Yorum | Veysel Ayhan
“Dünya hayatı en az ahiret kadar önemlidir.” (Heva, 13)
“Allah sevdiği kullarını her türlü çile ve sıkıntıdan korur, hiçbir bela onlara isabet etmez.” (Kitab-ı Nefis, 9)
“Muhakkak ki inananlara hem dünya sevinci hem de ahiret saadetini bir arada vaat ettik.” (Ümniye, 16)
“Müminleri müjdele, Allah’a dayanıp gururla yeryüzünde yürüsünler. Onlar daima galip gelecekler, asla hezimet yaşamayacaklar.” (Sünen-i Ebu Leyla)
“O Rabbinin dinine hizmet edenlere haber ver ki, dünyada en ufak bir sarsıntıya uğramazlar, müşrik ve kafirlere karşı daima galebe ederler.” (Sahih-i Gâfilin)
“Onlar, hem dünya hayatında mutlu yaşarlar hem de cennette sefa sürerler…” (Derûn-u Şikem)
Bunlar ne ayet ne de hadis.
İlki “heva”mın telkini,
Sonraki “nefsimin” beklentisi, ardından “ümniye”lerim…
“Gafletin” ilkaatı, “Derûn-u Şikem”imin sesi…
Şuuraltımın ve hayallerimin ifadeleri.
Ruhumun derinliklerinde dolaşan gerçek olmayan, mevzu “ayet”ler. Gerçek ayetleri gerektiği gibi hazmedemeyince sahte hezeyanlar gelip yerleşiyor ve zihnimi esareti altına alıyor:
Çünkü olanları beklemiyorduk.
Kur’an okumuştuk ama çile, mihnet ve zulümlerin tarihe kilitlendiğini, öyle hadiselerin 21 yüzyılda artık olamayacağını sandık.
Firavun ve Nemrud bir daha gelmez.
Anneler bir daha Yezid ve Haccac doğurmaz.
İkinci bir Stalin çıkmaz.
Hitler, bir daha hortlamaz…
Diye düşünmüştük. Oysa ki boş hayallermiş.
Çünkü malzeme değişmedi! “İnsan” türü aynen duruyor.
Şeytan uyumaksızın iş başında.
Ve 21 yüzyıl daha nelere gebe bilmiyoruz.
GÜMÜŞ KAŞIKLA DOĞMAK
Yanıldık. Hep ilk baharda yaşayacağız sandık.
Hazan görmeyen günlerde çalışacak,
Sonbaharı olmayan iklimlerde at koşturacaktık.
Hz. Yusuf (as) 7 yıl hapiste kalmıştı ama artık öyle şeyler söz konusu değildi.
Biz o tür kemâlâtlara meccanen karşılıksız erişecektik.
Ashab-ı Uhdud’un başına gelenler tekrarlanmazdı.
Artık Hz. Musa’lar bebekken annelerinden ayrılmaz, peygamberliğe bedel bebekler öldürülmezdi.
Çünkü şanslı ve “seçilmiştik”!
Ağzımızda gümüş kaşıkla doğmuştuk.
Biraz trafik çilesi çekecek, ara sıra başımız ağrıyacak sonra da sahabenin hemen ardından ön kapıdan cennete giriverecektik!
Efendimiz (sav) bu azıcık çile(!) çeken bizlere “kardeşlerim” diyecekti.
Hilal’in iki yanında sahabe ile saf tutacaktık.
Ne güzel hayallerdi! Ayağına çamur bulaşmadan, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan hem dünya hem de ahiret cenneti!
MUTEBER KOŞUCULAR
Öyle hayal ediyorduk;
Başımız dik, onurumuz yerinde hizmet edecektik.
Bir elimiz yağda diğeri balda olacaktı.
Muteber koşucular olacaktık.
Her işimiz rast gelecek, tuttuğumuz altın olacaktı. -Doğrusu öyle alışmıştık-
Her kesim lehimizde olacak, bizi alkışlayacaktı.
Her mahvilde itibar görecektik.
Tüm aydın ve mütefekkirler “hizmet”in kadr-i kıymetini bilecekti.
Çünkü niyetimizin halisti. Saffetimizi herkes görecekti ve görmeliydi.
Devasâ müesseselerimize kimse el süremez, yan bakamaz, gölgesine basamazdı.
Her nedense tarihte Kâbe’nin bile (Beytullah, Allah’ın evi) şekavetin temsilcilerince yıkılabildiği aklımıza gelmedi.
Çok emek vermiştik. Bizim müesseselerimize kimse dokunamazdı. Dokunan taş olurdu!
DOKUNULMAZLIĞIMIZI KİM VAAT ETTİ?
Peki bu dokunulmazlıkları kim, bize vaat etti?
Hocaefendi mi vaat etti?
Hayır O, ta 35 yıl önceden beri şunları dedi:
“İnsanlığa hizmet düşüncesini taşıyan herkes, vazifesinin kudsî, seferin uzun, yolların da yokuş olduğunu ve bu yolda, çeşitli şirretliklerle karşılaşacağını; her köşe başında ölümle burun buruna geleceğini, bir canî, bir serseri gibi hakarete uğratılacağını, hatta çok defa insanca yaşama haklarından mahrum bırakılacağını bilip bu kudsîler yoluna öyle baş koymalıdır.” (Sızıntı, Haziran, 1983)
Kim bilir, belki de şartlar bu çığırı ilk açan çilekeşlerin dönemindekinden daha ağır da olabilir; O gün kimileri korkuyla elenecek, kimileri ikbal hırsına kendini kaptırdığından dolayı elenecek, kimileri şöhret marazıyla elenip gidecek. Bencillikten dolayı elenenler olacak. Bu işe ilk başladığı dönemdeki ihlas ve samimiyetini koruyamadığından dolayı elenenler çıkacak; çıkacak zira; şimdiye kadar ne enbiya-ı izam, ne evliya-i fiham, ne asfiyayı kiram, ne müctehidin-i izam, ne müceddidin-i kiram hiçbirisi böyle tekdüze yürüyerek hedefe varamamıştır. (Prizma, 2001)
Bu alıntı daha çarpıcı. Şeytanın “kayyımları” mal ve mülke el koymadan ta 2001’de Hocaefendi başa gelecek olayların kaderi mantığını yazmış:
“Aslında ferdin başında bir kayyım olmalı ve başını döndürecek, bakışını bulandıracak dünyalık bir şeye nail olduğunda onu yıkmalı. Aynı küçük çocukların özene bezene yaptıkları şeyleri büyükçe bir çocuğun gelip bozması, dağıtması gibi. Evet, bir kayyım bizim nazarlarımızı dünyaya celbeden şeyleri yerle bir etmeli; tâ ki, her şey hâlisâne, Allah (celle celâluhû) için olsun. Zaten, umumiyetle, Allah sevdiği kimselere dünyayı nasip etmez. Ellerini her uzattıklarında dünya onlardan kaçar. Cenâb-ı Hakk, çeşitli vesileler ile onları dünyaya küstürür.”(Kırık Testi, İlimden Beklenen Gaye)
Evet hem aldı hem de küstürdü. Allah’a hamd olsun.
Bu sözleri hatırladık. “Süreç” bizi hayal dünyasından uyandırdı. Ayaklarımız yere bastı. Saçımız önümüze düştü.
Ve gördük ki Kur’an bir vadide biz bir vadideymişiz.
Allah merhamet buyurdu. Cebr-i lutfi “Kur’anlaşma” kapıları herkese açıldı.
Artık kimimiz Enfal suresinde geziyor, kimimiz Tevbe’de yunup yıkanıyor;
Kimimiz Âl-i İmrân’da tasaffi ediyor, kimimiz Kehf Suresinde ârâm edip kemalâta yol alıyor…
Bazımız Buruç suresinde şüdeha ile göklere yükseliyor, bazımız da Kur’ani iltifatları birer tac gibi başına takıyorlar.
Ve hemen hepsi aşağıda sıralayacağım Kur’an’da nebilere teveccüh eden semavi iltifatların gölgesinde seyahat eden kutlu takipçilerin arasında kendilerine yer arıyorlar:
“…Ne güzel kuldu!
Tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a sürekli yöneliş halinde idi.” (Sâd, 30)
“Allah’a içten ve çok yalvaran, âh edip inleyen
ve çok sabırlı, çok yumuşak huylu idi.” (Tevbe, 114)
“… olabildiğince yumuşak ve sabırlı, son derece yufka yürekli,
Allah’a çok yalvaran ve bütün kalbiyle O’na yönelmiş,
O’na teslim olmuş bir kuldu.”
(Hud, 75)
“Onların hepsi sabır fazileti ile bezenmişlerdi. Bundan ötürü onları rahmetimize aldık. Gerçekten onlar salih ve erdemli kişilerdi.” (Enbiyâ, 85-86)
EŞİTLİĞİN SAĞ YANI
Bir denklem gibi düşünürsek eşitliğin sağ yanında bunlar oldu. Bu neticeler alındı. Hala “kadere taş atıp” eşitliğin solunda “neden şunlar, şunlar… oldu” demenin alemi yok. Ba’de harabi’l-basra. “Kader gelince göz kör olur.” (Beyhaki, Şuabü’l-Îman) Önemli olan ders almak. Yanlışlara tekrarlanmasın diye tedbir almak.
Ayrıca “eşitliğin solu olmasaydı sağı nasıl gerçekleşecekti” gibi bir soru da önümüzde duruyor.
Bundan beş altı yıl önce ancak yüzlerce ile ifade edebileceğimiz Ehlullah ve mukarrebin, bugün on binlere belki yüz binlere veya çok daha fazlasına ulaştıysa bundan üzüntü mü duymak lazım?
Bundan daha büyük nasıl bir semere olabilir ki?
Semere dediğimiz şey “güç”, “itibar” veya “iktidar” ise doğru. Bunlar artık yok. Bunların peşine düşenler de yok.
Tarihin hiçbir döneminde bunlar velayet ile bir arada olmadı. Olmaz zaten.
Hiçbir pazarda ikisi bir arada satılmıyor.
İşin doğrusu yola, “güç”, “itibar” veya “iktidar” için çıkanlar savrulup gitti ve hala gidiyor.
Yola Allah’ın dostluğu için çıkanlarsa o dostluğun fani bedelini ödeyip velayet yollarına tırmanıyorlar. Ki ne ödense değer.
BEYNİME KAZIMAM GEREKEN AYETLER
Bize düşen yazını başında sıraladığım heva ve heveslerin sesini kısıp şu ayetleri hatırlamak ve Allah’tan dünyada ve ahirette hasene istemek.
“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)
“Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaracak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz.” (Sâffât, 31)
“İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah’ın izniyle olmuştu. Bu da O’nun müminleri ayırt etmesi, münafıklık yapanları da meydana çıkarması için idi…” (Âl-i İmrân, 166-167)
“…Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesvese ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bu hadiseleri başınıza getirdi. …” (Âl-i İmrân, 154)
“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)