki hedefin kendisi olacağını biliyor. Bu yüzden koca ülke, bir Yeşilçam filminde rahmetli Bilal İnci’nin kötü adam kahkahasına dublaj yapar hale geldi.

Örnek olaylar üzerinden çöküntüyü tespit etmek, tüm boyutlarıyla anlamak ilmi etik açısından mümkün olmayabilir doğru ancak bu tür durumları münferit bir kötülüğün meydana gelmesi görmeyip, kötülüğün işlendiği esnada ve ortamda şuurlu-şuursuz bir araya gelmiş veya sonrasında bilgisi olmuş insan gruplarının kötülüğe duyarsız kalışını önemsemek zorundayız. Bu, kınayıp kenara çekilme lüksünü elimizden alır.

Netice

Cezalandırma hazzını terk etmekle ahiret inancının bir alakası olduğunu düşünüyorum. Allah, boşa değil, kendini “din (ceza) gününün sahibi” olarak tanıtıyor (Fatiha 4). Yaratılanların bu denli cezalandırma hevesine tutulmuş olması pek hayra alamet değil. Sözün sonunda, “Allah ıslah etsin” demek o kadar ağır geliyor ki, demiyorsunuz.

HENÜZ YORUM YOK