NATO zirvesi ve beklentiler

YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN

Ülkelerin dış politikası uzun erimli, yani süreklilik ihtiva eden, belli bir yönelimi olan, değerlerle ilintili, ulusal çıkarları ve güvenliği önceleyen, dış koşulları dikkate alan siyasi tercihlere dayanır. Dış politika tercihlerinin rasyonel olması kaçınılmazdır. Siyasi yalpalamalardan en uzak olan alanların başında (ekonomiyle beraber) dış politika gelir. 

Cumhuriyet döneminin ana karakteristiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren dış politik yalpalamaları sona erdirecek, rasyonel, makul, güç dengelerini gözeten, çıkara dayalı, Batı yönelimli bir dış politika olmuştur. Türkiye’nin istikrarlı, güvenliğini ve bağımsızlığını tatmin edebilen, aynı zamanda uygarlıksal-ideolojik yönelimiyle uyumlu bir dış politika ağına entegre edilmesi, işte böyle bir hedefti. Atatürk’ün barışı önceleyen ve maceracılıktan uzak durmayı seçen tutumu, bu politik yönelimin temelini oluşturuyordu. 

Türkiye bu koşullarda Avrupa Konseyinin ve Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi oldu, NATO’ya katıldı ve Avrupa Bütünleşmesi’ne tam üye olma hedefini birincil dış politik hedef haline getirdi. Yine bu koşullarda Ortadoğu’nun kısır çelişmelerinden kendisini soyutlama kararı aldı. 

Siyasi tarihçi duayenlerden Oral Sander Hoca, Türkiye’de hiçbir zaman radikal bir anti-Batıcı reaksiyoner bir tutum olmadığından bahseder ve bunu Türkiye’nin uzun süreli bir işgale uğramamış olmasıyla açıklar. Buna paralel olarak Ortadoğu toplumlarında, özellikle Araplar arasında Batı karşıtlığının yaygın olmasını, tersten bir okumayla, sömürgeci güçlerin bölgeyi işgal etmesiyle açıklayabiliriz. İslam’daki gaza ve cihat gibi konseptler bu minvalde bağlamından kopartılarak İslamcı akımların veya İslam’ı kullanan diğer siyasal iktidarların enstrümanı oldu. 

Türkiye’de bu Batı karşıtlığı Erdoğan iktidarına kadar hiçbir zaman kitleselleşmedi. Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi gibi siyasi partileri doğuran Milli Görüş İslamcılığı bile Batı karşıtlığını hiçbir zaman kitlelere yayamadı. 

Bunda Türkiye siyasetine özgü denge ve kontrol mekanizmalarının rolü yadsınamaz. Vesayet sistemi, Türk siyasetinde bir denge ve kontrol mekanizması oturtmuştu. Matah bir şey olmasa da, sui-generis bir karakteristik söz konusuydu. Her istediğini kontrolsüzce yapabilen siyasi partiler veya liderlerin Erdoğan dönemine kadar ortaya çıkmaması, bununla açıklanabilir. Kopenhag Kriterleri çerçevesinde vesayet sisteminin bitirilmesi ve demokratikleşme, birçok kesimce desteklendi. Fakat destek veren kesimler, sivil iktidarın ortaya çıkan güç boşluğunu otoriterleşmek için kullanabileceğini öngöremedi. 

Erdoğan ve güç paydaşları, askeriyeden boşalan yeri sivil darbeyle doldurdular. Güç boşluk kabul etmez. Bu siyasette yerçekimi kanunu gibi genel bir kuraldır. Askerlerin etkisizleşmesinden doğan güç boşluğu, Erdoğan’a yolsuzluklarını otoriterleşerek örtbas etme ve devamlılık sağlama şansını verdi. Erdoğan’la ittifaka giren yeni ortakları ise dış politik hülyalarını tatbikat imkânına kavuştu. Avrasyacı Rusya muhipleri, Batı yönlü Türkiye dış politikasını raydan çıkartarak, 150 yıllık bir yönelime son verdiler. Amaç, Batılı değerlerin terk edilerek, Rusya-Çin-İran mihverine dâhil edilecek, Batı kampı karşısında fırsatlarının peşinden gidecek maceracı bir dış politikanın yaratılmasıydı. Erdoğan iktidarını konsolide ederken, ortakları (ve hamileri) seri adımlarla ülkeyi fiilen bu karanlık güçlere peşkeş çektiler. Rusya’dan S-400’lerin alınmasıyla beraber beşinci nesil F-35 uçaklarının üretici ortağı olma konumunu yitiren Ankara, esasında net bir sabotaja kurban gitti. Ülkenin başındaki hasta doku, böylelikle NATO’yla olan bağlara güçlü ve kalıcı bir zarar vermiş oldu. Oysa Rus S-400’lerinin Türkiye için hiçbir stratejik avantajı bulunmamaktaydı. 

Bunun yanı sıra, Türkiye 15 Temmuz kontrollü darbe girişiminden hemen sonra, ABD’yi (ve diğer bazı Batı ittifakı üyesi müttefik ülkeleri) 15 Temmuz’un arkasında olmakla suçladı. ABD düşmanlığı tavan yaptı. NATO’ya işgal kuvvetleri veya düşman ittifakı olarak bakılmaya başlandı. 15 Temmuz’un NATO karşıtı bir operasyon olduğu herhalde en amatör gözlemcinin bile kolaylıkla yapabileceği bir çıkarımdır. Çünkü bu operasyon sonrasında Türkiye’nin amiral-general kadrosundaki toplam komutan sayısının yüzde ellisi tasfiye edildi. Bu komutanların en bilinen ortak özelliği, Suriye’ye yönelik bir savaşa karşı olmaları ve NATO yanlısı olmalarıydı. Bunun haricinde, yine çok yüksek oranlarda üst, orta ve alt rütbelerde kurmay subay 15 Temmuz operasyonuyla birlikte tasfiye edildiler. Osmanlı-Türkiye tarihinde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması haricinde bu kalibrede bir tasfiye operasyonu bulunmuyor. Dahası, tüm NATO ülkeleri arasında, modern zamanlardan itibaren böylesine tasfiyeye uğratılmış bir diğer ordu da yoktur. Bunun tek istisnası, İkinci Dünya Savaşı sonrası dağıtılan Alman ordusudur ki onun da komutanlarının çok büyük bölümü sonradan rehabilite edildi. Doğu Alman ordusunu da dâhil edersek, tasfiye rahatlıkla Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası yaptığı tasfiyelerle mukayese kabul edebilir. 

Şimdi Türkiye açıkça İsveç’in NATO üyeliğine kabulünü veto etmekte ve Atlantik ittifakı zincirinin çürük halkası olduğunu ortaya koymaktadır. Son bir yıldır İttifak, başta ABD olmak üzere Erdoğan’a karşı tam bir yatıştırma taktiği izlemekte. Ama bu taktiğin başarılı olmadığını gözlemliyoruz. Bilakis, her geçen gün Erdoğan bu şantaj politikalarına verilen tepkinin yetersizliği nedeniyle daha da güçleniyor. Bunun yanında, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından, Türkiye Rusya’ya ciddi yaptırım uygulamayan, bilakis Rusyacı denebilecek bir tutum sergilemeyi gizleme ihtiyacı duymadan sürdüren yegâne NATO üyesidir. 

Son İstanbul ziyaretinde Ukrayna’nın NATO üyeliğine destek oluyormuş gibi davranarak bu durumu gizlemeye çalışması, Türkiye’nin şark kurnazı yaklaşımlarını kamufle etmiyor. Tıpkı Almanya’nın 1980’lerde ve 90’larda Yunanistan’ın arkasına gizlenerek Türkiye’nin o dönem AT/AB üyeliğine direnmesi gibi, Türkiye’de Ukrayna’ya destek oluyormuş gibi yapıyor ve Rusya yanlısı politikalarını gizlemeye çalışıyor. 

İsveç’in NATO üyeliği, 1991 sonrası dünya siyasetindeki en önemli değişimlerden birinin gereğini ortaya koyuyor. Rusya’yı çevrelemeye çalışan NATO, İsveç’in toprak bütünlüğünü ve güvenliğini ancak ve ancak NATO üyeliğinin sağlayacağı güvenilir şemsiyeyle sağlayabilir. Türkiye, Putin’in Truva atı gibi davranarak uzun süredir Atlantik İttifakı’nın altını oyuyor, güvenlik şemsiyesinde ciddi bir gedik açıyor. Bu durum artık sürdürülemez. Türkiye’ye yönelik yatıştırma politikalarında son noktaya gelindi. Bu NATO zirvesinden istenen sonuç alınmadığı takdirde Türkiye’ye karşı bir B-planı devreye girecektir. 

Erdoğan, sadece iç dinamiklerle iktidarı kaybetmeyecek. Bunu daha önceki bazı yazılarımda izah etmeye çalışmıştım. Erdoğan’ın gitmesi ve dahası Türkiye’nin hukuk-demokrasi rotasına girmesi için mutlaka dış politik yöneliminin Rusya-Çin-İran istikametinden Batı yönüne doğru değiştirilmesi gerekiyor. Bu sayede İslamcı kleptokratik Erdoğan ve suç ortağı Avrasyacı klik gücünü kaybeder. Bu aşamada muhalefet olarak nitelenen şeyin de Batı karşıtlığını zımnen desteklemesi, endişe vericidir. Bu muhalefetimsi yapıdan çıkıp NATO üyeliğini veya AB üyeliğini savunan hiçbir lider olmaması karamsarlığımı güçlendiriyor. 

Türkiye’nin iç ve dış siyaseti birbirine bağlıdır. Değişimin dış siyasetle başlayıp iç siyasete etkide bulunmaya başlaması bir olasılıktır. İç dinamikler, Türkiye örneğinde dış dinamiklerin etkisiyle devreye girip değişime kanalize oluyor. Umarım bu değişimin olması için İttihatçıların neden olduğu türden bir yıkım gerçekleşmez. Tehlikeli yönelimin bir an önce sona ermesi ve aklıselime geri dönülmesi gerekiyor. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin