Ana Sayfa Güncel Nasıl bu kadar bağnaz olduk?

Nasıl bu kadar bağnaz olduk?

PROF. DR. SALİH HOŞOĞLU | YORUM 

  • Kim daha hoşgörülü? Dindarlık hoşgörüsüzlük mü üretir? Dindarlar mı yoksa laikler mi daha hoşgörülüdür? 
  • “Olur mu canım, tabii ki dindarlar hoşgörüsüzler, laikler zaten bütün dinlere aynı mesafede durdukları için çok hoşgörülüdürler.” 
  • “Bizim dinimizde hoşgörü vardır.” 
  • “Yok canım ne hoşgörüsü, dini sulandırmayın lütfen. Başka dindekilerle diyalog da ne demek? Dinde böyle birşey yok!” 

Bu tartışmalar hepimizin hayatının bir parçası, bu ve benzeri çok tartışma dinledik, çok azar işittik. Bu bağnazlığı din adına sergileyenler bir tarafta, vatanseverlik maskesi altında sergileyenler diğer tarafta. Hoşgörüsüzlüğün laik versiyonu da var, dinci versiyonu da. Hizmet Hareketi’nin diyalog çalışmalarına en şiddetli düşmanlığı yapanlar bazı dini cemaatlerle derin ulusalcılardı, halen de öyledirler.

Onlara göre Türkiye’de ‘farklı olanla’ diyalog kurmak vatan hainliğidir. Bizdeki hoşgörüsüzlük ve bağnazlık bir fikri temele oturmaktan çok davranış kalıbı gibidir. Birileri kendini din adına otorite görürken diğeri de kendini devlet adına otorite olarak görür ve “Siz nasıl devletin dediğine itiraz edersiniz!” cümlesi ile özetlenebilecek bir yaklaşım sergilerler. Sosyal medyanın kötüye kullanılmasıyla da bu problemler toplumu her geçen gün daha fazla içine çekiyor.

Haberleri görmüşsünüzdür; İstanbul Üniversitesi’nde Noel Ağacı süslemek isteyen öğrencilere özel güvenlikçiler engel oldu ve ve öğrencilere karşı şiddet kullandılar. Meclis’te, anadili olan Süryanice noel bayramı kutlamak isteyen milletvekiline de müdahale edilip konuşması engellenmeye çalışıldı.

Meclis’te Süryanice konuşmak kime ne zarar verir?

Bunun gibi onlarca hoyratlık örneği tek celsede sayılabilir ancak bu misaller maksadı anlamaya yeterlidir. Birilerinin noel ağacı süslemesinin kime ne zararı olabilir? Pek dindar, samimi Müslüman olan üniversite öğrencilerimiz “O güne kadar hiç görmedikleri!” süslü noel ağacını görünce dindarlıklarına halel mi gelecek?

Yahut Meclis çatısı altında Süryanice bir konuşma kime ne zarar verir? Nüfusları Türkiye 25 bin kadar olduğu varsayılan Süryanilerin bir mensubunun Meclis’te anadilinde konuşması ile ülkeyi Süryaniler mi ele mi geçirecekler? Bu korkular size gülünç geldi, değil mi? Ama birileri için bu hiç gülünç değil, onlar bunu hayat-memat meselesi olarak görüyorlar.

Şimdilerde yaşı kırkın altındakilerin belki sadece adını duydukları ve ne olduğu konusunda pek fikir sahibi olmadıkları 28 Şubat süreci denen bir devir yaşamıştık. Mart 1997’den itibaren ülkede en yoğun tartışma konusu sekiz yıllık eğitimin 5 + 3 yıl şeklinde mi yoksa kesintisiz 8 yıl şeklinde mi olması üzerineydi. O zaman ordu üst kademesi Sincan’da tankları yürüterek başta hükümet olmak üzere herkese gözdağı vermiş ve ülkenin laik kalabilmesi için zorunlu eğitimin kesintisiz 8 yıl şeklinde olması gerektiğini emir buyurmuştu.

Bunun pedagojik mahsurları, uygulamadaki sıkıntıları, okulların buna hazır olmaması gibi konular ise asla dikkate alınmamıştı. Buradaki esas maksat ise İmam hatiplerin orta kısımlarını kapatmaktı. Sırf bunu sağlamak için eğitim sistemini darmadağın etmeyi göze almışlardı. Bunun için öyle yoğun bir propaganda yapıyorlardı ki sokaktaki adam bile bundan ciddi etkileniyordu.

O günlerde İstanbul’da bindiğim bir taksinin emekli başkomiser olan şoförünün tepkisini hiç unutamam. Emekli başkomiser önümüzdeki arabanın arkasında 5 + 3 yazısını görünce küplere bindi, “Siz kim oluyorsunuz da devlete karşı geliyorsunuz!” diyerek hakaretler savurmaya başladı. Elinden gelse inip o arabadakileri pataklayacak!

Bu olay eğitim sistemimizin tek tip adam yetiştirme konusunda oldukça başarılı olduğunu gösteren iyi bir örnek olarak zihnime kazındı.

Hoşgörüsüzlük konusunda ‘laikler’, ‘dindarlara’ tur bindirir!

Yine beni çok rahatsız eden bir olayı 2001 yılında üniversite sınavında görevli iken yaşamıştım. Diyarbakır’ın Bağlar semtinde -ki çok fakir ve kalabalık bir semtti- bir okulda sınav sorumlusu idim. Sınavları yapan ÖSYM’nin gönderdiği Hacettepe Üniversitesi’nden yaşlıca bir kadın profesör, teftiş için okula geldi. O zaman YÖK Başkanı Kemal Gürüz’dü ve ülkenin en önemli meselesi de sınavlara başörtülülerin alınmamasıydı.

İşte Hacettepe’den gelen yaşlı laik profesör teyze, bir sınıfta bir kız öğrencinin başını üstten bağladığını görmüş. Büyük bir hışımla müdür odasına geldi. “Siz nasıl böyle bir şeye müsaade edersiniz, hakkınızda tutanak tutacağım!” diye bağırarak bizi tehdit etti. Kendisini sakinleştirmeye çalıştıysak da laik duruşundan asla taviz vermedi. Sonradan tutanak tuttu ama bize onunla ilgili bir şey gelmedi. Ama hatırladıkça sinirlenmeme neden olan bu bağnazlığa asla makul bir gerekçe bulamadım.

Türkiye’de şu anda kendini İslam’ın temsilcisi hatta sahibi olarak pazarlama gayretinde olan bir rejim olduğu için İstanbul Üniversitesi’ndeki olay da getirilip dine ve dindarlığa kolayca bağlanabiliyor. Bunlar dini hassasiyeti olanlar değil, kendisi oruç tutmasa da yol kesip oruç kontrolü yapan kabadayılar gibi, dini hassasiyetleri olmasa da bazı semboller üzerinden toplumun dindarlığını kontrol etmeye çalışan tiplerdir. Bizim toplumda hoşgörüsüzlük ve bağnazlık dinli/dinsiz ayrımı olmadan çok yaygın bir davranış modelidir. Adeta kültürümüzün içinde yeni bir kültür haline gelmiştir.

Türkiye tarihi hoşgörüsüzlükte laiklik iddiasındaki çevrelerin dindarlara tur bindirdiğinin örnekleri ile doludur. İnsanlar bağnazlıklarını dini yahut milli duyarlılıkla açıklamaya çalışıyor olabilirler. Bazıları da bu bağnazlıklarını Cumhuriyet değerlerine bağlayabilirler.

Hizmet, neden her iki tarafın da hedefi oldu?

Esasında bağnazlık bir yetersizliğin dışa vurumudur. Bağnaz ve hoşgörüsüz kişiler/toplumlar kendilerini ve kendi değerlerini yetersiz gördükleri için (bunu kendilerine itiraf edemeseler bile) başka görüşleri baskılamaya ve susturmaya meyillidirler. Kontrol etmek istedikleri topluluğu başka üstünlükleri olmadığı için baskılayarak kontrol etmeye çalışırlar. Hizmet Hareketi toplumu bölen ve farklı mahallelerin birbiriyle iletişimine engel olan duvarları kaldırmaya çalıştığı için her iki taraftaki yobazların saldırısna uğradı, uğruyor.

Şimdilerde din adına yapılan utanç verici baskı girişimleri sizi yanıltmasın, bunun laik versiyonu da aynı şeyleri yaptı. Eline fırsat geçse yine  yapacağını da söylüyor. Maalesef Türkiye’de laikler kendileri ile yüzleşmedi, yaptıkları bunca yanlışı kabullenip düzeltmeye çalışmadı ve çalışmıyor. Şimdilerde bile kendilerinden olmayanlara yapılan haksızlıklara ses çıkarmayan, hatta alkış tutan bir mentaliteden daha iyisi beklenilemez. Daha eğitimli ve yüksek gelir düzeyine sahip olmanın da etkisiyle kendilerini toplumun seçkinleri ve üstünleri olarak kabul ediyorlar. Yüz yılı aşan hakimiyetlerini devam ettirmek için farkında olarak veya olmayarak kendileri dışındakilerin başarılarını yok sayma ve yok etme eğilimindeler.

Kendi tabii hakları olarak gördükleri devletten gelen zenginliklerin ve kamudaki pozisyonların başkalarına da açılması ve eşit rekabet şartları oluşması onları ciddi şekilde huzursuz ve endişeli hale getirdi. Şimdilerde seküler mahallenin bir kısmı kaybettikleri yönetimi bir kısım kirli ittifaklarla devam ettirmeye çalışıyorlar. Toplumun her kesiminde başkasının hayat tarzına ve haklarına saygı bilinci geliştirilmediği sürece bu gerginlik devam edecek ve istenilen huzurlu ortama ulaşılamayacaktır.

2 YORUMLAR

  1. Selami Ozturk
    Okumuyoruz. Diger kulturler bir arada yasamayi nasil basardi? Basari hikayelerini okumamiz gerekiyor. Her kulturden kitap, hatirat, anilar turkceye cevrilmiyor. Simdi yurt disina cikanlar bulunduklari ulkelerin dillerini ogreniyorlar. Bu sayede okuyup paylasma firsatini bulurlarsa bir basari hikayesi de ulkemizyde yasanabilir.
  2. hasan basri
    Türkiyede en büyük mevzulardan birtanesi de; fakirinden zenginine, diplomalısından diplomasızına, kadınından erkeğine fevkalade bencil ve kibir hakimdir. herkesin sadece kendi doğruları vardır. Bu ketum durum, tıpkı cahiliye araplarındaki gibi yobazlaşmış kendi evladını bile canlı canlı gömecek kadar gaddar bir hal almıştır. Öyleki ; hem PKK yı besler kendi evladını dağa çıkarttırır hemde yeni yetme bir delikanlıyı PKK ya veya Teröre kurban verip ŞEHİT der. hiç acımaz. canlı canlı kurban verir. Not; Türkiyede bahse konu ŞEHİT tanımının gerçek islam ile bir alakası yoktur. Kanuni bir durumdur. sadece ölen kişilerin ailesine ödenek mevzusudur. Ölenlerde TC kütüğünden düşürülür. Artık onlar Türkiyeli değildir