YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Geçtiğimiz hafta, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) planlı bir suikast ile hançerlenmesinden bahsetmiştik. Yeri gelmişken bugün, ölüme yürüyen aynı Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) duyarlılık ve hassasiyet adına ortaya koyduğu duruş ile ona aynı incelik, duyarlılık ve hassasiyet ile mukabelede bulunan Âişe Validemiz (radıyallahu anhâ) arasında geçen bir olayı hatırlayalım:
Altı yerinden isabet alan Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh), sebepler açısından bakıldığında sayılı dakikaları kalmıştı. Bir taraftan, saldırganın ehl-i iman olmayışını öğrenince sevinmiş, Âhiret yurdunda bir mü’min ile muhasebe edilmeyecek olmanın huzuruyla Rabbi’ne hamd ediyor diğer yanda ise ölümünü şehadetle taçlandıracak olmanın hazzını yaşıyordu.
Ancak bir telaşı vardı; yanına, oğlu Abdullah’ı (radıyallahu anh) çağırdı, “Yaşadığım sürece ben, Resûlullah’tan hiç ayrılmadım!” diyordu. “İsterim ki ölümümden sonra da O’nunla birlikte olayım, ayak ucuna gömüleyim. Ancak o hak Âişe’ye ait. Benim için ona, mü’minlerin annesi Âişe’ye gitsen de benden ona selâm söylesen! Ancak selâm söylerken sakın ola ki ona, ‘Halife’nin, Mü’minlerin Emiri’nin sana selâmı var!’ deme. Zira ben, artık mü’minlerin halifesi/emîri değilim. Hem öyle söylersen, hilâfet makamının baskısı altında ‘Evet’ demek zorunda kalır. En eyisi mi sen, ‘Hattâb oğlu Ömer’in selâmı var!’ de ve ona, önceki iki arkadaşının yanına gömülmek için izin istediğimi söyle!”
Adım adım ölüme yürüyen birisi için bu, nasıl bir duyarlılık, nasıl bir hassasiyettir!
Babasının talebini dinleyen Hazreti Abdullah (radıyallahu anh), soluğu Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ) yanında aldı; selâm verip izin istedikten sonra ona, “Ömer’in sana selâmı var” dedi. “İki arkadaşının yanına defnedilmek istiyor!”
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile O’nun Sâdık Yâri’ne komşu olmayı kim istemezdi ki?
Doğal olarak yaşanılanlardan Âişe Validemiz’in de (radıyallahu anhâ) haberi vardı ve herkes gibi o da Ömer’in (radıyallahu anhâ) haberiyle sarsılmış, fitneye hayat hakkı tanımayan Halîfe için gözyaşı döküyordu.
Aydın nâsiyesine baktı, Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh) ve hayranlık dolu bir ifadeyle, “Orada yatmayı ben, kendim için düşünüyordum” dedi. Sonra da ilave etti:
“Ancak bugün, Ömer’i kendi nefsime tercih ederim!”
Feragatte bulunduğu yer, neredeyse çeyrek asırdır kendisine ait bir hücrecikti! Üstelik, sadece bu mekândan feragatte bulunmuyordu; hemen yanı başında yatan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile babası Hazreti Ebû Bekir’e (radıyallahu anh) Kıyâmet kopacağı âna kadar komşuluktan da fedakarlıkta bulunuyordu!
İzin almış olmanın sevinciyle Mescid’e koşan Hazreti Abdullah’ı (radıyallahu anh) uzaktan görenler Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh), “İşte! Abdullah geliyor!” dediler.
Heyecanlanmıştı; sonucu merak ediyordu! Doğrulmak istedi; ancak mümkün değildi. “Beni kaldırın” diyerek yanındakilerden yardım istedi. Bunun üzerine huzurundakilerden birisi, baş ve omuzlarından tutup onu göğsüne doğru kaldırdı. Bu arada oğlu Abdullah da gelmişti; heyecanla sordu:
“Nasıl bir haberle döndün?”
Nefes nefese kalan Hazreti Abdullah (radıyallahu anh), soluklanarak, “Müjde!” dedi. “İstediğin oldu ey Mü’minlerin Emîri; Annemiz izin verdi!”
Mahz-ı huzur kesilmişti, Hazreti Ömer (radıyallahu anh). Nasıl sevinmesin ki onun gibi birisi, böyle bir haber için canını verirdi.
Oğlunu yanına yaklaştırdı ve detayları sormaya başladı; nasıl söylediğini, talebini nasıl karşıladığını ve hangi kelimelerle cevap verdiğini baştan sona bir kez daha dinledi.
Evet, Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), beklediği izni vermiş ve müthiş bir îsar örneği sergilemişti. Ötelere giderken muhatabı olduğu bu cemîle karşısında Rabbi’ne hamdeden Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözleri dolmuştu; “Benim için o makamda yatmaktan daha önemli bir şey yoktu!” dediği duyuldu.
Her şeyi unutmuş ve sadece bu habere yoğunlaşmıştı. Ne var ki zihnine kıymık gibi batan bir düşünce vardı; içini kemiren bir kurt gibiydi ve oğlu Abdullah’ı yanına bir kez daha çağırdı; “Oğlum!” dedi. “Beni, ölür ölmez sedirimin üzerine yatırın. Sonra da sen, Annemiz’in kapısının yanına kadar beni götür ve orada dur; ardından da ‘Hattâb oğlu Ömer senden izin istiyor!’ diyerek ona yeniden seslen. Şayet o zaman da izin verirse, al ve beni o hücreye göm! Şayet önceki kanaatinden vazgeçmiş olduğunu görürsen, sakın ısrar etme. Bu durumda, herkes gibi beni de alır ve umumî kabristana gömersin! Çünkü izin verirken onun ben, hilâfet makamının baskısı altında kalmış olabileceğinden endişe ediyorum!”
Şüphesiz ki bu, bir sahâbe hassasiyetiydi ve bu hassasiyet, Kur’ân ve Resûlullah’ın terbiye ettiği ashâbın bütününde vardı.
Emr-i Hakk vâki olduktan sonra tarif ettiği şekilde Hazreti Abdullah (radıyallahu anh), babası Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) cansız bedeniyle birlikte Annemiz’in (radıyallahu anhâ) kapısına tekrar geldi; babasının son arzusunu dile getirdi ve izin talebini tekrarladı.
Şaşırmıştı; bir müddet öylece bakakaldı. Söz, ağızdan bir kere çıkardı ama karşısında, işe başladığı gün ile işin finaline kadar geçen sürede İslâm ile şekillenen müthiş bir duruş vardı. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda, yalınkılıç Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürmek için her şeyi göze alan Ömer İbn-i Hattâb, Müslüman olduktan sonra yepyeni bir fıtratın insanı olmuş ve ötelere giderken, dünyanın imreneceği bir inceliğe daha imza atıyordu!
Hiç şüphe yok ki Hazreti Âişe de (radıyallahu anhâ), bu potanın şekillendirdiği başka bir değer idi ve dünya durduğu sürece herkesin farkına varacağı müthiş fedakârlığını, Resûlûllah ile babası Hazreti Ebû Bekir’in yanında yatma, hem de kendisine ait bir evde ebedi istirahatgaha çekilme hakkını Hazreti Ömer’e verdiğini bir kez daha tekrarladı!
Belki de bu, dünyanın görüp duyduğu en büyük fedakarlıktı. Umre veya hacca gidenler bilir; Cennetü’l-Bakî’ye girdiğinizde, hemen sağ tarafınızda Annelerimizin mezarları vardır. Zaten yaklaştırılmazsınız ve ‘Hangi mezar kime ait?’ diye sorsanız da cevap alamazsınız!
Zira o (radıyallahu anhâ), Muvâcehe’ye gelen herkesin selam verip dua edeceği bir adresi Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh) vermiş, hangi mezarın kendisine ait olduğunu bile bilemeyeceğimiz bir meçhul olmayı tercih etmiştir!
Ve bu ayrılık, hakkını Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh) verdiği gün başlamıştır; zira aynı zamanda bu, o güne kadar yaşadığı hücreciğinden taşınmak anlamına gelecektir.
Asr-ı Saâdet’ten bahsettiğim veya Sahâbe’yi anlattığım yerlerdeki bazı yorumlardan hareketle zaman zaman bana, “Nereden biliyorsun?” diyenler oluyor; hayat boyu izini sürer ve insanları karakterleriyle birlikte tanırsanız, hangi olayda nasıl tepki vereceklerini de tahmin edebilirsiniz!
`Asr-ı Saâdet’ten bahsettiğim veya Sahâbe’yi anlattığım yerlerdeki bazı yorumlardan hareketle zaman zaman bana, “Nereden biliyorsun?” diyenler oluyor; hayat boyu izini sürer ve insanları karakterleriyle birlikte tanırsanız, hangi olayda nasıl tepki vereceklerini de tahmin edebilirsiniz!`
Süper bir tesbit!.
Reşit Hocam bilim adamlığının “çok mükemmel” bir örneğini vermiş.
İşte bilim adamı böyle olacak ve kendi yorumuyla boşlukları dolduracak.
Doktora tezinin başlığı da bunu doğruluyor.
Allah razı olsun Suat Yıldırım Hocamızdan. Böyle bir kişiye doktora danışmanlığı yapmış.
Tebrikler Reşit Hocam!
Reşit Hocam bu olağanüstü yeteneğiyle inşallah İslam Tarihi’nin bütün tartışmalı konularını halleder de her şey ayan beyan ortaya çıkar. Diğer ilim adamları da boşuna uğraşmamış olurlar. Müthiş bir kabiliyet, Allah herkese nasip etsin.
Reşit Hocamızın değerli tezi (YÖK Tezler sitesinden ücretsiz olarak indirilebilir)
Kur`an’da akıl / Wisdom in the Qur`an
Yazar:REŞİT HAYLAMAZ
Danışman: PROF. DR. SUAT YILDIRIM
Yer Bilgisi: Sakarya Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı / Tefsir Bilim Dalı
Konu:Din = Religion
Sevgili Rahime Hanım, yorumlarınızı beğenerek takip ediyoruz. Gerçekten ilahiyat biliminin karşılığını veriyorsnz.
Tesekkurler Resit Abi cok guzel.