YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bakmak ile görmek arasındaki farkı anlatırken bahsederler ‘erdem’ ve ‘hikmet’ten…
İş bu nedenle ‘seyreylemek’ ile ‘izlemek’ arasında çok derin uçurumlar olduğunu bilen bilir. Ki seyreylemenin bir de tecrübe veren yönü vardır.
Yani ruhun, kalbin ve beynin yongasında (moda tabirle ‘chip’in ‘cache’i deyin isterseniz) kendine ait bir yere kurulur ve her seferinde aynı sıkleti vermez kişiye. Buradan ‘basiret’e ulaşmak mümkün tabii; Rabb’in bakışının gölgelerinden bir gölge olarak kuşanır insan basiretli olmayı.
Eh bir de Allah vergisi bir ‘feraset’ var ise yeme de yanında yat!
Haksızlıklar, zulümler, zalimlikler, hırsızlıkların seylaplara dönüştüğü ve çağın zalimlerinin vicdanı nasırlaşmaktan taşa döndüğü şu günlerde, gündelik malayaniyattan bahsetmiyorum bilesiniz. Onlara zaten sair zamanlarda değindik ve değineceğiz.
Lakin düzgün bir ışık, sağlam bir mercek ve berrak bir zihin ile okunduğunda görülecektir ki, aslında yaşananlar insanlık tarihi için asla ve kat’a bilinmez değil. Hele yeni hiç değil!
Kutsal kitabın henüz kaçıncı suresinde bahsediyordu maldan, mülkten, paradan, puldan ve makamdan? Ve bunlarla yapılan imtihandan! Sonra, ‘ufacık’ menfaatler için ‘kendi elleriyle’ yaptıkları tahrifattan bahsedilmiyor muydu aynı yerlerde?
Bazen yakını görebilmek için geri çekilip perspektifi büyütmek gerekiyor.
Büyük sonuçlar için büyük açılar istiyor ‘seyir.’
Dolayısıyla geçmişten bugüne yapılacak her bakış işi karmaşıklaştırmak bir yana daha netleştirip basitleştirecektir emin olunuz. O devasa gölgelerin, bizim (ve tabii kendi kendilerini) bir halt sanıp gözümüzde büyüttüğümüz bünyelerin tarih merceğinden bakıldığından, dip koçanlarını ve tarihî şahsiyetler içinde bugünkülerinden çok daha ağababalarının olduğunu göreceğiz belki. Ve hızla küçülüp kısalacak gölgeler, günün kolpacılarını, çakallarını, amiplerini ‘biz sizin modelinizin cemaziyülevvelini biliriz’ örneklemeleriyle bir anda buharlaştıracağız ve herkes gerçek değerine ait rafa yerleşecek.
Şair, at müzahrefatı üzerine konup kendini Himalayalar’daki kartal zanneden sineklerden bahsetmişti bir seferinde. Kondukları her makamı, müdürlüğü, başkanlığı, vekilliği, bakanlığı, vekilliği, partiyi, rütbeyi, medyayı Himalayalar zanneden zavallıların yaptıkları gündelik güç gösterileriyle tükeniyor hayatımız.
Toplumun gündemi, birkaç şişman kedinin çöplük maceraları ve birkaç çakalın fitne hesaplarıyla her gün hançerleniyor. Oysa dünya bu kadar küçük, zaman bu kadar kısa değil. Çok daha geniş ve geriye-ileriye doğru uzanan bir bant üzerinde koşuyoruz birlikte.
İş bu nedenle seyri kuşbakışı açıyla yapanlar hem kârlı hem de isabetli olacaktır.
Bu tarihte böyle olmuştur, bugün de geçerlidir.
Üç kuruşluk dünya menfaati ve siyasi ikballeri için memleketi yakıp yıkabilecek zihniyete karşı duruşun ilk ve mutlak yolu bu derin ve kökü uzun bir maziye dayanan deneyimden yararlanmak olmalı.
İnanın gerisi o kadar kolay geliyor ki. Bütün o şüpheli noktalar belirginleşiyor, silik çizgiler netleşiyor ve izbelerde olanlara hakikatin göz kamaştıran ışığı tutuluyor.
Foyalar ortaya çıkıyor, makyajlar dökülüyor, gerçek yüzleri görüyoruz nihayetinde.
“Kır bu evin putlarını İbrahim!” demişti şair, hem de “ne olursa olsun!” diye kendimize put yaptığımız her şeyi içine katarak.
Ülkeyi Putçu Azer’in evine döndürenlerin utanma faslı çoktan geçmiş, gurur duyuyorlar bununla. Yanılmıyor şair üstelik gerçekten de, ‘saysan her nefesine bir put’ düşüyor.
Ve yaklaşık 4 bin yıl önce göstermiş İbrahim Peygamber her devrin putuna karşı temel duruşu. İster ideoloji olsun, ister para, güç, silah, makam, medya, holding… Putçu Azer yapımı her şey sanki.
Deli gönlüm azmet putlar kırmaya, putlar kıran arz-ı mev’uda gider!
Daha ne diyeyim ben size?
Mazhar Alanson’un dediği gibi mi konuşayım yani?
Ne kadar enteresan!